Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İmam-hatip meselesi

Öteden beri tartışma konusu olan imam-hatip okulları son Millî Eğitim Şurası dolayısıyla yeniden gündeme geldi. Bu tartışmanın başlıca iki tarafı var: Sevdalıları bu okulları daha dindar bir hayat için vazgeçilmez olarak görürken, hasımları bunların ‘láik Cumhuriyet’ için ciddî bir tehdit oluşturduğuna inanıyor. Bu mesele her iki grup için de adeta bir hayat-memat meselesi.

Ben bu iki bakış açısının da yanlış olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce, láik bir devletin din adamı yetiştiren okullar kurmasının normal bir şey olmadığı açık. Bu ayrıca din özgürlüğüne ve dolayısıyla insan haklarına da aykırıdır. Çünkü başka kurum ve uygulamalar yanında, bu okullar aracılığıyla da devlet dinin belli bir yorumunu resmîleştirmektedir.

Onun için, imam-hatip okullarına sadece láikliği birincil önemde sayanların değil, fakat dindar Müslümanların da karşı çıkması beklenir. Benzer bir durum din öğretiminin ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu olması için de söz konusudur. Çünkü zorunlu din öğretimi vicdan özgürlüğünün açık bir ihlálidir. Alternatif (sivil) din eğitim-öğretimine izin verilmemesi karşısında, zorunlu din öğretimi dindarlar için de bir özgürlük kaybı demektir.

Ama meselenin aynı ölçüde önemli olan başka bir boyutu daha var. ‘Láik Cumhuriyet’ten yana kaygı duyan ve bu nedenle gerek imam-hatip okullarının gerekse zorunlu din eğitiminin kaldırılmasını isteyenlerin hemen hemen hepsi din eğitiminin özel veya sivil alana bırakılmasına da karşı çıkmaktadırlar. Nitekim, aynı gruplar her vesileyle ‘Tevhid-i Tedrisat’ sisteminden hiçbir şekilde taviz verilemeyeceğini söylüyorlar.

Öyleyse bunlar din eğitim-öğretiminin büsbütün gereksiz olduğunu düşünüyor olmalılar. Bu zaten ‘láikçi’ kesimin nasıl bir toplum tasavvur ettiğine dair yazıp-söylediklerinden de anlaşılmaktadır. Kısaca bunlar, her zaman açık bir biçimde söylemeseler de, ‘bilimsel’ temeli olmayan ve büyük ölçüde ‘hurafeler’den oluştuğunu düşündükleri dinin medenî bir toplumda yeri olmadığını düşünüyorlar.

Bu kesim içinde yer alan bazılarının din eğitim-öğretimine büsbütün karşı olmadıklarını görmezlikten gelmiyorum. Ama bunların istediği de, dinin kendi anlayışlarına uygun olarak önceden tanımlanmış bir şekilde öğretilmesidir. Bu, dinin sivil, kamusal ve siyasal alana ilişkin iddialarını yok sayan ve -son derece dar tanımlanmış bir özel alan dışında- hayatın neredeyse hiç bir alanına yansımaması gereken bir din anlayışıdır. Ne var ki, bunlar da bir yandan resmî din öğretimine karşı çıkarken, öte yandan bu işin sivil topluma bırakılmasını de istememekle bir çıkmaza saplanmış durumdalar.

‘Láikçiler’ iki noktada büyük bir yanılgı içindedir. İlk olarak, onlar din eğitiminin hem bir insan hakkı olduğunu hem de bunun serbestçe icrasının láikliğin bir gereği olduğunu görmezlikten geliyor. Láikçiler ikinci olarak, dinin ‘insanlık durumu’nun ayrılmaz bir parçası olduğunu anlamak istemiyorlar. Bu çerçevede, din eğitim ve öğretiminin bütün uygar toplumlarda da toplumsal bir ihtiyaç olduğunu göz ardı ediyorlar. Oysa, bu ihtiyacın bir biçimde karşılanması gerekir. Bunu devletin yapmasının yanlış olduğu doğrudur, ama o zaman da yapmak isteyenlere izin vermeniz gerekir.

Sonuç olarak ‘láikçiler’, hak meselesini önemsemeseler bile, hiç değilse bu toplumsal ihtiyacın çağdaş evrenselliğini gözetmek zorundalar.

Star, 20.11.2006

Mustafa ERDOĞAN

21.11.2006


 

AB partisi

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli dünkü parti kongresindeki konuşmasında, Türkçü-Turancı hareketin geleneksel temalarını tekrarladı.

Ve yine bunlar, birkaç fikrin çerçevesinde kalmış, daha çok Batı karşıtlığı üzerine kurulu, defalarca tekrarlanmış görüşlerdi.

Ancak Bahçeli bir noktada haklı olarak övünüyordu. O da AKP’nin ve CHP’nin son dönemlerde, MHP’nin geleneksel görüşlerine yakın bir çizgide tavır almış olduğuydu.

AKP, radikal sağdaki partilere, MHP ve Genç Parti’ye oy kaymasını önlemek için üslubundaki radikal milliyetçi dozu zaman zaman yükseltiyor.

CHP ise bütün temel siyasi konularda MHP’ninkine en yakın görüşleri savunuyor. Bunun böyle olduğunu kendi gözüyle görmek isteyenler CHP Genel Başkanı’nın ve diğer sözcülerinin önemli konuşmaları ile MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin dünkü konuşmasını karşılaştırabilir. Böylece bazı görüşlerin zaman zaman nasıl cümlesine kadar benzeştiğini kendi gözüyle görebilir.

***

Avrupa Birliği ile ilişkiler neredeyse bıçak sırtında giderken, CHP’nin ve MHP’nin seçime doğru AKP’ye yüklenmek için kullanacağı ana temalardan biri “AB’ye taviz vermek” olacaktır. Bu nedenle AKP hükümeti seçim yaklaştıkça daha da tereddütlü bir siyaset izleme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Türk kamuoyunun AB üyeliği konusundaki görüş ayrılığı son birkaç yıldır yüzde 60-65 olumlu, yüzde 35-40 olumsuz olarak ortaya çıkıyordu.

Son dönemde ise hükümetin yavaşlamasının yanında Avrupa’dan sürekli olarak ve daha çok laf düzeyinde gelen ve birçoğu da ayağı yere basmayan eleştiriler, Türk halkının hevesini kaçırmak gibi bir sonuç doğurdu.

Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen Türk kamuoyunda AB üyeliğine destek, yüzde 50’nin altına inmedi.

***

Her iki vatandaştan birinin Türkiye’nin AB üyeliğinin iyi bir şey olduğunu düşünmesinin anlamını Ankara görmüyor.

Onların anladığı dile çevirirsek, bütün siyasi partilerin en büyüğüne olan destek yüzde 30’un altında, ama AB üyeliğine destek yüzde 50’nin üzerindedir.

Bu yüzde 50’nin, AB üyeliği üzerine ciddi siyaset üretebilecek bir siyasi partinin dikkat ve ilgisini çekmemesi mümkün değildir.

AKP büyük kafa karışıklığı yaşıyor, CHP ise radikal milliyetçi çizgiyi tercih etti. Bu durumda Ankara’da bir “AB partisi” kalmamış oluyor. Oysa bu “AB partisi” nin şu anda bile yüzde 50’yi aşan bir potansiyel desteği bulunuyor.

Ankara’daki siyasi yapı bir kez daha sağıyla, soluyla, ortasıyla, Türk halkının gerisinde kaldı.

Vatan, 20.11.2006

Okay GÖNENSİN

21.11.2006


 

Büyük kandırmaca

Geçen yıl Avrupa Birliği (AB) Anayasası’nın Fransa ve Hollanda’da halkoyuna sunularak reddedilmesi sonrasında Avrupa’da oluşan olumsuz havanın, Türkiye’nin AB ile bütünleşme sürecini olumsuz etkileyeceğini tahmin etmek çok da zor değildi. AB’nin daha fazla genişlemesine, özellikle de Türkiye’nin AB üyesi olmasına karşı bir ‘tepki cephesi’ oluştu Avrupa’da.

Türkiye’de de, bir yandan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin işi oluruna bırakması, diğer yandan Türkiye’yi AKP iktidarından ve “dış güçlerin tehdidinden” kurtarma iddiasındaki kesimin AB karşıtlığını körüklemesi AB sürecini köstekledi. AB ile bütünleşmeye karşı oluşturulan ‘tepki cephesi’ daha da genişledi. Mukaddesatçı ve milliyetçi sağdan devrimci sola kadar uzanan geniş bir yelpazede AKP’ye muhalefetle AB’ye muhalefet örtüşmeye başladı.

Kopar ve kurtul

Avrupa’daki ve Türkiye’deki ‘tepki cepheleri’nin taktikleri benzeşiyor. Avrupa’da ve Türkiye’de bu tepki cephelerini oluşturanların gayet iyi bildiği gibi, Türkiye’nin AB sürecini kesintiye uğratacak bir kopma noktasına gelinmesi halinde bu (1) İlk anda geniş bir kesimde rahatlama yaratacak ve (2) Böyle bir kopmadan sonra sürecin yeniden başlatılması çok zor olacak. O halde onlar için ortak bir hedef var: Ne yapıp edip Türkiye’nin AB sürecinin kesintiye uğramasını sağlamak.

Gerek Avrupa’da gerek Türkiye’de böyle bir kopmanın karşılıklı maliyeti konusunda fikir sahibi olan kişiler de var kuşkusuz. Onların da etkisiyle, AB Konseyi’nin ve Avrupa liderlerinin aralık ayındaki AB Zirvesi’nde Türkiye ile ilişkileri kopma noktasına getirmeme konusunda bir çaba göstermesi beklenebilir.

Ancak AB Zirvesi’nden çıkabilecek en olumlu kararın bile ‘tepki cephesi’nin rüzgârını çalması ve etkisini azaltması pek mümkün görünmüyor. Türkiye’deki ‘tepki cephesi’nin TV ekranlarından internet sayfalarına kadar her tarafı kaplamaya başladığı bir ortamda, AB ile bağları koparmanın getireceği “rahatlamayı” anlatmak AB sürecini sürdürmenin yararlarını anlatmaktan daha kolay olacak gibi geliyor bana.

Büyük kandırmaca

Türkiye’nin AB ile bütünleşme hedefinden vazgeçerek kendi yoluna gitmesinin çok daha iyi olacağını ileri sürenlerin Türkiye’ye nasıl bir alternatif önerdiğini fazla sorgulamıyor ‘tepki cephesi’ne destek verenler. “Canım şu AB’den bir kopalım, her şey daha iyiye gidecek nasılsa” havası hâkim sanki. Türkiye’nin tekrar bağımsız karar verme özgürlüğüne kavuşup AB’nin istediğini değil ülkemiz için, halkımız için iyi olanı yapacağı varsayılıyor.

Aslında büyük bir kandırmaca bu. Türkiye’nin bugün dünyada ilgi gören ve hem sermaye hem de ilgi çeken bir ülke haline gelmesinde AB sürecinin çok önemli bir katkısı oldu. Türkiye, Batı standartlarına uyum sağlama yolunda attığı adımlarla kendine bir yer yaptı. Ben, Türkiye’nin kendi stratejik seçeneklerini belirlemesi gerektiğini öteden beri savunan biriyim ama bu, AB sürecinin kesintiye uğraması halinde Türkiye için çok daha tehlikeli bir sürecin başlayacağını görmemi engellemiyor.

Milliyet, 20.11.2006

Osman ULAGAY

21.11.2006


 

301’e dokunmak

TCK’nın 301. maddesi üzerindeki tartışmalar, hem Türkiye ve hem de AB’de iki cephe oluşturdu.

Bunlar, her ne kadar karşıt cepheler gibi gözükse de, aslında Türkiye ve AB’yi birbirinden uzaklaştırmak gibi aynı amaca hizmet etmeleri yönünden ortak cephelerdir. Biz bu oyuna çok aşinayız. Her ne zaman Türkiye ve AB birbirine yaklaşırsa, Adaptive Cruise Control, (adaptif hız sabitleyici) otomatik devreye girip karşı argümanlarını üretiyorlar. AB’de 301’i Gece Yarısı Ekspresi gibi kullanıp tren kazası düşü kuranlara karşın, içeride de 301’in kaldırılmasıyla T.C. devletinin korunaksız bırakılacağını iddia ederek, Türkiye’yi AB yolundan alıkoymak isteyenler aynı safta buluşuyorlar.

Daha çok sempati, saygı ve sadakat oluşturacak reformlar yerine, kamu kurumlarına daha fazla dokunulmazlık sağlamak, kamusal tartışma ve eleştiri imkanını ortadan kaldırmak, devlete yasama, yürütme, yargı ve diğer idari ve güvenlik birimlerine ne tür bir koruma sağlayabilir? İlkel bir ülke imajı yaratmak Türkiye’ye ne kazandırır? Devlet adına yapılan kimi uygulamalardan dolayı hayal kırıklığına uğrayanların kızgın ve öfkeli sözlerini doğal karşılaması gereken kamu otoritesi, niçin rahatsız olur? İnsani tepkilere karşı soyut kurumları ve makamları kutsamak ve eleştirenleri cezalandırmak yerine, yapılan yanlışları düzeltmek için bir “uyarı aracı” saymak daha akılcı bir yol olmaz mı? Kimi STÖ ile meslek kuruluşlarının da talebi ve desteği ile Hükümet 301’i değiştirmek için gerekli siyasal irade ve cesareti göstermiştir.

5 Kasım’da İstanbul’da Başbakan Sayın Erdoğan başkanlığında toplanan Hak-İş, Türk-İş, DİSK, TOBB, TİSK, TÜSİAD, Memur-Sen, TZOB ve TVYD’nin başkanları 301’in özgürlükçü bir anlayışla değiştirilmesi konusunda ortak bir irade geliştirmişlerdir. Bazı kesimler, STÖ ve meslek örgütlerinin yasa koyucu olmadıklarını, bazıları da maddeyi tamir etmek yerine, kaldırılmasını önermeleri gerektiğini söyleyerek paradoksal bir tutum izlemektedirler. Oysa gelişmiş demokrasilerde STÖ’ler karar süreçlerine etkin olarak katılmaktadırlar. Bilakis, yürütmenin sivil toplumu sürece dahil etmesi katılımcı demokrasinin de gereğidir. Ancak bir başka gerçek var ki, o da STÖ’ler gerçekten sivil, özgürlükçü ve demokratik bir tutum sergilemelidir.

Ne zaman kendilerini kamu otoritesinin yerine koyarak “vaziyet alırlarsa” asıl sorun o zaman başlar. Türkiye’nin demokrasi standartlarını yükseltmek yerine kimi gazetelere de yansıdığı gibi polemikler başlar. Tabi bu durumda da akıl yerine duygular ve sloganlar baskın çıkar ki, sivil örgütler “itibar yönetimi” yerine, günü kurtarmaya heveslenirler. Şahsen ben, 301 üzerinde yapılacak değişiklikler ne olursa olsun, yeni tartışmalar ve rahatsızlıkların olabileceğini düşünenlerdenim. Bu nedenle 301’in tamamen kaldırılmasından yanayım. Ancak 301 kalkarsa bir boşluk olacağını düşünenlerin sayısı da az değil.

Bu durumda eski 159’a geri dönmeden 301’e açık kolay anlaşılır bir düzenleme yapmak, AİHM kararlarına uygun biçimde şiddet ve açık hakaret içermediği müddetçe insanların düşünce ve eleştiri haklarını güvence altına almak en akılcı yoldur. “Kamu güvenliği ve saygınlığını sarsar biçimde alenen hakareti” suç sayan bir “kısıtlama” yerine muğlak, yoruma ve keyfiliğe açık bir biçimde 301 yürürlükte kalmaya devam ederse, korkarım insan aklı ve düşünce güvenliği tehlikeye düşecektir. İnsan aklının en kutsal ürünü düşüncedir. Dönüşüme katkı için düşünce üretmek ve tartışmalara katılmak gerekir. 301’den başlayarak korku duvarlarını yıkmak, Türkiye’nin potansiyelini açığa çıkartacak en rasyonel yoldur. İnsan aklı ve düşünce özgürlüğünün güvenliği için 301’e dokunalım.

Bugün, 20.11.2006

Salim USLU

21.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004