Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

And olsun ki azap vaadi onların çoğu üzerine bir hak olmuştur; artık îmân etmezler.

Yâsin Sûresi: 7

16.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İnsanlardan çıkar sağlamak için Kur'ân-ı Kerîmi okuyan kimse Kıyamet Günü yüzünde etsiz ve kemikten ibaret bir yüzle gelir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3721

16.09.2006


İslâmiyet bütün insanlara rahmettir

Remiz

Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir. Çünkü, İslâmiyetin telkinatiyle küfr-ü mutlak, inkâr-ı mutlak, şek ve tereddüde inkılâp etmiştir. O telkinatın kâfirlerde de yaptığı in’ikâs ve tesirat sayesinde, kâfirlerin, hayat-ı ebediye hakkında ümitleri vardır. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılâp etmez. Yalnız tereddütleri vardır. Tereddüt ise, her iki tarafa baktırır. Devekuşu gibi, tam mânâsıyla ne kuş olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur.

Remiz

Arkadaş! Nefis, tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden, tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temennî eder. Sonra mülâhaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. Halbuki, kazandığı o hürriyetler, adem-i mes’uliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa, derhal tevbeyle vazifesine avdet eder.

Remiz

Arkadaş! Herbir insanın bir nokta-i istinadı bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefâvütüne göre insanların yapabileceği işler de tefâvüt eder. Meselâ, büyük bir sultana istinadı olan bir nefer, bir şâhın yapamadığı bir iş yapar. Çünkü, nokta-i istinadı şahtan büyüktür. Evet, kudret-i ezeliye tarafından memur edilen baûda, yani sivrisineğin Nemrud’a olan galebesi; ve bir çekirdeğin Fâlıku’l-Habbi ve’n-Nevâ tarafından verilen izin ve kuvvete binâen koca bir ağacın cihazatını, malzemesini tazammun etmesi, yani içine alması bu hakikati tenvir eden birer hakikattir.

Lügatçe:

şek: Şüphe.

in’ikâs: Aksetme, yansıma.

tefâvüt: Farklılık.

mâ-i hayat: Hayat suyu.

küfr-ü mutlak: Mutlak küfür, Allah’ı inkâr.

Bediüzzaman Said NURSİ

16.09.2006


Kebîr

Allah (c.c.), Kebîr’dir, Mütekebbir’dir. Yani Cenâb-ı Hak eşsiz, sonsuz, misilsiz ve benzersiz büyüktür. Allah Teâlâ büyükler büyüğü, yüceler yücesi, tekebbür ve Kibriyâ sahibi, izzet, azamet ve haşmet sahibidir, büyüklüğün kemâlindedir, sınırsız yücelik sahibidir. Büyüklük yalnız Allah’a mahsustur.

Mübalağa sîgasından olan Kebîr ismi ile tefe’ul babından ve azamet bildiren bir ism-i fâil olan Mütekebbir ismi Cenâb-ı Hak için sonsuz Kibriyâ ve gerçek büyüklük ifâde eder. Bu isimler hem Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilmiş, hem de Kur’ân’da gelmiştir. İlgili âyetleri inceleyelim:

“Allah’ın katında kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince bir birlerine, ‘Rabbiniz ne söyledi?’ diye sorarlar. ‘Hak söyledi’ derler. O Aliyydir, Kebîrdir.” (Sebe’ Sûresi: 23) “O gaybın ve şehâdetin Âlimi, Kebîr ve Müteâl olandır.” (Ra’d Sûresi: 9) “Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir. Allah onların koştukları şirklerden münezzehtir.” (Haşr Sûresi: 23)

Bedîüzzaman’a göre, kâinatın en kıymettâr meyvesi olan insan, sonsuz aczi, sonsuz ihtiyaçları, sonsuz düşmanları ve sonsuz fakirliği bulunmakla beraber, mâhiyeti çok kıymetli âletlerle ve muhtelif duygularla donatılmıştır. İnsan, yüz bin çeşit elemleri hissetmekte, yüz bin tarzda lezzetleri büyük bir iştihâ ile istemektedir. İnsanın öyle maksatları ve arzuları vardır ki, o arzûları ancak, bütün kâinata birden hükmü, emri ve kuvveti geçen Cenâb-ı Hak yerine getirebilir.

Bedîüzzaman’a göre, “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir” (Lokman Sûresi: 28) âyeti, insanoğlunun tamamının diriltilip yargılanmasının, bir tek insanın îcadı kadar kolay olduğunu bildirmekle, Allah’ın büyüklüğünü îlân etmektedir. Bu mânâlar itibariyledir ki, büyük musîbetlere ve büyük hedeflere karşı herkes “Allâhü Ekber! Allâhü Ekber!” (Allah büyüktür! Allah büyüktür!) demektedir. Herkes Allah’ın büyüklüğünü kendisine dayanak noktası yapmakta, büyük tesellî ve kuvvet bulmaktadır.

Gaflete, günahlara ve maddiyâta dalmak sûretiyle darlaşan akılların, azamet, kibriyâ ve sonsuzluk gibi azametli meseleleri kavrayamadıklarından, ilmî bir gurur ile inkâra saptıklarını beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği, “Azamet gömleğim, kibriyâ ridâmdır” (Ebû Davud, Libas: 225) hadîs-i kudsîsinde de belirtildiği üzere, insanın yersiz boş söz ve ithamlarına karşı Cenâb-ı Hakkın azamet ve kibriyâsının, Kendi izzet ve celâline lüzumlu bir perde olduğunu kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, rakamlarla ifâde edilmeyecek derecede bir birinden uzak olan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda îcat edip tasarruf eden; yeryüzünün doğu ve batısında, güney ve kuzeyinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz fertlerini bir zamanda ve bir sûrette halk edip tasvir eden; gökleri ve yeri altı günde yaratan; yeryüzünde her bahar mevsiminde haşr-i azamın yüz binden ziyâde misallerini gösterip yüz binlerce bitki ve hayvan tâifelerini beş altı hafta zarfında inşa eden; tam bir intizam ve mîzan ile dünyayı döndürerek gece ve gündüz sayfalarını yapan ve çeviren Fâil-i Zülcelâlin, eserleriyle apaçık göründüğü gibi, öyle bir azameti, kibriyâsı ve büyüklüğü var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimâlini bırakmaz, köküyle keser. Böyle her şeyi ihâta eden nihâyet kemâlde bir kudretin kibriyâ ve azametinin; Kendisi için kusur, noksanlık, kayıt ve sınır koyan şirke ve şirk düşüncesine meydan vermesi ve müsaade etmesi hiçbir vecihle mümkün değildir. Fıtratı bozulmayan hiçbir akıl bunu kabul edemez.

Şirk, kibriyâya dokunan, celâlin izzetine dokunduran ve azamete ilişen öyle bir cinâyettir ki, affı hiçbir cihetle kabil değildir. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez; bunun dışındakileri affeder” (Nisa Sûresi: 48) âyeti buna işâret etmektedir.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, “Allahu Ekber” kelâmıyla insan kendi aczini ortaya koymakta ve hiçliğini itiraf etmektedir. Kul, namazında Cenâb-ı Hakkın Cemâl, Celâl, Kemâl ve Kibriyâsına karşı “Allahu Ekber” diyerek tazim içinde bir aczle rukûa gitmekte, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secdeye kapanmakta, böylece kulluğunu göstermektedir. Bilhassa bayram namazlarında, yeryüzünü bir büyük insan yapan, yüzer milyon insanın söylediği, “Allahu Ekber” sadâları, Allah’ın azametine yakışır bir büyük sadâ ile semâvâtı çınlatmakta, berzâh âlemlerinde ses vermektedir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

16.09.2006


Nanoteknoloji ve Bediüzzaman

Nanoteknolojiyle tanışmam; bilimsel bir dergide okuduğum bir makaleyle başladı. Merakımı fazlasıyla çe-kince bu konuda internette bulduğum her dokümanı okumaya başladım ve hayretten hayrete düştüm. Dünyada bir devrim gerçekleşiyor ve sessiz bir tsunami gibi kıyıya yaklaşıyordu. Zamanında bu teknolojiye yatırım yapan ülkeler ve sanayiler bu dalganın üzerinde sörf yapacakken, gerekli önemi vermeyenler ise, tsunaminin kıyıya ulaşmasıyla (nano devrimin hayatta uygulamaya geçmesiyle) dalgaların altında kalacaktı.

Peki nedir bu nanoteknoloji?

Yunancada ‘cüce’ anlamına gelen nano, fizikte bir metrenin milyarda biri anlamına gelen ölçü birimidir. Bu tanıma göre “nanoteknoloji” insanın saç kılının 80 binde biri büyüklüğünde “nano” ölçüdeki parçalarla uğraşan bilimdir. Tıpkı yap-boz oyununda parçaların istenilen yeni bir biçimde birleştirilerek oluşturulması gibi, nanoteknolojide de atomlar veya moleküller tek tek alınıp hassas şe-kilde birleştirilerek istenen ürün elde edilir. Bilindiği gibi bütün maddeler atomlardan oluşmuştur. Özelliklerini de atomlarının dizilişlerinden alırlar. Atomları hareket ettirebilecek boyutlarda âletler geliştirilebildiği takdirde, tabiattaki atomik dizilim taklit edilerek her şey kopyalanabilir. Çünkü maddeleri farklı kılan; en küçük birim olan atomların dizilişlerindeki çeşitliliktir. Atomları hareket ettirebilecek bir teknoloji de bu çeşitliliğe bir ölçüde ulaşabilir. Sözgelimi kömür moleküllerindeki atomları düzenleyebilirsek aynı moleküllerin farklı bir dizilimi olan elmas elde edebiliriz.

Aslında dünya üzerinde milyonlarca yıldır tabiî nanoteknoloji yöntemi kullanıla gelmektedir. Bir patates, aslında toprakta, hava, su ve çeşitli mineral atomlarının bir araya getirilmesinden oluşmuştur ve kendi kopyasını türetebilen yaşayan organizma, dolayısı ile organizasyondur. Baklagiller köklerindeki nodüller vasıtasıyla havada serbest halde bulunan azotu bağlayarak bizim kullanabileceğimiz forma dönüştürürler ve azot çevriminde önemli rol üstlenirler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bediüzzaman Hazretleri ‘Seb’a Semâvât’ âyetini açıklarken 12. Lem’a’nın 2. Suâlinin 2. Mes’ele-i Mühimmesinin 5. kaidesinde şöyle buyuruyor:

“Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse (yani o maddeyi oluşturan atom dizilişleri yok farz edilse) ve o maddeden başka masnûat yapılsa (yeni bir atom sıralaması ve şekillendirilmesiyle yeni maddeler, eserler yapılsa bknz: Karbon nanotüp), elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ, elmas madeninde teş-kilât başladığı vakit, o maddeden hem remad, yâni hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ, ateş teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ Müvellidü’l-Mâ (Hidrojen), Müvellidü’l-Humuza (Oksijen) ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor (burada Hidrojen ve Oksijen atomlarının birleşimlerini örneklemesiyle, sadece aynı tür atomlardaki sıralama değişikliklerinin değil, farklı atomların da yeniden tanzim ve teşkiliyle bambaşka özellikte maddeler elde edilebileceğini belirtiyor). Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise madde-i esîriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak ‘Fesevvâ hünne seb’a semâvâtin / Gökleri yedi kat olarak tanzim etti’ (Bakara Sûresi: 29) sırrıyla yedi nevî semâvâtı ondan halketmiştir. ”

Nanoteknolojiden ilk bahseden kişinin 1959 yılında ünlü fizikçi Richard Feynman olduğu söylenmektedir. Fakat yukarıda da açıkladığım gibi, bu konudan ilk bahseden; Lem’alar adlı eserini 1930’lu yıllarda telif eden Bediüzzaman Said Nursî’dir. Kronolojik olarak bu çok açıktır.

Her zaman fennî ilimlerle dinî ilimlerin bir arada okutulmasını savunan Bediüzzaman, Kur’ân’ın i’câzâtını bir kez daha gözler önüne seriyor. ‘Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumuzu tavazzuh edi-yor.’

Kâinatın her yerinde tek bir atomu dahi başıboş bırakmayan bir ilim ve irade sahibinin müdahalesi görülür. Allah dilediği anda dilediği yerde kudretini tecellî ettirmektedir. En küçük atomundan uçsuz bucaksız galaksilere kadar, tüm kâinat Allah’ın dilemesi ve her an ayakta tutması ile varlığını sürdürmektedir. “O Allah ki, Yaratan’dır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, şekil ve sûret verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim’dir.” (Haşr Sûresi: 24)

KAYNAKLAR:

http://www.kuranvebilim.com/html2/makaleler/nano_teknoloji.htm

http://www.gelecegindunyasi.com/nanoteknoloji.html

www.tubitak.gov.tr

Mustafa ÖZTÜRK

16.09.2006


Münâcâtü'l-Kur’ân

MERYEM:

1. Ey Hz. Meryem’e bir ruhânî gönderen ve o ruhânî kendisine tıpkı bir insan şeklinde görünen! (57)

2. Ey Musa’ya (a.s.) Tûr’un sağ tarafından seslenen ve hûsûsî olarak konuşmak için onu iyice yaklaştıran! (52)

3. Ey İdris’i (a.s.) yüce bir makama yükselten! (57)

16.09.2006


Yegâne çare Risâle-i Nur

Mâsum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sâdece şahsî menfaat zebûnu, zâlim, hunhar, harîs ve müstebid uşaklarını, hâk ile yeksân edip izmihlâl ve inhidâm-ı mutlakla mağlûp eden ve edecek yegâne çarenin, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın bu asırda bir mu’cize-i mânevîsi olan Risâle-i Nur eserleri olduğunda, basîretli İslâm mücâhidleri ve âlimleri, icraat ve müşâhedâta müstenid yakînî bir kanaat-i katiye ile müttefiktirler.

16.09.2006


Şeytanlardan daha şeytan olmak!

Altıncı Misal: Hazret-i Ya’le, tarîkinde nakl-i sahihle haber veriyor ki:

Bir seferde, “talha” veya “semure” denilen bir ağaç geldi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın etrafında tavaf eder gibi döndü, sonra yine yerine gitti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: “O ağaç Cenâb-ı Hak’tan istedi ki, bana selâm etsin.”

Yedinci Misâl: Muhaddisler, nakl-i sahihle İbni Mesud’dan beyan ediyorlar ki:

İbni Mes’ud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini haber verdi.

Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbni Mes’ud’dan nakleder ki: O cinnîler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti. İşte, cin taifesine birtek mucize kâfi geldi. Acaba bu mucize gibi bin mu’cizât işiten bir insan imana gelmezse, cinnîlerin “Bizim akılsızlarımız ise Allah hakkında yalan yanlış şeyler söylüyorlar.” (Cin sûresi, 72:4) tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?

Mektûbât, s. 128-29

16.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004