Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hasan Hüseyin KEMAL

Atatürkçü düşünce sistemi diye birşey yok

Devlet adamlarının kavgaları Türkiye’nin gündeminden hiç düşmüyor. Yaşananlar güç savaşı olarak değerlendirildiğinde, olaylar saray kavgalarına benzetiliyor. Tam bu noktada, “Bunun Türkiye’ye bir faydası var mı? Yoksa bu çatışmanın sebebi kişisel ya da ideolojik ihtiraslar mı?” gibi sorular işin içine giriyor. Buna sizin karar vermeniz gerekiyor. Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesi hedefine taşımakla görevli olan devlet yöneticilerinin, Türkiye’yi neden geri bıraktıkları akıllarda hep soru işareti. Devletin tepesinde yaşanan kavgaların ana başlıkları seksen yıllık cumhuriyette hiç değişmedi. Bunlardan resmî ideoloji, laiklik, irtica, cumhuriyet, Kürt sorunu konularını 80 öncesinde Ülkü Ocakları Genel Merkezi yöneticiliği ve bir dönem de Tansu Çiller’in danışmanlığını yapan siyaset bilimci Prof. Mümtaz’er Türköne ile konuştuk... Türköne, “Kimsenin cumhuriyetle sorunu yok, Türkiye’yi bölerse Türkçüler böler” diyor...

* Sizce, Türkiye’deki tartışmaların ana kaynağı nedir?

Bir güç çatışması var. Bir kesim, elinde olmaması gereken devlet gücünü başkasına devretmek istemiyor. Bununla birlikte, devletin totaliter ideolojiyi, bilimi fetişleştiren ilkel pozivitizmi vatandaşlarına dayatıyor. Bilimi her şeyin çaresi olarak gören, dine rakip olarak çıkan bu felsefe yirminci yüzyılda geçerliliğini kaybetmiştir. Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarındaki tek partili, jakoben modernleştirmeci, tepeden inmeci yaklaşımların devamı ve tezahürü olan bir anlayış var. Bu da modası geçmiş çağdışı bir anlayış.

Genelkurmay Başkanı 10 Kasım mesajında laik ve Atatürkçü düşünce sisteminden bahsediyor. Cumhurbaşkanımız 10 Kasım’da yaptığı konuşmada inkılâp fikirleri ve ideolojiden bahsediyor. Bunların arkasında az önce söylediğim felsefî düşünce var.

* Ama devleti yöneten erk “Biz dine karşı değiliz, saygı gösteriyoruz” diyorlar.

Eğer öyle söylüyorlarsa, savundukları şeyin anlamını bilmiyorlar. Pozivitist felsefe, “İnsan aklının gelişmesiyle tabiata dair bilgimizin artmasıyla dünyayı açıklamak için başvurduğumuz dinlere ihtiyaç kalmamıştır. Bunların hepsini çöpe atmamız gerekir” diyor.

* Devleti yöneten bürokrasi böyle mi düşünüyorlar sizce?

Anayasamızın kanun önünde eşitliğin vaaz edildiği 10. maddesinde “Kimseye dinî ve felsefî inancından dolayı farklı muamele yapılamaz” diyor. O zaman devlet, herhangi bir dini savunamazsa, herhangi bir felsefî akımı da savunamaz.

Elinde silâhlı gücü bulunduran, kamu erkini kullanan kişiler, eğer herhangi bir felsefî ekolü savunurlarsa anayasaya aykırı davranmış, suç işlemiş olurlar. Çok manidardır ki, bir taraftan “Laikliğin tanımını yeniden yaptırmam” diyorsunuz, öbür taraftan felsefî bir inancı laiklik diye sunuyorsunuz. Her şeyin cevabını laiklikten almaya kalkarsanız, laikliği felsefî ekol, ideoloji, düşünce sistemi haline getirirsiniz, bu da açıkça anayasaya aykırıdır. Türkiye’deki sıkıntı, laiklik konusundaki karışıklıktan değil, felsefî inançları, özellikle din karşıtı inançları laiklik zannetmekten kaynaklanıyor. Siz devleti dinler konusunda tarafsız, din düşmanı felsefeler karşısında taraf haline getirirseniz, burada laiklik diye bir şey kalmaz.

* Bir de resmî ideoloji olarak, “Atatürkçülük düşünce sistemi” savunuluyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Anayasa’da, “Atatürkçü düşünce sistemi” diye bir şey yok. Farklı fikirleri yan yana getirip, başına Atatürkçü düşünce sistemi demek mümkün. Türkiye’de birbirleriyle çelişen sağ, sol, faşist, sosyalist Atatürkçü düşünce sistemleri var. Bunların hepsine Atatürkçü düşünce sistemi diye bizim saygı göstermemizi kimse bekleyemez, herhangi bir felsefî düşünceyi formüle ettiği için, zaten anayasaya da aykırı.

* Türkiye Cumhuriyetinin geçerliliği kalmayan bir felsefeyi devlet hayatında devam ettirdiğini söylediniz. Geçerliliği kalmayan bir şeyi nasıl idame ettirebilirsiniz ki?

Dünyanın hiçbir yerinde toplum üzerinde bir askerî vesayet yok. Medenî olmak, insanların aklıyla, zekâsıyla, estetik kaygısıyla, san’at kaygılarıyla bir şeyler üretmesi ve topluma bunların hakim olmasıdır. Eğer bir toplumda elinde silâh bulunanların dediği doğruysa, gerçek böyle tezahür ettiriliyorsa, bu tamamen ilkelliktir. İlkellik de kendiliğinden ilkel düşünceler üretiyor. Medenî toplum olmak silâhlı gücün mutlaka siyasî iktidarlar tarafından kontrol altına alınmasıyla olabilir.

* Genelkurmay Başkanı, “Laik düşünce sisteminin içi boşaltılıyor” diyor, siz ne anlıyorsunuz bundan?

“Laik düşünce sistemi nedir?” diye kendisine sorun bakalım, ne anlatacak? Bir düşünce sistemi anlatması lâzım. Harbiye’de çok önemli bir felsefî eğitim almıyorlarsa, kaldı ki almıyorlar, anlatması çok zor diye düşünüyorum. Size laisist felsefeyi ben anlatabilirim. Laiklik silâhlı gücün silâh tehdidiyle koruma altına alacağı bir şey değil.

* “Laiklik, devletteki güç savaşlarında bir araç olarak kullanılıyor” diyenler var. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Devlet erklerinin başındaki kişilerin bazıları, laikliği yeniden tanımlamaya çalıştılar, ancak bu sefer, “Laiklik yeniden tanımlanıyor” diye bir suç ihdas edildi. Anlaşılıyor ki, laikliğin tanımı yok. Öyle anlaşılıyor ki, laikliğin tanımlanmasından rahatsızlık duyuluyor. Çünkü tanımlamak sınırlamaktır. Sınırlandırdığınız takdirde, “laikliği ihlâl ediyor” diye çıkış yapamazsınız.

* Türkiye cumhuriyetini irtica tehdit ediyor mu sizce?

Türkiye’de cumhuriyetle ilgili mutabakat sorunu yok, cumhuriyet aleyhtarı kimse yok. “Cumhuriyeti bırakalım, yerine saltanatı getirelim” diyen adama rastladınız mı? Türkiye’deki tartışmaların sebebi, cumhuriyetin tanımıyla alâkalı. Dünyada cumhuriyeti icat eden Romalıların “Cumhuriyet fazilet rejimidir” diye bir sözü var. Bu şu anlama gelir; cumhuriyet faziletlilerin yönetimidir. Halkın tamamı değil, halk içinde fazilet sahipleri cumhuriyette söz sahibi olabilirler.

* Peki faziletliler kim?

Faziletin yeniden tanımlanması gerekiyor. Fazilet, erdem, ancak ahlâkî ölçülerle belirlenebilir. Medenî dünyada faziletli olmak, hukuka bağlı kalmakla mümkün. Dolayısıyla cumhuriyetle ilgili bir tartışma yok, faziletli kim tartışması var?

Türkiye’yi Türkçüler böler

* Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü için neler yapılabilir?

Bu sorunun çözümü için siyasetin her şeye hükmetmesi lâzım. Askerse, sadece silâhlı çözüm odaklıdır. Bu sorunun çözümü için binlerce siyasî formül bulunabilir. Bunun için de geçmişin kırgınlıklarını kapatmak, acılara sünger çekmek gerekir.

* Mehmet Ağar’ın “Dağda silâhla dolaşacağına, ovada siyaset yapsınlar” çıkışı Kürt meselesi konusunda siyasî çözümü güçlendirdi diyebilir miyiz?

Ağar’ın çıkışının herkese öğretmesi gereken şeyler var. Bu lâfı tersinden düşünün, “ovada siyaset yapmasınlar, terör yapsınlar” anlamına gelir. Bir tercihte bulunmak lâzım. Eğer siyaset yaparlarsa, benim de, devletin de söyleyeceği söz var. Türkiye’de kanunlar, mahkemeler var. Suç işlendiği takdirde, suçun sahibi yargılanır. Öbür taraftan şiddet devam ederse, kan dökülüyor, kan nefreti doğuruyor, kin birikiyor, bundan tekrar şiddet doğuyor, düşmanlık doğuyor ve toplum bölünüyor. Askerî çözümlerle bunu çözemezsiniz. “Eğer bu silâh dışına çıkarsa, etki alanımı kaybederim” diyen bir kesim var. Bu çok tehlikeli bir durum...

* Yani, “etki alanımı kaybedeceğim” diye mi bu sorun çözümlenmek istenmiyor?

1984’ten beri sistematik olarak süren terör, teröristler tarafında da, terörle mücadele edenler tarafında da kanun dışına çıkan bir yapı ortaya çıkardı. Terör sona erdiğinde bundan nemalanan kişiler, bu imkânlarını kaybedecekler. Şiddetin devam etmesini isteyen, Afganistan’daki savaş lordları gibi bir yapılanma var.

* Türkiye siyasî çözümü tartışamayacak mı dersiniz?

Elbette, siyasî çözümler tartışılacak. Türkiye’nin siyasî çözüm potansiyeli inanılmaz derecede kuvvetli. Türkiye, 1984’ten beri yaşadığı terörde kimse, iki toplumu birbirine düşman etmeyi başaramadı. Bu şu anlama da geliyor. Siyasal alanda konuşulmaya, farklı sesler duyulmaya başladığında bunun karşılığı olacaktır. Şiddet her zaman benzerini üretir. Siyaset siyaseti doğurur....

* “Siyasîler belli bir noktadan sonra Güneydoğu sorununu askere havale ediyor” yorumları var. Bu siyasetçilerin bir zaafı değil mi?

Siyasîlerin kesinlikle eksikliği ve zaafı söz konusu, ama sorumluluk alan her siyasînin de bu konuda çıkışları oluyor. Demirel, “Kürt realitesini kabul ediyorum” diyor, Mesut Yılmaz, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyor, Tayyip Bey, “Kürt sorunu vardır” diyor. Bu sözler söylendiğinde, birileri ayağa kalkıyor. Adamı bu lâfı ettiğine, edeceğine pişman ediyorlar.

“Bu şanlı bayrağın Kürtlerin de önemli bir nüfus halinde yer aldığı 72 milyonluk bir milleti temsil ettiğine sen inanıyor musun?” diye sormuşsunuz.

“Kürtlerin iyi niyetli olduğunu bilmemiz için bayrağa saygı göstermelerini bekliyoruz” diyorlar. Onlara cevap olarak da bayrağa saygı göstermelerini bekliyorsanız, bu bayrağın sadece Türkleri değil, yetmiş iki milyonu temsil ettiğine öncelikle sizin inanmanız gerekir diyorum. Bu bayrak bir bez parçası değil, bütünlüğü temsil ediyor. Eğer siz Kürt’ü kendinizden ayrı görürseniz, bayrağa saygısızlık etmiş olursunuz. Yetmiş iki milyonun birliği, bütünlüğü herkesin meselesi olmalıdır.

Türkiye’yi Kürtler değil, Türkçüler bölecek. Bazı ülkelerde etnik sorunlar var. Azınlığı olmayan ülke hemen hemen yok denecek kadar az. Kürtler içinde ayrılık isteyen kesim mutlaka var. Türkiye’de bu etnik ayrımcılığın başarıya ulaşması için, sadece azınlığın bunu istemesi yeterli değil, çoğunluğun da onları itmesi gerekir. “Ya sev, ya terk et” demesi gerekir. Onlara kötü davranması gerekir. Türkiye’de bu itme olmadığı için, Kürt-Türk çatışması olmadı.

* “Şiddetin Kürt sorununda çözüm olmayacağı anlaşıldı. Türkiye’nin önüne bir fırsat penceresi açıldı” diyorsunuz. Biraz daha açar mısınız?

PKK, 1984’ten bu yana devam ettirdiği şiddetle bir yere varamayacağını anladı. Devlet bir terör örgütünü muhatap alamaz, onunla uzlaşma içerisine giremez, ama sonuç itibariyle silâhlar susuyor. Silâhların sustuğu yerde, devletin hemen kırılan, dökülen şeyleri onarması, kin, nefret, öfkeyi bastırması gerekir. Türkiye yaşananlardan bir sonuç çıkarıp, 72 milyonun birliğini takviye edecek, aradaki münafereti yok edecek çözüm üretebilir. Türkiye, AB sürecinde azınlıklarla ilgili evrensel normların tamamını benimsedi, geriye kalan psikolojik ortamı hazırlamak. Bu da halkı temsil eden siyasetçilerle olur....

* Osmanlı kültürü bu sorunun üstesinden gelmemizde yardımcı olabilir mi sizce?

TC, tek uluslu bir devlet. Eğer bir imparatorluktan bir ulus devlet çıktıysa, sizin dokularınıza işlemiş bir imparatorluk kültürü vardır. Bu farklılıklara tahammüllü, farklılıkları bir zenginlik olarak gören, farklılıkları bir arada yaşatma becerisine sahip bir kültürdür. Kürt sorununu içinden çıkılamaz hale gelmekten kurtaran temel değerimiz bu. Osmanlı mirasını inkâr edip, her şeyin başlangıcını 29 Ekim 1923’te başlattığınızda, etnik sorunlarınızı çözme yeteneğinizi de inkâr etmiş oluyorsunuz. Ulus devlet, Ankara’da bir milliyetçilik üretti, bu milliyetçiliğe tepki olarak Diyarbakır’da bir milliyetçilik ortaya çıktı. Halbuki, bizim bunların üzerine çıkan, hâlâ cap canlı yaşanan İstanbul’daki imparatorluk kültürümüz var.

Hasan Hüseyin KEMAL

20.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (15.11.2006) - En büyük idealimiz bağımsız Filistin

  (13.11.2006) - Demokratlar Bush’a nefes aldırmaz

  (06.11.2006) - Türkiye’ye tuzak kurulmak isteniyor

  (04.11.2006) - Filistin tüm Müslümanların dâvâsı

  (02.11.2006) - “Asıl okumam gereken kitabı okumamışım”

  (30.10.2006) - Şiddetin artmasından hepimiz sorumluyuz

  (24.10.2006) - Fransa’nın kâbusu Türkiye-Almanya ekseni

  (16.10.2006) - Dünyanın bildiğini neden halktan saklıyorsunuz?

  (13.10.2006) - “Güvenliğin yolu özgürlükten geçer”

  (12.10.2006) - Tanrıkulu: Bu fırsat kaçmasın

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004