Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar, elçilere, “Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük. Eğer iddianızdan vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve bizden acıklı bir işkence görürsünüz” dediler.

Yâsin Sûresi: 18

26.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki, İhlâs Sûresini yüz defa okur da şu dört şeyden de sakınırsa, Allah onun elli senelik günahlarını bağışlar. Bunlar: Adam öldürme, haksız yere başkasının malını zimmetine geçirme, zinâ etme ve içki içme.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3733

26.09.2006


Oruç, nefsin gururunu kırar

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.

BEŞİNCİ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzîb-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musîbetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamışsa!

Mektubat, 29. Mektub, 2. Kısım, s. 389

Lügatçe:

mevhum: Vehmî; olmadığı halde varmış gibi kabul edilen, kuruntu edilen.

rububiyet: Allah’ın terbiye ediciliği.

keyfemâyeşâ: Keyfine göre hareket etme.

tehzîb-i ahlâk: Ahlâkı güzelleştirmek, kötü huyları gidermek.

lâyemûtâne: Ölmeyecekmişçesine.

tahayyül: Hayal etme.

Bediüzzaman Said NURSİ

26.09.2006


SORULARLA RİSALE-İ NUR

Sınırsız nimetlere, sınırlı şükürle

nasıl mukabele edilebilir?

Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”

Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım.” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”

İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek îtikad liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında “Ettehıyyâtü lillah” der. Yani, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesâbıma umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem, Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.

Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ, kavun, kalbinde nüveler sûretinde bin niyet eder ki, “Yâ Halıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.” Cenâb-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır,” (Câmiü’s-Sağîr, 6:291, 292) şu sırra işaret eder. Hem, “Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca, kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamd ederek Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Bütün peygamberlerinin, evliyâlarının ve meleklerinin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz.” gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti, şu sırdan anlaşılır.

Hem, nasıl bir zâbit bütün neferâtının yekûn hizmetlerini kendi nâmına padişaha takdim eder; öyle de, mahlûkata zâbitlik eden ve hayvanât ve nebâtâta kumandanlık yapan ve mevcudât-ı arzıyeye halîfelik etmeye kàbil olan ve kendi hususi âleminde kendini herkese vekil telâkkî eden insan, “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz” (Fâtiha Sûresi: 5.) der; bütün halkın ibâdetlerini ve istiânelerini, kendi nâmına Ma’bud-u Zülcelâle takdim eder.

Hem “Bütün mahlûkatının bütün tesbihâtıyla ve bütün masnuâtının dilleriyle Seni tesbih ederiz” der; bütün mevcudâtı kendi hesâbına söylettirir.

Hem, “Allahım! Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların adedince Muhammed’e rahmet eyle” der; her şey nâmına bir salâvât getirir. Çünkü, her şey nur-u Ahmedî (a.s.m.) ile alâkadardır. İşte, tesbihâtta, salâvâtlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla.

(Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve, s. 325)

26.09.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

KASAS:

1. Ey yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunan, onları önderler yapan, onları zâlim ve güçlülerin vârisi kılan! (5)

2. Ey va’dine inananlardan olması için Mûsa’nın annesinin kalbine sabır ve metânet veren! (10)

3. Ey dünyada da, âhirette de hamd ve hüküm kendisine âit olan ve Kendisine döndürüleceğimiz Allah! (70)

26.09.2006


Gençlik Risâle-i Nur’a muhtaç

Evet, Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Gazâlî ve Mevlânâ Celâleddin-i Rumî gibi İslâmiyetin birer güneşi olan dâhî büyüklerimizin eserlerini ve hakikî kıymetlerini bugünkü gençlik nasıl bilemiyorsa, Bediüzzaman Said Nursî gibi misilsiz bir müfessir-i Kur’ân’ı da tam tanıyamamıştır. Esasen gizli ve aşikâr din düşmanlarının birtakım kasd-ı mahsuslarıyla tanınmasına meydan verilmemiştir. Fakat böyle büyük bir müfessirin ve bir İslâm dâhîsinin bu asırda da mevcut olduğunu şahsî gayretleriyle öğrenenler Bediüzzaman’ın tarihî ve cihanşumül değerini derhal idrâk etmekte ve eserlerinden faydalanmak için can atmaktadırlar.

Kat’î ve kâmil bir kanaatla diyebiliriz ki: Bu asırdaki insanları saadete kavuşturacak, onları aklen ve kalben ikna edecek eser ancak Risâle-i Nur’dur. Bu hüküm Nur Risâlelerini okuyan münevverlerin kat’î bir hükmüdür. Hem bu kanaatın isabetini Risâle-i Nur’daki ilmî kudret ve orijinallik açıkça göstermektedir.

26.09.2006


Rahip Bahîra’nın haberi

Meşhur Bahîra-i Rahibin meşhur kıssasıdır ki, nübüvvetten evvel, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebû Talip ve bir kısım Kureyşî ile beraber Şam tarafına, ticarete gidiyorlar. Bahîra-i Rahibin kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlarla ihtilât etmeyen münzevî Bahîra-i Rahip birden çıkageldi. Kafile içinde Muhammedü’l-Emin’i (a.s.m.) gördü. Kafileye dedi: “Şu Seyyidü’l-Âlemîndir ve peygamber olacaktır.” Kureyşîler dediler: “Nereden biliyorsun?” Mübarek rahip dedi ki: “Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedü’l-Emin (a.s.m.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki, taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise nebîlere yapılır.”

Mektubat, s. 136

26.09.2006


Takvim

Çeşit çeşit nimetleri,

Vermiş Rabbimiz bize.

Bugün orucu üçledik,

Nefis gelecek dize.

Ferhat ÖĞMEN

26.09.2006


Küçüğün küçük hizmeti

Camiye yöneldiğinde ezan okunmaya başlamıştı… Adımlarını hızlandırdı, abdest alacaktı daha… Takunya olmadığından ayaklarını çeşme önündeki demir boruya uzattı… Ayakkabıları biraz geride kalmıştı…

Bir çocuğun gezinmekte olduğunu fark etti… Boş akan bir çeşmeyi kapatması için eliyle işaret etti… Akan her damla israf denizini kabartıyor diye düşünüyordu…

Geriye ayakkabılarını almak için döndüğünde çocuğun uzattığını gördü… Memnuniyetini teşekkürle belli etti…

Cami merdivenlerine duâlarla yöneldi… İçin için duâ ediyordu çocuğa… Kalbî bir akıştı… Küçük bir hizmetle ubudiyet kapıları açılmıştı…

Allah seni anana babana bağışlasın… Nefis ve şeytanın, insî ve cinnî şerirlerin şerrinden muhafaza etsin… Kur’ân’a talebe etsin… Ayakların Hakka yürüsün…

Eğer her abdest için kabul edilen bir duâ varsa bunu ona hediye etmişti… Ezanla kamet arasında edilen duâ kabul oluyorsa masum için ettiği duânın kabul olmasını istedi…

Küçüğün küçük hizmeti olmasa gönül dilinden akan duâ damlaları ubudiyet denizine dökülür müydü?

Çocuk kalbiyle edeceğimiz sâfî hizmet, himmet duâlarının celbine vesile olabilir. İyisi mi küçüğüne büyüğüne bakmadan hizmete devam… “Rıza” hangi amelde olduğu belli değil zîrâ…

Küçüğün küçük hizmetine kim küçük diyebilir?

Hüseyin EREN

26.09.2006


Nimetler, Samedânî bir mektuptur

Oruç tutan insan bilir ki:

Oruç insanın madde ile irtibatına ayrı bir anlam katmaktadır. Eşyanın şekillenişini Rabbi ile irtibatlı anlamanın yolu maddeyi Rabbi ile irtibatlı algılamaktır. Bu algının merkezinde de rızık yer alıyor olmalıdır. Tarihi boyunca insanlık, varlık âlemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık âlemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgi her şeyi ve doğal olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir.

Artık varlık, maddî plana sınırlı ve analitik yaklaşım içinde parçalara ayrılmış ve her parçanın kendi iç bütünlüğü dışında parçalar arası bağlantının göz önüne alınmadığı bir tarzda algılanır olmuştur. Pozitivist düşüncenin bu güçlü gelişi daha önceki dönemlerin bilgi birikimini bir anda silip atıvermiş ve kendi tanımladığı varlık dünyasını tanımları ile uyuşmayan geçmiş dönemlere ait bilgileri değişik suçlamalarla reddetmiştir. Bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür. Bu güçlü rüzgâr yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddî âleme ve laboratuara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır. Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi âlemin keşfi ile maddî dünya anlayışını sarsmıştır. Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi yerini her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır. Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır. Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu, kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları âlemimize taşımıştır. Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır.

Oruç tutan insanın bilinçaltına maddî âlemin bu tarzda algılanışı öze dönük tarzda yansır. Bilir ki, sofrasındaki nimetler, araya giren pek çok sebebin ötesinde ve zerrelerin titreşimi ile şekillenmekten çok daha ön planda Rabb-i Kerîm’in kendisine ulaştırdığı Samedânî mektuplardır. Bu mânâ bütün sofralarda olmakla birlikte iftar sofrasında bilinçaltında nimeti veren ile irtibattan dolayı çok daha belirgin hale gelir. Aslında her iftar sofrası maddeyi sorgulamanın ardından Rabbi ile irtibatını kurmuş ruhun bu mânâyı ruhunun tâ derinliklerine kazınmışcasına hissetmesi ânıdır.

Hakan YALMAN

26.09.2006


Takvim

Çok şükür Allah’a

Girdik bereketli aya

Ramazan bugün üçüdür

Elini aç sen Mevlâ’ya

Celal YALÇIN

26.09.2006


Dörtlük

Dünya misafirhane, konulur ve göçülür.

Takdir edilen kadar yenilir ve içilir.

Misafirlik bitince yalnız düşülür yola.

Sırat Köprüsü salih amel ile geçilir.

Abdülkadir MENEK

26.09.2006


Yetmiyor

Gökyüzü pırıl pırıl.

Sırtımı dayadığım duvar artık soğuk.

Aslında bu saatte içeride olmam lâzım. Hava oldukça serin. Bizimkilerin gelmesine az kaldı. Tam da iftar vakti masanın başında olmam lâzım, ama dışarıdaki manzara o kadar güzel ki, bırakıp içeri giresim gelmiyor.

Bir kalbur dolusu duyguyu olanca haşmetiyle seyrettiğim Ağrı Dağına savurup şiirler yazasım geliyor.

Evler güzel… Manzara harika… Ağrı Dağı tam karşımda az evvel dediğim gibi muhteşem… Çocuklarım uzun zamandır alışkın olduğum gibi uzakta değil, yanımdalar ve onları istediğim zaman okşuyor, sevip gözlerine bakabiliyorum.

Ne güzel…

İşte şükür için pek çok sebeb daha…

Peki o halde bu yazının başlığını niçin öyle attım?

Demiş ya şair…

‘Gönül ne çay ister ne çayhane, gönül muhabbet ister çay bahane’

Benim gönül de uslanmayanlardan galiba.

Sahip olduklarıyla yetinmeyenlerden.

Bu güzelliklerin ötesinde başka tatlarla olmayı arzu etmesi acaba nasıl adlandırılır bilemiyorum.

Amma şu anda Medine-i Münevvere’de olup, Resûlullah’ın huzurunda oruçlu olarak iftar vaktini beklemek hayaline kim itiraz eder?

Ya da Kâbe-i Muazzama’da Rabbimin evinde bir yudum zemzem ve hurma ile iftar etmeyi arzulamak kimin aklından geçmez?

Aşkın, sevdanın, hayalin, güzelliğin ötesinde bir duygu bu…

Uzansan tutamayacağın, yürüsen varamayacağın, istesen kavuşamayacağın, tutuşsan yanamayacağın bir güzellik bu…

Herkese nasib olmayacak, kısmetten ötesine dokunamayacağın bir şeref bu…

Bunları yazmak bana yetmiyor. Hissettiklerimi açığa çıkarmanın mümkünü yok. Yaşamak istediklerimin tanımını yapamıyor, kelimelerin yetersizliğine sığınıp kalıyorum.

Öylece ve tek başıma.

Unutulmuş bir dost yalnızlığı yaşamaktayım.

Hurma memleketinin vahalarında bir tas su olmanın hevesiyle kimbilir daha ne kadar yanacak, kimbilir bu özlemime de sizleri daha ne kadar ortak edeceğim?

Nil taşsa, sadece sağını solunu etkiler. Benim taşkınım geçmişimi, geleceğimi, bu günümü, yakınlarımı, duygularımı da beraberinde harab ediyor.

Sebebsiz hırçınlıklarım, sebebli itirazlarım, bilinen ve bilinmez kırgınlıklarım, uzaklara dalışlarım kâinatın gözbebeğinin ayak bastığı o kutsal diyarlara olan özlemimden olabilir mi?

Çünkü o diyarlarda yaşadığım günler boyunca mutsuzluk nedir bilmedim. Özlem nedir çekmedim. Kimseyi merak etmedim, tasalanmadım, uzaklara dalmadım.

Bir ben vardım bir de Kâbe…

Bir ben vardım bir de Mescid-i Nebevî…

Bir ben vardım bir de secdeye varan başlar, göklere açılan avuçlar.

Yetmiyor…

Buralardaki keyfler, tatlar yetmiyor.

Cennetvârî atmosferin insanın yanık yüreğine su serpen havasını özlüyorum.

Haksız mıyım?

Hele hele şu iftar vakitlerinin uhrevî havasını içime çeke çeke seyrettiğim akşamın alaca vaktinde.

Kulağım kapıyı çalacak olan bizimkilerin sesinde ama gönlüm uzaklarda çok uzaklarda.

Bu halimi görseler ‘Ne o anacığım dalmışsın?’ diye boynuma sarılacak oğlum.

‘Bir şeye canın mı sıkıldı?’ diye meraklanacak kızım.

‘Hayrola hanım, tansiyonun mu düştü?’ diye endişelenecek eşim.

‘Yine ne yaptım?’ diye soracak küçük oğlum.

Oysa hiçbiri bilemeyecek ki, bunca mutluluk bana yetmiyor. Yetmemiş… Yetmeyecek…

İçimdeki özlem yangını git gide büyüyecek…

Anlatabilsem anlatacağım ama…

Dediğim gibi kelimeler yetmiyor…

Hülya YAKUT

26.09.2006


Safa tepesinde açıktan dâvet

“Sana emrolunanı açıkla!”1 âyet-i ke-rimesi gereği artık tebliğ açıktan yapılacaktı. Önceden istişare ile belirlendiği gibi tüm kabilelerin hac ve ticaret için geldiği bir panayır günü sahabelerin de gayreti ile Peygamberimizin (asm) konuşacağı zaman ayarlanmıştı. Peygamberimiz (asm) belirlenen saatte Safâ tepesine çıktı ve âdet olduğu üzere şöyle seslendi:

- “Yâ Sabâhâh! Ey Kureyş topluluğu!” diye üç defa bağırdı. Duyanlar “Muhammedü’l-Emin, mühim bir şeyi haber verecekler” diye koşuştular. Ve etrafına toplandılar.

“Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin misâliniz, düşmanı görünce ailesine haber vermek ve onları kurtarmak için koşan ve düşmanın kendisinden önce gelip ailenize zarar vermesinden korkarak ‘Ya Sabahâh!’ diye haykıran kimsenin durumu gibidir.”

“Ey Kureyş topluluğu! Size şu dağın ardında veya şu vadide düşman ordusu olduğunu söylesem, bana inanır mısınız?”

Kureyşliler;

“Evet ya Muhammed, sen Muhammedü’l-Emin’sin, asla yalan söylemedin ve söylemezsin, sana inanırız” dediler.

Peygamberimiz (asm) onların teyidini almak için sorusunu üç defa tekrarladı ve:

“Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerlerin sahibi olan Allah’ın gönderdiği peygamberim. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur. Dirilten de öldürten de O’dur. Siz Allah’a ve Resûlüne iman ediniz ki, o ümmî peygamber Allah’a ve Resûlüne inanmıştır. Ona uyun ki hidayete eresiniz”2

“Size haber veriyorum ki önünüzde şiddetli bir hesap günü vardır. O zaman Allah’a inanmayanlar için büyük bir azap vardır. Sizi o azaptan sakındırmak için gönderildim.”

“Ey Kureyş Cemaati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah’ın huzuruna varınca dünyada yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz! İyi amellerinizin mükâfatını görecek, kötü amellerinizin karşılığı olarak azaba uğrayacaksınız. Mükâfatınız ebedî cennet, cezanız da içinden çıkmamak şartı ile devamlı bir cehennemdir!”

“Ben de Allah’ın kulu ve size gönderdiği elçisiyim. Eğer söylediklerimi dinler, kabul ederseniz cennete gireceğinizi taahhüt ederim. Şunu biliniz ki iman edip ‘Allah birdir, Ondan başka ilah yoktur’ demedikçe, ben size ne dünyada, ne ahirette fayda temin edemem”3

Peygamberimizin (asm), akla ve kalbe hitap eden bu konuşmasını herkes sükûnetle dinledi. Ancak Peygamberimizi (asm) adım adım takip eden ve her konuşmasını sabote etmek için konuşan Ebu Leheb, eline bir taş alarak Peygamberimize (asm) fırlattı ve:

“Helâk olasıca! Yazık sana! Sen bizi buraya bunun için mi topladın?” diye bağırdı.

Kimseden ses çıkmadı. Ancak fısıltı halinde konuşarak dağıldılar.4

—Devam edecek—

Dipnotlar:

1- Hicr Sûresi: 94

2- A’raf, 7:148

3- İbn-i Saad, Tabakat 1:199; Buhârî 3:171

4- Taberânî: 2:216

M. Ali KAYA

26.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004