Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ona "Haydi, gir Cennete" denildi. O da, "Keşke," dedi, "Rabbimin günahlarımı bağışlayıp bana ikramlarda bulunduğunu kavmim de bir bilebilseydi!"

Yâsin Sûresi: 26-27

02.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse bir Müslümanı kesinlikle korkutmasın.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3742

02.10.2006


Müslüman gölgeler!

“Allah’ın yarattığı şeylerin gölgeleri uzayıp kısalarak (sağa sola vurarak) Allah’a boyun eğip secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?”

(Nahl Sûresi: 48. âyet)

Kâinata gönderildiği andan itibaren, fıtratına yerleştirilen merak duygusunun tetiklemesi ile çeşitli keşiflere başlayan insanoğlu, en küçük daireden en geniş daireye kadar, hatta maddenin mülk yani görünen boyutunun haricinde melekût boyutunda yani metafizik tarafında dahi birçok araştırmalarda bulunmuş ve elde ettiği verileri de başka akılların nazarına sunmayı ihmal etmemiştir. Ancak yapılan bu araştırmaların hepsinin doğru sonuçlara ulaştığı söylenemez. Nitekim insanlar farklı karakterlere, farklı inançlara, farklı duygulara sahip olduklarından kâinata bakış açıları da bu şekilde farklılıklar göstermiş ve elde ettikleri her bilgiyi tam bir realite içerisinde, objektif bir açıyla inceleyememişlerdir. Buna tarihten verebileceğimiz en açık örneklerden biri Darvin teorisidir. Fakat burada belirtilmesi gereken önemli bir husus vardır ki, o da, insanların, daha çok maddenin mülk tarafında değil melekût tarafında hataya düştükleridir. Bunun en önemli sebebi ise nazarlara yön verecek doğru bir klavuzu rehber edinmemelerinden kaynaklanmaktadır. İşte bu noktada Kur’ân-ı Kerim devreye girmekte ve kâinata getirdiği nurla heryeri aydınlatıp kâinatın tılsım-ı muğlakını sönmemiş akıllara göstermektedir. Hatta öyle ki bizim önem vermediğimiz teferruatlara dahi dikkatleri çekerek kâinatın yaratılış sırrı olan “Cemal ve Kemal sahibi Zât’ın”1 vahdaniyetini, ehadiyetini ve rububiyetini akıllara ilân etmektedir. Yani felsefecilerin gözlüğüyle değil de mânâ-i harfî nazarıyla kâinata baktırmakta ve böylelikle Kur’ân’ın kendi tabiriyle yaş ve kuru ne varsa2 her şeyi bir sır olmaktan çıkarıp açıklığa kavuşturmaktadır. İşte bu mükemmel kılavuzun, sır olmaktan çıkardığı ve konumuzun ana teması olan ilginç bir mesele: Gölgeler...

Hep fizik kitaplarında tanımlanmasına alışık olduğumuz gölgeler, aslında sanıldığı gibi sadece güneşin ışınlarının etkisiyle bağlı olduğu kaynağın dört yanının birinden yansıyarak uzayıp giden basit bir tabiat kanunu değil, belki çoğu insanın yapmadığı kulluk vazifesini yerine getiren farazî bir abddir. Nahl Sûresinin 48. âyetinin dahi hususan gölgeler üzerinde durması bu mânâyı ifade etmek içindir.

Ekseriyetle sonuçların sebeplere bağlı olarak gerçekleştiği hikmetler dünyasında, gölgeler dahi, vukua gelme neticelerine sebebiyet veren kaynaklara bağlı olarak gerçekleşirler. Meselâ yansımasına alışık olup da tefekküründen gafil kaldığımız bu gölge hadisesine dağ, taş, ay, insan, ağaç gibi nesneleri birer sebep olarak gösterebiliriz. Sebeplerin ve sonuçların yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak, Güneş sebebiyle ağacı gölgelendirip tasvir ederken, ağaçları da Kendi isimlerinin cilvelerine birer gölge olarak yaratıp bir cihetle esmâsını tasvir etmiştir. “Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler, bir Cemal-i Sermedî cilvelerinin bir nevî gölgeleri olduğunu gösterir”3 diyen Bediüzzaman da bu meseleye işaret eder. Demek vazifeleri Yaratıcılarının vahdaniyet ve ehadiyetini ilân etmek olan bu gölgeli gölgeler, vahid-i kıyasî sırrı ile onları tasvir eden Rableri gibi gölgelerini yansıtarak Musavvir ismine mazhar olmaktadırlar. Nasıl ki görme fiili Basar isminin gölgesini, yaşama fiili Hayy isminin gölgesini yansıtır; aynen bunun gibi her şeyi en mükemmel ve harika bir sûrette tasvir edip şekillendiren Fatır-ı Hakim’in Musavvir isminin gölgesi dahi gölgelerin yansıma fiili ile bir cihette tezahür eder. Bu durumda gölgeler dahi Rablerinin ismini tecellî ettirmekle kulluk vazifelerini yerine getirmektedirler. Zaten, âyette belirtilen de, varlıkların gölgelerinin, tıpkı “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp, O’nu tesbih etmesin” (İsra: 44.) âyetinde olduğu gibi Allah’a secde edip, O’na karşı kulluk vazifesini yerine getirdiğidir. Öyleyse Allah’ın isimlerinin gölgesi olan mahlûkatın O’na kul olması gerektiği gibi, gölgeleri dahi O’na kul olmalıdırlar ve olmaktadırlar.

Âyette meydan okumaya ve hatırlatmaya işaret eden “Görmüyorlar mı?” tâbiri ise derin ve hakikî bir mânâyı ifade etmek içindir. Ünlü müfessir Elmalılı Hamdi Yazır da bu konuyu şu şekilde açıklamaktadır: “Görmediler mi? Bir baksalar! Allah’ın yarattığı herhangi birşeye bakıp bir düşünseler, görürler ki gölgeleri boyun eğerek büyüklük taslamadan Allah’a secde ederek sağ ve sola düşüyor. Yani etrafından, yahut doğudan batıya doğru döner, eğilir. Burada secdeden maksat, isteğe bağlı hareketle sınırlı olmayan kayıtsız boyun eğmektir. Yani gölgesi bulunan şeylerin gölgeleri bile sahiplerinin hükmüne ve iradesine değil, Allah’ın emrine mahkûm olmuşlar ve boyun eğmişlerdir. Sahibi ne kadar uğraşırsa uğraşsın gölge yüce Allah’ın emir ve takdiri ile ışığın geliş noktasının istikametinde düşer ve onun dönüşlerini takip eder. Aynı zamanda gölge, ışığın eseri de değildir, cisimler ile ışık arasında öyle bir ilişkiye bir kanuna mahkûmdur ki, işte o kanun Allah’ın bir emridir. Ve bundan dolayı eşyanın gölgelerinde bile hâkimiyet ve tasarruf Allah’ındır. Onlar yerde sürünürlerken sahiplerine değil Allah’a secde eder ve yüce Allah’ın birliğini ilân ederler.”4

Bu noktada Seyyid Kutub’un da yorumu oldukça güzel: “Kur’ân varlıkların ve eşyanın İlâhî yasalara boyun eğişini—bunun en belirgin görüntüsü olan—”secde” ifadesi ile vermektedir. Dikkatleri—uzadıktan sonra geri dönen—gölgelerin hareketine çekmektedir. Gölgelerin hareketi gerçekten de gizli saf duygular üzerinde etkili olan, köklü ve derin bir harekettir. Burada bütün yaratıklar gönülden boyun eğmiş, teslim olmuş ve itaatkâr olmuş biçimde çizilmektedir. Ayrıca bunlara yerde ve gökte bulunan her canlı ilâve edilmiştir. Bu kâinattaki tüm varlıklara bir de melekler ekleniyor. Sonra bakmışız ki sahne, nesneler, gölgeler, hayvanlar ve meleklerle dolup taşmıştır. Hepsi boyun eğmiş, itaate yönelmiş, ibadete ve secdeye kapanmıştır. Allah’a kulluk yapmaya karşı büyüklük taslamıyorlar. Ve O’nun emrine aykırı hareket etmiyorlar. Bu ilginç ve hayret verici ortamda kural dışı kalanlar, sadece büyüklük taslayan ve inkâra kalkışan insanlardır.”5

Âyette değinilen bu mânâların haricindeki bir başka mânâ ise Bediüzzaman’ın tabiri ile sinek kanadı kadar israf etmeyen6 O Mutasarrıf-ı Hakim’in, gölgeleri yaratıp öylece mânâsız ve abesiyet içerisinde bırakıp israf etmemiş olması ve onlara bile adeta yeri öpercesine boyunlarından tutup secde ettirerek gayet manidar bir varlık olarak değer kazandırmasıdır.

Öyleyse âyetten aldığımız derse göre anlıyoruz ki; kâinatta var olan herşey Rablerinin Saltanat-ı Rububiyetine boyun eğerek ve teslimiyetlerini ilân ederek “Müslümanlık” sıfatını kazanıyorlar.

Bu makamda sorulması gereken önemli bir soru ortaya çıkıyor: “Madem ki kâinatta var olan her şey ve gölgeleri Allah’a teslim olup Müslümanlık sıfatını kazanıyorlar, öyleyse mahlûkatın ve ruy-i zeminin halifesi olan insan ve gölgesi ne kadar Müslümandır? Çünkü diğer mahlûkat gibi insanların dahi gölgeleri secde edercesine bir yerlere yansıyorsa, insanın halife-i arz oluşundaki değer nerede kalıyor? Yani ihtiyar nerede?”

Sorunun cevabını, asrın âlimi Bediüzzaman’ın tesbiti ile açıklayabiliriz. Kâinat ağacının en mükemmel meyvesi7 olan insanın muhakkak ki mükemmelliği derecesinde diğer mahlûkattan bir farkı olmalıdır. Hatta insan cihazatça hayvanâta müsavidir. Zira biyoloji ve tıp gibi ilimlerde bile insan ve hayvan hücresi birbirinden ayrılmaksızın aynı kategoride incelenmekte ve insanın yapı ve kabiliyet itibariyle hayvanâta benzediği görülmektedir. Öyleyse diğer mahlûkatın sahip olduğu cihazatın hemen hepsine sahip olan ve kâinatın en cami’ ve mükemmel meyvesi sıfatını taşıyan insanı, diğer mahlûkattan ayıran alâmet-i farikası, sahip olduğu cihâzâtı nasıl kullanacağına yönelik olan akıl ve irade pusulasıdır. Değil mi ki, insanoğlu akıl ve iradesi sebebiyle emanet-i kübrayı taşımaya en muvafık mahlûk olma şerefini kazanmıştır. Çünkü eğer akıl ve iradeye sahip olmasaydı, o da şuursuz ve cüz’î bir kul olarak kalacaktı. Oysa ki insana verilen akıl ve irade, onu sadece fıtratının gerektirdiği sûrette yapmış olduğu ibadetle fıtrî ve şuursuz bir kul olmaktan çıkarıp, şuurlu ve küllî bir kul olma vaziyetine sokuyor. Öyleyse insan, diğer mahlûkat gibi sadece lisan-ı hâli, lisan-ı fıtrîsi, lisan-ı ihtiyacî veya istidadî ile değil, iman ile, şuur ile, rıza ile ve duâ ile, bütün lâtifeleri ile, hatta gölgesiyle bile küllî bir abd olmalıdır. Demek insanın gölgesi her ne kadar secde edercesine sağa sola yansısa da, o gölgenin “Müslüman” vasfını kazanması ancak akıl ve iradenin getirdiği şuurlu bir teslimiyetle alnını seccadeye götürüp süren bir insanın, kendisiyle beraber eğilen gölgesine de secde ettirmiş olmasıyla gerçekleşebilir. Bu durumda her bir azanın mes’uliyetini taşıyan insan, gölgesinden dahi mes’ul olmakla o gölgenin kaynağı olarak Müslümanlığına dikkat etmelidir. Yani insan ne kadar teslim olmuş bir Müslümansa, gölgesi de o kadar Müslümandır. Meselâ kulluğu en küllî mertebede yaşamanın en büyük temsilcileri olan sahabeler, şehadetle şerefleninceye kadar en hayırlı haller üzere olduklarından, bu zamandaki bir insanın bizzat kendisi bile onların gölgelerinin Müslümanlığına yetişemez. Bizler gölgelerimizi, bilerek veya gafletle bazen bir haramın, bazen bir ademin, bazen bir şerrin üzerine düşürdüğümüzden, onların her daim ibadet halinde olan varlıklarının ibadet üzere yansıyan gölgelerine bile yetişmemiz neredeyse imkânsız gibidir. İşte Müslüman kullar ve işte kullukları nisbetinde onların Müslüman gölgeleri!

Dipnotlar:

1- Sözler, s.111, Y.A.N.

2- En’am Sûresi, 59. âyet

3- Sözler, s. 619, Y.A.N.

4- Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri

5- Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’ân Tefsiri

6- Şuâlar, s. 119, Y.A.N.

7- Sözler, s. 497, Y.A.N.

Gülşen HARTAVİ

02.10.2006


Ramazanın kıymettar vaktini zayi etmemeli

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Meyve’nin Dördüncü Meselesindeki bir hakikatin izahını eski Said’in afaka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hadisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için mânen kalbime kaç defa ihtar edildi ki, o geniş ve karışık fırtınalı hakikatin kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’inde, Risâle-i Nur şakirtlerinin meraklarını tadil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mesele çok geniş, vaktim de dar, halim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyvenin o Dördüncü Meselesinde denilmiş ki:

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” meâlinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve afaki hadisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan biçareler! Eğer “İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lâzım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir” derseniz, ben de derim:

Kat’iyen biliniz ki, insanın, çok mu’cizâtlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemâl-i merakla temâşâsına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat ve fânî, tahripçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisât-ı acîbeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm tâifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hâdisâtın yüz defa daha mûcib-i merak ve rûhânî, mânevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakîkî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler dâimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakîkî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î... Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhîtten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin Onun tasarrufunda ve senin cismin Onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin rubûbiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihâyetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divânelik olduğu târif edilmez.

Hem imân ve hakîkat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakîkî vazîfe-i insâniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş dâire ise siyâset dâiresidir. Hususan böyle umûmî ve mücâdele sûretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir imân lâzım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, imân sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hatta ehl-i hakîkat, hakîkat ve mârifetullahı bulmak için, kesret dâirelerini unutmaya çalışıyorlar—tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fânî şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imânlar taşıyan bir kısım Sahâbeler ve onlara benzeyen mücâhidînden, Selef-i Sâlihinden başka, siyâsetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakîkî dindar, müttakî olanlar, siyâsetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyâsetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakîkî dindar ise, “Bütün kâinâtın en büyük gâyesi ubûdiyet-i insâniyedir” diye, siyâsete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dîne ve hakîkate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâkî elmasları kırılacak âdî şişelere âlet yapar.

Elhâsıl: Nasıl ki sarhoşluk, hakîkî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de, böyle fânî boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takip etmek bir nevî sarhoşluktur ki, hakîkî vazifelerden gelen ihtiyâcât ve yapmamaktan gelen teellümâtı muvakkaten unutturduğu için menhus bir zevk verir. Veya tehlikeli bir ye’se düşüp “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer Sûresi: 53) âyetindeki emr-i İlâhiye muhâlefet eder, tokada müstehak olur. Veya “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi: 113) olan şiddetli tehdid-i İlâhî tokadına mazhar olur, zâlimlerin zulümlerine hasbî olarak mânen iştirak eder, bi’l-istihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.

Emirdağ Lâhikası, s. 52

Lügatçe:

Bahr-i Muhît: Büyük okyanus.

zulm-ü zulmet: Karanlık zulüm.

mârifetullah: Allah’ı tanıma, bilme.

kesret: Çokluk.

müttakî: Takva sahibi, kendini haramdan sakındıran.

Bediüzzaman Said NURSİ

02.10.2006


İnsan, kendi hayat çiftliğinin hizmetkârıdır!

İnsana, “hayat” denilen öyle geniş ve büyük bir çiftlik verilmiş ki, içinde her türlü donanım ve hizmet var. Peki, insan bu çiftlik için neler yapıyor?

İnsanın hayatla iletişimi…

Hayat ile aramızda çift yönlü bir iletişim olmasına rağmen, çoğu kez, benliğimize olan düşkünlüğümüz yüzünden tek taraflı algılarız kendi kâinatımızı. Sanırız ki, bu kâinatta yalnızca “ben” var. Oysa hayatta bize ait olduğunu sandığımız o kadar çok işler ve işlemler var ki, biz bunların ne mahiyetlerinden ve ne de sonlarından haberdar oluyoruz. Neler mi bunlar:

Cesedimiz: Hani o gençliğinde zarif bir güle benzerken, yaşlanınca kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine dönüşüveren şu cesedimizden söz ediyorum. Nasıl çalışır; neler olup biter; işleyişi nasıldır, hangi mekanizmalarla donanımlıdır; farkında mıyız sanki? Hani umurumuzda da değil! Böylesine umursamazlık içindeki bir insansak, kalkıp da bu cesedimize nasıl “benim” diyebiliriz?

Peki, farkında olmalı mıyız? Evet! Umursamak zorunda mıyız? Evet! O zaman, işleyişine pek karışma şansın olmayan cesedine bakmakla mükellefsin. Temizliğinden, bakımından, onarımından, düzenlenmesinden, estetiğinden ve diğer işlemlerin yerine getirilmesinden sorumlusun!

Madem kendi hayat çiftliğinin hizmetkârısın, bir emanet olan çiftliğinde, emaneti hakikî Sahibine geri teslim edinceye kadar görevlerini yerine getir. Sağlığına dikkat et meselâ. Sağlıklı bir ceset sana iyi bir yol arkadaşıdır. Dişlerini fırçala. Temizliğine özen göster. Tırnaklarını kes. Sigara ve uyuşturucudan kaçın. Alkol alma. Yanlış beslenme. Hırs, öfke, kıskançlık gibi negatif davranışlardan kaçın. Davranışlarını organize et. Düşünerek adım at.

Sonra, bu cesedine takılı bulunan beş dışsal duyularını zinde tut. Gözünü güzellikleri görmede kullan. Göz penceresinden bakan ruhunu yaralayan şeylerle ilgilenme. Gözünü, onu senin cesedine takan ve gerçek görme Kendisine ait “Sâni-i Basîr”e sat! Yani, O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştır. O zaman, o bir çift gözün, büyük bir kitap olan kâinatın bir çeşit okuyucusu, kâinattaki san’at eserlerinin seyircisi ve dünya bahçelerinde her şeyin güzeliyle ilgilenen bir bal arısı derecesine çıktığını göreceksin!

Dahası, diliniz meselâ… Dilinizin, midenizin hesabına çalışan bir kapıcı mı olmasını istersiniz; yoksa dünya yüzündeki çeşitli ve farklı nimetleri tadıp şükreden bir gurme olmasını mı? Karar sizin!

Mademki bedeniniz bir emanet, ona iyi bakın! Hatta bu konuda sineği de örnek alın. Evet, evet, hani o küçücük sinekçik, küçücük zarif kanatçığıyla bedenini sürekli temiz tutmaz mı? Biz de en az o sinekten geride kalmamalıyız.

Bir kimyagerin araştırmalarına göre insanın değeri komik denecek kadar düşük olup adeta sudan ucuzdur. Çünkü vücudumuzda yedi kalıp sabun yapacak kadar yağ, orta boyda çivi yapacak kadar demir, ancak bir kahve fincanı dolduracak kadar şeker, bir tavuk kümesini boyayacak kadar kireç, 2000 kibrit yakacak kadar fosfor, ufak bir topun atımına yetecek barut için potasyum bulunmaktadır.

Madde itibariyle bu kadar ucuz olduğu halde tek bir organını bile dünyaya değişmeyen insan, kendisine verilen bu değerin kıymetini bilmeli ve yine kendisini kâinatın dilenciliğinden kurtarıp, bütün mahlukatın sultanı yapan Zât’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirmelidir.

Aksi takdirde gerçek değer, kokuşmaya mahkûm birkaç kilo et, birkaç litre kan ve bir yığın kemikten ibaret kalacaktır.

Teklif: Sahiplendiğiniz ve çok yoğun ilgi gösterdiğiniz cesedinizi maddî-manevî bakımda tutun!

B. Sait ÇİFTÇİ

02.10.2006


NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR

Onuncu Söz

Onuncu Söz, önce Haşir Risâlesi adıyla telif edilmiştir. 1926 yılı Berat Kandilinde yazılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Berat Gecesinin bir kandili olarak adlandırılmıştır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 105)

Onuncu Söz hakkında Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Bundan sekiz dokuz sene evvel, Onuncu Söz, sekiz yüz nüsha yayılmasıyla, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi; ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün harika bürhanlarını gözlerine soktu. Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azim imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti susturdu.” (Tarihçe-i Hayat, s. 219)

“Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarâttır; sâir risâleler dahi umumen öyledir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 175)

“Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı def etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda Onuncu Söz çıktı ve tab edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı, onu gören herkes kemâl-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirâne fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 106)

“Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir.” (Sözler, s. 479)

“Onuncu Söz’de ispat edildiği gibi, bütün mevcudat bütün hakaikiyle dâr-ı âhirete işaret ediyorlar.” (Mektûbât, s. 244)

Fatma ÖZER

02.10.2006


Ramazan, empati geliştirir

Fakirlere yardım noktasında, hepimizce malûm ki, istenilen sadece olayın maddî boyutu değildir. Tam 2da bu yönüyle ilişkilerimizi düzenlemede bize önemli bir şifre sunar mübarek Ramazan. Yani “empati” (kendini ötekinin yerine koyma durumu) kurmamız istenir. Ötekinin sıkıntısını, derdini paylaşacağı sadece güvenilir bir insan olarak kalmayıp, kendimizi dostumuzun yerine koyarak, nasıl ve hangi yöntemlerle ona yardımcı olacağımızı düşünmeliyiz ve onu bu sıkıntısından kurtaracak şartları öncelikli olarak yerine getirme gayretinde olmalıyız. Ramazan, manevî olarak da kendimizi başkasının yerine koymak gibi önemli erdemlerden birini bize hatırlatmış olur.

Yasemin Uçal ABDULLAH

02.10.2006


Selim saatler

Misafirlikte yeni yayına giren “Sağır Oda” filmini kısa da olsa seyretmek sıktı beni… Ne kadar da sığ bir film… Ne büyük hakikat katliâmı gösterilen görüntü… Gözler körleştiriliyor… Kalp odası sağırlaştırılıyor… Temiz dimağlar bombalanıyor… Duru duygular dinamitleniyor… Dünyalar savaşı sanki…

Görselliğin hükümranı firavunlar sihir silâhıyla vuruyor… Selimi silâhlı, silahlıyı da selim göstererek… Odaları sağırlaştırıyorlar cam kafeslerle… Kafeslenmiş kafalar beyazı siyah, siyahı beyaz görüyor.

Selim Müslüman “Selâm”ın aynasıdır. Barıştır, sevgidir, hoşgörüdür şiârı… Düşmanıyla karşılaşmaktan kaçınır, karıncayı bile ezmek istemez. Çimleri çiğnemektense kuru toprağa basmayı tercih eder. Bastığı yerleri de toprak diye geçmez, anlam adımlarıyla tefekkürle yürür yeryüzünde. Yüzünü ukbaya çevirmiş, yükünü tevekkülle bırakmıştır Kadîr-i Hâkim’e.

Hikmetten doğar sevgi… Hikmet sevdalarla doludur sadrı… Şefkat yayılır gönlünden… Kâinatın kalbini dinler kalbi… Rahman zikrini duyar kulağı… Hakikatin renklerini görür gözleri… Zulme tenezzül zayıfların silâhı… Kâinatın Sultanına dayanan zayıf mıdır? Sevgisiz sığlıkta boğulan zulüm ipine tutunur. Sevgi denizlerinde şefkatle yüzen bir sadırdan zulüm damlar mı?

Yok yok dünya daha tersten dönmeye başlamadı… Firavun firavundur, Musa da Musa… Selim silâhıyla zulmetmez, zalim de selim olmadı henüz. Yeryüzüne sahiplenmekten önce kafaları kafeslemek istiyor birileri… Global zalimler sağır odalara hapsedip cam zulümler ediyor.

Odalar ıssız, odalar renksiz… Sevgi ellerle kâinat bahçesinde gezdirilmeyi bekleyenleri bekletmemeli şefkat kahramanları… Kuşatmayı kırmalı kalpleri kazanarak…

Camların ötesinde canlara hitap edebilmek, hikmeti sevgiyle söylemek… Duvarlara değil duygulara dinletebilmek hakikati… Selim saatler için “Sağır Oda”ları boşaltmalıyız.

Hüseyin EREN

02.10.2006


‘İftara bize buyurun’

Mübarek Ramazan ayının henüz ilk günlerindeyiz. Önümüzde bir hayli zaman var. Fakat yine de programımızı şimdiden ayarlamakta yarar görüyorum.

Kur’ân ayı olan Ramazan’da hatimlerimizi, ibadetlerimizi, eğer yaşadığımız şehirde mübarek makamlar ve ziyaret edilecek önemli zatlar varsa oraları ziyaret, büyüklerin hatırını sormak, mağdur ve yardıma muhtaç aileleri veya insanları bulup onlara yardım etmek gibi vazifeleri edâ ettikten sonra önemli bir geleneği de unutmamak gerekiyor.

İftar yemeklerine dâvet edeceğimiz dost ve arkadaşları tesbit edip onlar için de uygun olan zamanı ayarlamak bence önemli bir husus.

Bu düşüncede olanlar eğer dâvetlerini son zamanlara bırakıyorsa benim gibi sıkışacaklardır.

Ya sizin için zaman uygun olmuyordur ya da dâvet ettiğiniz insanlar başka yerlere söz vermişlerdir. O zaman da işin yoksa kimi kiminle denkleştirip dâvet edeceğiniz konusunda daralıp kalıveriyorsunuz.

Bu yıl benim için bu sıkıntı had safhada.

Yurt dışındaki oğlumun bu Ramazanda bizimle olması sebebiyle istedim ki bir hafta oğlumla ailece baş başa olalım, aynı masada telâşsız ve samîmî iftar yemekleri yiyelim.

Ben bu düşüncedeyken bir de baktım ki Ramazan yarılanmak üzere.

Oysa yemeğe almak istediğim onca dost ve akraba var. Hangisinden başlamalı, birkaç aileden oluşacak isimleri nasıl tesbit etmeli telâşına düşünce diğer vecibeleri ve güzellikleri yaşamaya vakit az kalıyor.

Bu önemli mi diye soranlar olacak aranızda. Bunu hissedebiliyorum. Bence çok önemli. Çünkü, çok diyar gezdim. Çok gurbet yaşadım. Çocuklarım ailesinden uzakta çok Ramazanlar geçirdi.

İftar dâvetlerinden kasıt öncelikli olarak garipler, yalnızlar olmalıdır değil mi?

Henüz yeni gittiğimiz yerlerde tam çevre edinemediğimiz Ramazanlarda çocuklarım sorardı: ‘Anne biz niye iftara birilerine gitmiyoruz?’ diye.

Diyemezdim ki, ‘Yavrularım insanlar birbirlerini ağırlamakla meşgul, biz henüz akıllarına gelmiyoruz.’

Dört yıl İstanbul’da yaşayan oğlum derdi ki: ‘Anne bir yemek firmasına veriyorlar siparişi, alın size iftar yemeği deyip sıra savıyorlar. Kaldığımız apartmanda sırf öğrenci olduğumuz için bize kıyamayan bir Karadenizli teyzenin arada bir verdiği ev yemekleri de olmasa inan ev tadını unutacaktık.’

İnsan sevindirme ayı olan Ramazanda bence iftar dâvetlerini önce gurbetçi olanlara vermekte yarar var. Onların anaları, babaları, teyze ya da akrabaları yok ki iftara çağrılsınlar. Körler sağırlar birbirlerini ağırlar hesabı ben teyzemi, teyzem beni çağırmasın sadece, onların yanına bir de gurbetin yalnızlığını çeken birilerini de katsak fena mı olur?

Hele öğrenciler…

Zaten ailelerinden uzaktalar. Zaten ev yemeğine, ev ortamına hasretler. Bir de bizler hazır yemeklerle sıra savar gibi yemek verirsek veya tamamen unutursak olur mu?

Geçen Ramazan çocuklarım bizden ayrıydı. Her türlü yemek hazırlayıp derin dondurucularına koymama rağmen diyorlardı ki, ‘Anne masadaki yemekler bize, biz yemeklere bakıyorduk. Canımız yemek istemiyordu bile. Kendimizi garip ve kötü hissediyorduk.’

Neyse ki dünya iyisi komşularım vardı. Sahurlar da dahil olmak üzere çocukları yalnız koymadılar. Hatta içlerinde biri vardı ki, kendisine sık sık gitmekten çekindiklerini anlayınca pişirdiği yemekleri alıp geçiverirdi bizim eve. Kendi çocukları ve bizimkilerle şen-şakrak iftar yemeklerinin ardından namaz için ayrılırdı.

Şimdi düşünüyorum da bu hanımın aldığı duâ ve sevindirdiği iki gencin kendisine olan hüsn-ü zannı az bir nimet miydi?

Hani ‘kardeşiz’ diyoruz ya… Müfritane irtibat, muhabbet diyoruz ya… Okuduklarımız uhuvvet, kardeşlik üzerine ya…

‘Acaba uyabiliyor muyuz?’ diye sormalıyız kendimize..

Yoksa okuduklarımız ve baş salladıklarımızla uyguladıklarımız arasında bir kopukluk mu var?

Allah rızası için yemek ve yedirmek ise aslolan, sahiden bunu ortaya koymalıyız. Yoksa gönül kırıklıklarına sebep olacaksak yedirmenin-içirmenin ne anlamı var?

Belki de kazancımızın bereketinin zayi olmasının temelinde bu var.

İftar dâvetlerini asla es geçemiyorum.

Akraba hakkını daima saklı tutmak kaydıyla, gurbetçiler, öğrenciler, yaşadıkları yerde bir yakını olmayanlar daima favori konuklarım.

Yaşadıklarım bana bunu öğretti.

Özel dâvete gerek bile yok.

Eğer yolunuz Türkiye’nin en doğusuna düştüyse ve kendinizi yalnız hissediyorsanız soframız daima açık.

‘İftara bize buyurun’

Hülya YAKUT

02.10.2006


Öfkeyi yenmek

Yüce Allah bizleri birçok güzel duygularla süslemiştir. Yalnız, bu duyguları hem iyi yönde, hem de kötü yönde kullanmak mümkündür. İnsanda bulunan belli başlı duygulardan biri de öfkedir. Yaratılışça sınırlandırılmayan bu duygu, kendi başına bırakıldığında aşırılıklar arasında bir ibre gibi devamlı oynar.

Öfkeyi belli bir ölçüde tutmak, ancak sağlam bir irade ile mümkündür. İyi bir eğitim, güçlü bir inanç ve keskin bir iradeyle kontrol altına alınan öfke, insanı gerçekten huzur dolu bir atmosfere ulaştırır.

“Öfkeyle kalkan zararla oturur” atasözünün doğruluğunu bizzat yaşayarak görenlerimiz çoktur. İnsan, bir defa öfkesine kapıldı mı, aklı başından gider, sonu pişmanlıkla bitecek maceralara sürüklenir. Yerine göre vurup kırar, yakıp yıkar, öldürür. Bazen ıztırabını bir ömür boyu çeker.

Dizginlenmeyen öfke, insan için bir zehirdir. Öfkenin zararlarından dolayı, Allah Resûlü (asm), kendisinden, kısa ve unutulmayacak bir şey öğretmesini isteyen sahabeye, tek kelimeyle “Hiddetlenme!”1 buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (asm) bir gün: “Siz aranızda kimi pehlivan kabul edersiniz?” diye sordu. Ashab:

“Erkeklerin yenmeyi başaramadığı kimseyi!” dediler. Tekrar Resûlullah (asm) şöyle buyurdu:

“Hayır! Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.”2

Gerçek mü’minler için Kur’ân-ı Kerim’de “Onlar, bollukta ve darlıkta bağışta bulunurlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever”3 buyrulur. Şûrâ Sûresinin 37. âyetinde ise, “Öfkelendiği zaman bağışlayanlar” övülmektedir.

Dinimiz öfkelenmemeyi tavsiye ederken, öfkelenen bir kimsenin sinirlerini nasıl yatıştıracağını da öğretmektedir. Peygamber Efendimiz (asm) bakınız ne buyuruyor:

“Öfke şeytandandır. Şeytan ise, ateşten yaratılmıştır. Ateşi ise, ancak su söndürür. Sizlerden biri öfkelendiği zaman abdest alsın.” Ve yine “Sizden biri öfkelendiği zaman ayakta ise otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ. Yoksa uzanıp yatsın.”4

Bir gün iki kişi Resûlullah’ın (asm) huzurunda küfürleştiler. Birisinin yüzünde öfkesi belli oluyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Ben bir kelime biliyorum. Eğer onu söyleyecek olsa, kendinde beliren öfke giderdi: Eûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm.”5

Evet, buraya kadar ifade edilen öfke, zarar verenidir. Yoksa yiğitliğe dönüşen, orta yolda kullanılan öfke zararlı değildir. Ne korkup zillete düşeceğiz, ne de öfkelenip hak ve hukuka zarar verici hale geleceğiz. Sadece haklarımızı çiğnetmeyecek, gerektiğinde kahramanlığı ele alıp düşmanlarımızı zararsız hale getireceğiz. O zaman öfke duygusu, yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmış olur.6

Dipnotlar:

1- Buhârî, Edeb, 76.

2- Ebû Davud, Edeb 106.

3- Al-i İmran Sûresi : (3) 134.

4- Ebû Davud Edeb, 4.

5- Müslim, Birr ve 109

6- İ. Ünal, Görgü 132-134

Necmi ÜNLÜ

02.10.2006


Takvim

Kapatılır Cehennem kapıları,

Gelince ol Rahmet Ayı.

Dokuz gündür tüm azalar,

Terk ettiler günahları.

Ferhat ÖĞMEN

02.10.2006


Takvim

On bir ayın sultanıdır

Kalplerde hep huzur vardır

Eller duaya açılır

Dokuz gündür nur saçılır

Celal YALÇIN

02.10.2006


Dörtlük

Ölüm varken bu dünya, ruhlara dar her zaman.

Vicdanlarda sonsuzluk arzusu var her zaman.

Hayatında ihlâsı rehber yapan mü’mine,

Allah bu zorlu yolda Ebedî Yar her zaman.

Abdülkadir MENEK

02.10.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

İsrafil (as) gökten neden indi?

İbn-i Abbas (ra) anlatıyor:

Peygamber Efendimiz (asm) Cebrail Aleyhisselâm ile Safa’ya doğru giderlerken Hz. Cebrail’e (as):

“Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in evinde akşamdan sonraya bir avuç un kalmamıştır.” buyurdu.

O sırada gökten korkunç bir ses duyuldu. Peygamber Efendimiz (asm):

“Kıyamet mi kopuyor?” buyurdu. Cebrail Aleyhisselâm:

“Hayır. Senin sözünü duyan İsrafil yere indi. İşte buradadır.” Buyurdu.

İsrafil Aleyhisselâm:

“Ya Resulallah, Allah sözünüzü işitti. Ve yerin hazinelerinin anahtarları ile beni sana gönderdi. Bunları sana arz etmemi ve istersen Tihame Dağını gümüş, altın, yakut ve zümrüt yaparak içinde sizi gezdirmemi emretti. İstersen hükümdar bir peygamber, istersen kul bir peygamber olarak kal. Bu ikisinden hangisini tercih edersin?” dedi.

Cebrail Aleyhisselâm işaret etti. Peygamber Efendimiz (asm):

“Ben, kul bir peygamber olmayı, bir gün aç, bir gün tok yaşayıp, acıktığım gün Allah’a tazarru ve niyazda bulunmayı, doyduğum gün de Allah’a hamd etmeyi tercih ederim.” buyurdu.

(Tirmizi)

Süleyman KÖSMENE

02.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004