Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Büyükanıt Paşa parti lideri mi?

Büyükanıt Paşa parti lideri mi? Bu sorum yeni değil.

Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Kara Kuvvetleri Komutanı’yken de bu soruyu bu köşede birkaç kez sormuş, bir asker kişi olarak çok fazla siyaset konuştuğunu belirterek kendisini eleştirmiştim.

Bugün de değişen bir şey yok.

Büyükanıt Paşa, Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturduktan sonra da siyasal konularda konuşmaya devam ediyor, gazetelere siyasal nitelikli açıklamalar yapmayı sürdürüyor.

Adını koymadan hükümeti, Meclis Başkanı’nı, sivil toplum kuruluşlarını eleştirebiliyor.

Tıpkı bir parti lideri gibi...

Bu açıdan vermiş olduğu son örneğin, bugüne kadarki çıkışlarıyla mukayese edildiğinde daha da çarpıcı olduğu söylenebilir. Çünkü bu kez bir muhalefet liderine, DYP Genel Başkanı Ağar’a cevap yetiştirdi Büyükanıt Paşa...

Nereden baksan yanlış!

Bir Genelkurmay Başkanı’nın bir muhalefet liderini böylesine uluorta eleştirmesi, demokrasilerde olağan bir durum değildir. Çünkü, düpedüz ‘siyaset yapmak’tır Büyükanıt Paşa’nın bu tutumu.

Oysa siyaset askere yasaktır!

Demokrasilerde böyledir.

Demokrasiyi demokrasi yapan temel ilkelerden biridir, askerin siyasetten uzak durması.

Askerin siyaset yapması suçtur. Askerle siyasetin, askerle iktidar ve muhalefetin arasında bazı kırmızı çizgiler vardır uyulması gereken.

Ama gel gör ki, Büyükanıt Paşa anlaşılan askerle siyaset arasındaki bu kırmızı çizgileri pek öyle önemsemiyor.

Genelkurmay Başkanı olduktan sonraki konuşmalarında askerin siyasetle ilgisi olmadığını bir söylem olarak tekrarlamaya devam etse de, bunlar birer klişe gibi kâğıt üstünde kalıyor.

Yani inandırıcı olamıyor.

Mehmet Ağar örneğinde olduğu gibi, bal gibi siyaset yapıyor Büyükanıt Paşa.

Oysa, demokratik bir rejimde bu görüşler kapalı kapılar arkasında ifade edilebilir. Bunun için Milli Güvenlik Kurulu gibi, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la haftalık buluşmalar gibi meşru zeminler vardır.

Bu meşru zeminleri bırakıp, iktidarı ya da muhalefeti kamuoyu önünde muhatap almak yanlıştır. Bir değil, tam dört kez yanlıştır.

Birincisi:

Demokrasilerde asker sivile tabidir ilkesi açısından yanlış.

İkincisi:

Siyaseti gerdiği için, sivil-asker ilişkilerine zarar verdiği için, siyasal ve ekonomik istikrarı olumsuz etkilediği için yanlış.

Üçüncüsü:

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, Genelkurmay Başkanlığı makamını yıpratacağı için yanlış.

Dördüncüsüne gelince...

DYP Genel Başkanı Ağar’ın Güneydoğu ve Kürt sorunu ile ilgili olarak söylediklerinde isabet vardır. PKK’yı dağdan indirmenin, şiddete son vererek siyasetin önünü açmanın ve anaların acısını, gözyaşını bitirmek için çaba sarf etmenin ya da ateşkesi bir fırsat olarak görmenin eleştirilecek bir yanı ne olabilir ki?..

Kısacası:

Büyükanıt Paşa’nın bir parti başkanıymış gibi davranması hata. Çünkü askeri siyasetin içine çekiyor. Ve parti liderleri de kendisine yanıt vermek zorunda kalıyorlar.

Nitekim Mehmet Ağar da, ANAP lideri Erkan Mumcu da Büyükanıt Paşa’yı muhatap alan eleştirel çıkışlar yaptılar.

Başbakan Erdoğan’la Dışişleri Bakanı Gül’ün Ağar’ı kollayan açıklamalarında da Büyükanıt Paşa’yı onaylamayan bir üslup dikkati çekiyordu.

Bir tek Baykal’ın duruşu Büyükanıt Paşa’dan yanaydı ki, bu da şaşırtıcı değil.

Son söz:

Asker-sivil ilişkilerini rayından çıkarıcı tavırların bu ülkeye hiçbir hayrı ve yararı dokunmaz.

Milliyet, 17.10.2006

Hasan CEMAL

18.10.2006


 

Ağar-Büyükanıt tartışması

Giderek şöyle bir düşünce yer etti zihnimde demek ki, Türk Ordusu’ndaki her rütbeden subayın, özellikle de gençlerin nezdinde, üst rütbeli komutanların konuşkan olanları daha bir makbuldür.

Konuşkan orgenerallerin sözlerini içeren haberleri okurken, bu izlenimi alıyorum. İmam Hatip Liseleri’nin öğrencileri benden farklı düşünüyorlar diye onları kınamaya hakkım olmadığı söylenebilir. Aynı şey Askerî Liseler öğrencileri için de doğru olabilir. Ama yöneticilerin ve komutanların, biz yaşını başını almışlardan çok, lise öğrencilerine şirin görünme endişesiyle hareket etmeleri ve konuşmaları ne derece isabetlidir diye de ciddî bir tereddüdüm var doğrusu.

Bu genel bir değerlendirme. Özelde, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ile Genelkurmay Başkını Org. Yaşar Büyükanıt arasındaki tartışmayla meşgulüz.

Ben bu olana temelinden karşıyım. Genelkurmay Başkanı ile bir siyasî parti başkanının, siyasî bir karar veya teklif konusunda «sellemehüsselam» (hiçbir ilkeye aldırış etmeden, uluorta) tartışmalarını kesinlikle doğru bulmuyorum. Böyle bir şey olduysa kusur, hiç tereddütsüz komutandadır. Siyasetçilerden ve parti genel başkanlarından, bir tenkitte veya teklifte bulunurken sözlerini, «Acaba komutanlar ne der?» tereddüdünün süzgecinden geçirerek söylemelerini isteyemez ve bekleyemeyiz.

Bunu ben hep böyle düşündüm ve yazdım. Diyebilirim ki 28 mayıs 1960 gününden beri. Çünkü biz, askerin siyasete müdahalesinin ne demek olduğunu o zaman öğrendik. Bugün tekrarlamamın sebebi, onu da söyleyeyim, Ağar-Büyükanıt tartışmasından ibaret değil.

Geçenlerde Em. Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu bir törende, kürsüdeki konuşkan bir orgenaralimizi dinledikten sonra yanındakilere, «Hamdolsun dört yıllık sessizlik sona erdi» mealinde bir sözle memnuniyetini ifade etti.

Kıvrıkoğlu eski Genelkurmay Başkanımızdır. Haberi okurken, bir önceki Genelkurmay Başkanımız Em. Org. Hilmi Özkök’ü bir kere daha hasret, hayranlık ve saygıyla hatırladım.

Bu noktaya gelmişken şunu da söyleyeyim:

– Genelkurmay Başkanı, DYP Genel Başkanı’na hak ettiği cevabı verdi. Bakalım Ağar sözünde direnebilecek mi, kışkırtmacılığı komik bile değil.

Bu bir ilke tartışmasıdır. Demokrasinin ülkemizde de kurumsallaşması davasıdır. Yangına körükle gitme kundakçılığı değil.

Radikal, 17.10.2006

Hakkı DEVRİM

18.10.2006


 

Ağar’ın sözleri

Mehmet Ağar siyasette de önemli deneyimler kazanmıştır. Bu sözlerini öylesine söylenmiş sözler olarak görmemek gerekir.

Terörle mücadele konusunda klasik askeri görüş çeşitli şekillerde tartışılmıştır.

Ancak terörle mücadelenin sadece “mümkün olduğu kadar fazla terörist öldürmek” olmadığını son yirmi yıldır yaşadıklarımız gösteriyor. Ölen her teröristin yerini bir başkası almaya devam ettiği sürece terörü bitirmek mümkün değildir.

Önemli olan, öldürülen teröristin yerini bir başkasının almasının koşullarını yok etmektir. Bunun için üzerinde anlaşma sağlanması gereken husus, olayın hem toplumsal hem siyasal boyutlarını görmektir.

***

Bizde uzun süre “terörün siyasallaşması” gibi bir üslup kullanıldı. Burada kastedilen, terörün kaynağındaki siyasi fikirlerin yasal ortamda savunulması.

Yani demokrasinin imkânlarını kullanarak yine bölücü faaliyetlerin bu kez silahsız olarak yürütülmesi.

* Türkiye gibi silahlı kuvvetleri dünya ölçüsünde güçlü olan bir ülkenin silah zoruyla bölünmesi mümkün değildir. Bu yolda ısrar sadece daha fazla ölüme yol açar, bunun ötesinde hiçbir toplumsal ilerleme sağlamaz.

Üstelik tam tersine; ülkemizde, radikal milliyetçi görüşlerin daha yaygın hale gelmesine yol açmıştır.

Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşların bir bölümünün “etnik” farklılık üzerine siyaset yapması bugünün meselesi değildir. Daha 1950’li yıllardan başlayarak bütün siyasi partilerde her seçimde “Kürt kontenjanları” ayrılmış, Her parti Güneydoğu’daki oyları çekebilmek için etkili Kürtlere listesinde yer vermeye bakmıştır.

Mehmet Ağar’ın, PKK’nın ateşkes ilanının ardından söylediği “dağda gezeceklerine düzde siyaset yapsınlar” sözünün üzerinde durmak gerekiyor. Aldığı bütün tepkilere rağmen hâlâ sözünün arkasında duruyorsa tekrar düşünmek şarttır.

Vatan, 17.10.2006

Okay GÖNENSİN

18.10.2006


 

Devlet sivil gücüne savaş açamaz

Anlamak niyetiyle bakanların, dinin siyasî yorumlarının değil birlikte yaşanan toplumsallığın dindarlıkta vücut bulduğunu fark etmeleri lâzım. Şerif Mardin’in “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” başlıklı araştırması, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Nurculuğun, kırsal ve küçük kasaba orta sınıflarının temsil arayışına nasıl sembolik bir anlam kazandırdığını anlatır. Said-i Nursi karşımıza, çevreye yani taşraya canlılık kazandıran bir önder olarak çıkmaktadır. Cumhuriyet’in başlarında toplumun ana gövdesi, modernleşmenin ağır sancılarına biraz da Nurculuk gibi toplumsallığı kuvvetli akımlar sayesinde katlanabilmiştir.

(...)

Türkiye’nin Kürt Sorunu’nu hafifleten temel dinamiğin dindarlık olduğuna kim itiraz edebilir? Siyasal katta üretilen politikaların ayırdığı, düşman ettiği taraflar; bu cemaatlerin çatısı altında kardeşliklerini yeniden inşa etmektedir.

İnsan olarak var oluşumuzun anlam kazandığı ve insan olarak yüreğimizi yakan sorunlara çözümler getiren bir alandan, cemaat hayatından bahsediyoruz. Bu alanın meşruiyetine sınırlama getirmek gayrı insanî bir tutumdur. Alternatifini üretemediğiniz bu insanî ihtiyacı yasaklamak zulümdür. Üstelik bu alan, fark etmeyenlerin yokluğundan şikâyetçi olduğu sivil toplum alanıdır. Her şeyin çaresi olarak gördüğümüz sivil toplum, üzerine düşen sorumluluğu cemaatler şeklinde örgütlenerek yerine getirmektedir. “Dinî cemaatten sivil toplum olmaz” diyenlerin, Birleşmiş Milletler’in akredite ettiği STK’ların yarısına yakınının dinî organizasyon olduğundan haberleri yok. Türkiye’de cirit atan, özel üniversiteler gibi “çağdaş” kurumların işbirliği yaptığı yabancı STK’ların çoğunun kilise kuruluşu, hatta Hıristiyan tarikatların yan kuruluşları olması manidar değil mi?

Zaman, 17.10.2006

Mümtaz’er TÜRKÖNE

18.10.2006


 

Ne oluyoruz?

Genelkurmay Başkanı nezdinde TSK açıkça siyaset yapmaya başladı!

(...)

Önce bir STK’yı eleştirerek bir ilke imza atan Genelkurmay Başkanı, şimdi de bir muhalefet partisini eleştirerek başka bir ilke daha imza attı.

Denecektir ki, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın “Benim dönemimde asker konuşamaz” demesi cevap hakkı doğurmuştur. Buna tepki vermek isteyecek TSK adına konuşacak tek kişi ise TSK’nın bağlı olduğu Başbakan’dır. Kaldı ki, Ağar’ın konuşmasında muhatap da Başbakan’dır. Gönül isterdi ki Genelkurmay Başkanı, hassasiyetini bağlı olduğu Başbakan’a bildirsin, Ağar’a cevabı o versin.

Öte yandan; Mehmet Ağar istemiyor ama bir siyasetçinin genel af istemesi onun demokratik hakkıdır. Buna karar verecek tek merci de TBMM’dir. PKK’ya af istemenin değerlendirmesini yapacak makam da millettir.

Genelkurmay Başkanı, kurumunun canını verdiği bu çok hassas konuda görüş belirtme hakkına muhakkak ki sahiptir. Ama, bunun muhatabı bir muhalefet lideri değildir.

Cumartesi analarının belirli kuruluşlarca kullanıldığı zehabı bende de var. Ama ana anadır! Ana kutsaldır. Hele hele bir ana, evladının suçu nedeniyle töhmet altına alınamaz. Keşke Genelkurmay Başkanı, Ağar’ı yermek uğruna onları incitmese idi!

Ağar’ın bütün anaları kucaklaması ise ülkenin tansiyonunu indirecek en doğru yaklaşımdır.

(...)

TSK, içte ve dışta haklı/haksız eleştiriler aldığı için rahatsız oluyor.

Ama liderlik zor zamanların mesleğidir. TSK’nın bu dönemde her zamankinden daha fazla dikkatli olması gerekir!

Hürriyet, 17.10.2006

Cüneyt ÜLSEVER

18.10.2006


 

AB iki kulvarlı maraton

Biz Türkler, çok ilginç ve renkli insanlarız. Hayat bizim için siyah ve beyaz renklerden oluşuyor. Olaylar karşısında duygusal tepkiler veriyoruz. Diplomasi sanatını bir türlü öğrenemiyoruz. Dolayısıyla toplum olarak ‘Duygusal isyankârı’ oynuyoruz.

Şu işe bakın!

Sanki 43 yıldır AB ile aynı yola başkoymamış gibi davranıyoruz.

Abarttığımızı düşünmeyin.

Türkiye çoktan ‘ Ulusalcı’ ve ‘ Sıkı AB’ savunucuları diye iki cepheye bölündü.

Olacak iş mi sanki?

Başlangıçta oy tabanı yüzde 30’ları bulmayan ulusalcı cephe, kendisine bol bol taraftar buldu. Türkiye, neredeyse topyekün AB düşmanı oldu.

Sıkı AB savunucuları ise susmayı tercih edip, objektif davranmayı unuttu. Onların yapmaları gereken belliydi. Gerektiğinde AB’nin çıkarlarını savunacaklar, gerektiğinde ülkelerinin ulusal menfaatleri için çırpınacaklardı. Bu kesim bize göre korkak davrandı, dertlerini anlatmakta zorlandı.

Oysa bu ülkenin çıkarları ortak. İnsan hakkı istiyoruz. Özgür düşünce istiyoruz. Sosyal devlet çatısı altında toplumsal refah kültürünü yakalamak istiyoruz. Fikir ve sanata değer verilmesini istiyoruz!!!

Şimdi diyeceksiniz ki, “Madem çıkarlar ortak, o halde niye bu ülke insanları iki ayrı kutbu temsil eder oldu?”

Yanıt çok basit.

Bu ülke değişime direniyor!!!

AB, basit bir yolculuk değil...

İki kulvarlı bir maraton. Teknik ve siyasi konular iç içe. Bu yapıda gerek AB, gerek Türkiye birbirine karşı samimi olacak. Açıkçası üye olmak için masaya oturmuş bir ülkenin ulusal onuruyla fazla oynanmayacak, hassas konular iç polilita malzemesi olarak kullanılmayacak.

Örnek verelim.

Türkiye’deki ulusalcı cephe 301’inci madde diye diretmeyecek. Sıkı AB savunucuları ise Kıbrıs sorununda “Bir dakika!” demeyi bilecek. AB ise Türkiye’siz yolculuğa devam etmenin maliyetini iyi hesaplayacak. Bu ülkeyi hafife almayacak. Fransa’nın ‘soykırım inkar yasası’ ile ilgili oylaması konusunda yaptırımlar uygulayacak.

Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihi ile birlikte çok farklı bir yolculuğa çıktığını çok iyi biliyor. Bu tarih 43 yıldır süren inişli çıkışlı yolculukta dönüm noktası oldu. Artık AB ile müzakere eden ülke konumundayız. 35 fasıl altında başlayan taramayı bir yılda tamamladık.

Peki, AB yolculuğunda Türkiye olarak ne yaptık?

Az gittik, uz gittik, oldu, olmadı derken kendi çapımızda çok iş yaptık. Gerçi bazı ödevlerde takıldık. Ama moralimizi bozmayalım.

Herkes bilmeli ki, TürkiyeAB ilişkileri üç temel üzerine oturmuş durumda: AB müktesebatının üstlenilmesi ve uygulanması, Kopenhag Kriterleri’nin tam olarak uygulanması, sivil toplum diyalogunun geliştirilmesi.

Türkiye, bu üç temel kriterden hareketle yola koyuldu .

Maraton devam ediyor.

Şimdi bu maratonda Kıbrıs sınavı var. Finlandiya’nın Kıbrıs ile ilgili ‘ara çözüm’ modeli ortada.

Sıkıştırma sürecek.

Panik yapmadan çözüm üretilmesi gerekiyor. Hayatta gri renkler de var.

Sabah, 17.10.2006

Meliha OKUR

18.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004