Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ancak Bizden erişecek bir rahmetle kurtulurlar ve kendileri için takdir edilen bir zaman kadar yaşarlar.

Yâsin Sûresi: 44.

16.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki dilinin, midesinin ve tenâsül organının şerrinden korunmuşsa, Cennet ona vâcip olmuştur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3757

16.10.2006


Ferec için ekseriyetin halis duâsı şart

Kardeşlerimizden Çaprazzâde Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten, bu geçen Ramazan’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de, birden, sünühat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:

Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, “Bazen belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” (El-Hâkim, el-Müstedrek, 1: 492.) Şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İspatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.

İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nevinden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.

Evet, Ramazan-ı Şerifte bid’aların ref’ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duâsı bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef camilere Ramazan-ı Şerifte bid’alar girdiğinden, duâların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref’ eder; ekseriyetin hâlis duâsı dahi ferec-i umumîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.

(Lem’alar, 16. Lem’a, s. 154)

Lügatçe:

ehl-i keşif: Perdeli olan hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla bilen velîler.

ferec: Ferahlık, sıkıntıdan kurtuluş.

fütuhat: Fetihler, zaferler, İlâhî feyizler.

hilâf-ı vâki: Vakıaya aykırı.

sünühat: Kalbe gelen mânâlar, doğuşlar.

muhtasar: Kısaltılmış, özet.

mukadderat: Takdir edilenler.

şerâit: Şartlar.

muttali: Bilgili, malûmat sahibi.

ecel-i muallâk: Gizli ve zamanı belli olmayan ölüm.

Levh-i Ezelî: Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kader levhası.

Levh-i Mahv-İspat: Cenâb-ı Hakkın yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası hükmünde olan işleri.

muallâk: Asılı, asılmış. Havada, boşta, boşlukta duran.

bid’a: Dinin özüne ters olan, sonradan dine sokulan âdetler.

ref’: Kaldırma.

ferec-i umumî: Umumi ferahlık.

kuvve-i cazibe: Çekme kuvveti.

16.10.2006


Big Bang teorisi ve yaradılış (1)

“İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir. Öyle ise, muktezâ-i hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem, öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve esâsâtını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Mâdem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nevden başka şecere yok; öyle ise, ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezâsıdır. Çünkü, çekirdek dâimâ çıplak olamaz. Mâdem evvel-i fıtratta, meyve libasını giymemiş; elbette, âhirde o libası giyecektir. Mâdem o meyve insandır ve mâdem insan içinde, sâbıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmdır; elbette, kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek, en âhir bir meyve sûretinde görünecektir.

“Ey müstemi’! Şu acîb kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’âd etme! Bir nevî âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhisselâtü Vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurânî bir hayt-ı münâsebet var. İşte Mi’rac, o hayt-ı münâsebetin gılâfı ve sûretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliyâ-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nurânîde, Mi’rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamât-ı âliyeye çıkıyorlar.

“Hem, sâbıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray sûretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medârı, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü, bir şeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar onun nuru olmak lâzım gelir.” (Sözler, s. 532)

Bu ifade çok derin mânâları hâvîdir.

Biz meselenin Big Bang teorisi ile ilgili tarafına kısa bir izah getirmek istiyoruz. Zira ifade, 1922 yılında temelleri oluşturulan ve 1989 yılında tam olarak ispat edilen Big Bang teorisine hatta daha ilerisine işaret ediyor.

Peki, Big Bang Teorisi nedir?

Big Bang teorisi materyalist felsefeyi yerle bir eden, kâinatın yoktan yaratıldığını ispat eden ve bu gün inansın veya inanmasın bütün bilim adamları tarafından kabul edilen bir yaratılış teorisidir.

1922’de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein’in genel izafiyet teorisine göre kâinatın sabit ve durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin kâinatın genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann’ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak kâinatın bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini iddia etti. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da tesbit edilebileceğini belirtti.

Yapılan hesaplamalar, kâinatın tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, korkunç çekim gücü sebebiyle “sıfır hacme” sahip olacağını gösterdi. Kâinat, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya “Big Bang” (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi. Big Bang’ın gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre, kâinat “yok” iken “var” hale gelmişti. Bu ise, kâinatın bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin “Kâinat, sonsuzdan beri vardır” tezini geçersiz kılıyordu.

1948 yılında bilim adamları, büyük patlamadan arta kalan ve kâinatın genişlemesiyle birlikte soğuyan ışınımın (radyasyon) yaklaşık -268 °C’lik bir sıcaklığa sahip olması gerektiği sonucunu teorik olarak hesapladılar. Aradan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra 1965’te iki elektronik mühendisi duyarlı bir radyo antenini ayarlarken, antenin algıladığı sinyallerle kâinatın yaklaşık -270 °C’lik bir radyasyonla dopdolu olduğunu fark ettiler. Böylece 20 yıl önce teorik olarak hesaplanan sonuç ispatlanmış oldu.

Bu yıldan sonra Big Bang teorisi deney yolu ile de ispatlanmış oluyordu.

1965 yılındaki bu ispat hâlâ bazı bilim adamalarını ikna etmemişti. Bunun üzerine NASA 1989’da uzaya bir uydu fırlattı. Maksat büyük patlamadan sonraya kalan radyasyonu ölçmekti. Uydu daha fırlatılışından kısa bir süre sonra kesin olarak bu radyasyonun varlığını doğruladı. Böylece 1989 yılında bu teori kesin olarak kabul edilmiş oldu.

Özetlersek:

Bu teoriye göre;

1- Kâinat yoktan var edilmişti,

2- Kâinatın öncesi yoktu, yani zaman ve mekân aynı anda yaratılmıştı,

3- Materyalist felsefenin dediği gibi kâinat ezelî ve ebedî değildi,

4- Kâinat büyümeye ve genişlemeye devam ediyordu,

5- Böylece kâinatı bir son bekliyordu.

İşte Big Bang teorisinin kısa bir özeti bu.

Peki bu teorinin yukarıda, Mirac Risâlesinden naklettiğimiz ifadeler ile bağlantısı ne?

Bediüzzaman Hazretleri bu ifadelerle Big Bang teorisine mi işaret etmiş oluyor?

Bu ifadelere göre Big Bang teorisi yaratılışı açıklamak açısından yeterli mi?

Yoksa daha ileri keşifler mi gerekiyor?

Bu ve benzeri soruların cevaplarını da, yarınki yazımızda naklettiğimiz ifade içinden bulmaya çalışalım.

—Devamı yarın—

Halil AKGÜNLER

16.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

FUSSİLET

1. Ey iki günde yedi göğü var eden ve her göğün işini kendisine bildiren! (12)

2. Ey hem bağışlayıcı, hem can yakıcı azap sahibi olan! (43)

3. Ey her şeyi ilim ve kudretiyle kuşatan! (54)

ŞÛRA:

1. Ey insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayan övülmeye lâyık hakikî dost! (28)

2. Ey dilediğini yaratan, dilediğine kız çocuk, dilediğine erkek çocuk bağışlayan! (49)

ZUHRUF:

1. Ey birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kılan ve rahmeti onların biriktirdiklerinden hayırlı olan! (32)

2. Ey kullarının sırlarını ve gizli konuşmalarını işiten ve bunu yanlarındaki elçileri yazan! (80)

3. Ey gökte de, yerde de ilâh ve ma’bud olan, Hakîm ve Alîm! (84)

16.10.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Risâle-i Nur’un değeri

Risâle-i Nur’un yüksek değerini tam beyan etmek mümkün değildir. Onun kıymeti, onu daimî ve sadakatla okuyanların ruhunu o kadar sarıyor, o kadar kendine râm ve meftûn ediyor ki, tahkikî imân mertebelerinde terakkî eden o fedakârlardan birinin başına bütün din düşmanları toplanıp Risâle-i Nur’dan vazgeçirmeye çalışsalar yine muvaffak olamazlar ve olamadılar.

Ben ki, Risâle-i Nur’u telifle vazifelendirilen ve istihdam edilen Üstadın hizmetçisi olmayı en büyük bir nimet bilirim. Hizmetçisinin hizmetçiliğini yapmayı bir şeref addederim. Bu kalbî ve samimî bağlılığı çok görenler olabilir, fakat hiç de fazla bulmamalıdır. Meselâ, kıymetli bir eser okuruz, müellifine karşı içimizde az çok bir takdir hissi belirir. Molière’in, Hugo’nun, Goethe’nin eserlerine bir hayranlık duyarız. Acaba İslâm dininin rehberi olan Kur’ân-ı Hakimi tefsir eden bir İslâm dâhisinin şahsına karşı bağlılığın derecesi nasıl olmalıdır? O meşhurlardan birinin eseri kâğıda yazılırsa, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân tefsiri olan Nur Risalelerini altın sayfalara nakşetmek lâzımdır. Dine muarız olmayan müstakim bir filozofun eserini tetkik için saatlerce çalışılırsa, iki cihanın saadetini ders veren Bediüzzaman’ın eserlerini okumak için uykularımızı terk etmek gerektir. Evet, dünyevî bir kitaba beş lira ödersek, Risâle-i Nur gibi dünya ve âhirette insanı mes’ud kılan ve en yüksek bir mevki ve şerefe nâil olan bir tefsir-i Kur’ân’a yüz lira veririz ve veriyoruz. İcap ederse onun neşri uğrunda servetimizi de feda etmek İslâm cengâverlerinin torunları olan biz gençlere lâzım ve elzemdir arkadaşlar!

16.10.2006


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

Urdan eser kalmadı

Şürehbilü’l-Cu’fî’nin meşhur kıssasıdır ki:

Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle oğdu. O urdan hiçbir eser kalmadı.

Mektubat, s. 141

16.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004