Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bir saldırıya cevap

Türkiye’de medya sektöründe korkunç bir ahlâkî ve meslekî yozlaşma yaşandığı tespitine sektörün içinde yer alan pek çok kişi de katılmaktadır. Bu yozlaşma, değişik zaman ve ortamlarda insanlara zarar vermektedir. Birçok kimse gibi benim de bu konuda tecrübelerim, bizzat yaşadığım ve şahit olduğum olaylar var.

Bunların hepsini yazacak ve tarihe not düşeceğim. Şimdilik, başıma gelen son olayı kamuya aktarmak ve değerlendirmek istiyorum. Geçtiğimiz cumartesi (18 Kasım) AKP İzmir İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenen bir panele katıldım. Diğer konuşmacılar Zaman’dan Ali Bulaç ve AKP milletvekili Zekeriya Akçam’dı. Konumuz AB sürecinde olanlar ve toplumsal yansımalarıydı. Ali Bulaç, güzel bir konuşma yaptı ve daha ziyade güncel siyasî ve stratejik değerlendirmelerde bulundu. Ben ise konuşmamın başlığını “Medeniyet, AB ve Türkiye” olarak belirlediğim için, teorik bir çerçeve çizerek dinleyiciye hitap etmeye başladım.

Birden çok medeniyet olmadığını, tek medeniyetin bulunduğunu; mahallî ve dönemsel renkler alsa bile aslolanın ortak insanî medeniyet olduğunu vurguladım. Medeniyet tarihini inceleyerek bu medeniyetin temel değer ve kurumlarının belirlenebileceğini belirttim. Sonra bunları şu şekilde sıraladım:

De facto değil de jure olarak özel mülkiyet;

İş bölümü ve uzmanlaşma;

Serbest mübadele;

Sözleşme serbestisi ve sözleşmelerin uygulanmasını sağlayacak kültür ve ahlâk ve hukuk kodları;

Sınırlı ve kurallara bağlı siyasî yönetim;

Düşünce ve ifade özgürlüğü;

Bir dine inanmayanları ve azınlıkları da kapsayacak şekilde din özgürlüğü;

Hukukun hâkimiyeti;

Siyasî suçların olmaması;

Toplumda dikey ilişkilerin değil, yatay ilişkilerin yaygın olması;

Zengin sosyal çeşitlilik;

İnsan ihtiyaçlarının çeşitlenmesi ve istikrarlı bir şekilde karşılanması.

Sonra, ‘Bu teorik çerçevenin bir anlamı varsa bu açıdan Türkiye’yi değerlendirebiliriz.’ dedim. Bunu yaparken de Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin yekpare bir şekilde ele alınamayacağını, 1925-45 arası ve 1950 sonrası olarak iki dönemden bahsetmemiz gerektiğini, bu iki dönemin birbirinin tersi/panzehiri olduğunu söyledim. İlkinin, yani tek parti döneminin bu teorik çerçeve açısından başarılı sayılmasının zor olduğunu, medeniyetin birçok temel değer ve kurumlarının bu dönemde bulunmadığını vurguladım. Bu yüzden Kemalizm’in medenîleştirici bir süreç olarak görülemeyeceğine işaret ettim. Medeniyet bir şeyi yapmaksa (yani do etmek) Kemalizm’in, onu yapmamak/çözmek (yani undo etmek) anlamına geldiğini dile getirdim. En sonunda da AB’nin medeniyetle aynı şey olmadığını, medenîleşmek için AB’nin olmazsa olmazı teşkil etmediğini, AB’nin büyük problemleri ve çifte standartları olduğunu ifade ettim. AB’nin Türkiye’den taleplerinin bazılarının, mesela ifade özgürlüğünün genişletilmesinin, taviz olarak yorumlanmasının yanlış olduğunu; ama Kıbrıs gibi konuların diplomatik, politik ve stratejik meseleler olduğunu ve müzakere edilmeleri gerektiğini bilhassa vurgulayarak sözlerimi bitirdim.

Medya ve ahlâk

Sonradan gazeteci olduğunu öğrendiğim bir bey ile hanım, salonun bana göre sol tarafında yalnız oturuyorlardı. Soru-cevap kısmında hanım gazeteci söz istedi ve Kemalizm’in medeniyeti çözücü bir şey olduğunu söylediğimi duyduğunu, yanlış duyup duymadığını sordu. Ben de yanlış duymadığını söyleyip geniş bir çerçevede niye böyle düşündüğümü özetledim. 1925-45’e tekabül eden tek parti döneminde temel bazı değer ve kurumlarının eksik olduğunu, ifade hürriyetinin olmadığını, siyasî yönetimin sınırlanıp denetlenemediğini, siyasî muhalefete teşkilatlanma izni verilmediğini söyledim. Bu gibi konuların hem hislerin galeyana gelmesi hem de ifade özgürlüğünün yeterince geniş olmaması yüzünden soğukkanlı biçimde konuşulamadığına; ama kavga etmeden konuşmak gerektiğine, zaten, AB sürecinde, eğer kulübe üye olacaksak bunları konuşmamız gerektiğine işaret ettim. Daha başka şeylerin de konuşulacağını, mesela, AB tarafından neden her tarafta sadece tek bir adamın (“bu adam” deyip demediğimden emin değilim, bantlar varsa çözülünce göreceğiz) resim ve heykellerinin bulunduğunun sorulacağına dikkat çektim.

Hanım gazeteci, panel tam olarak bitmeden fırlayıp gitti. Ters bir haber çıkacağından emindim; ama buna zaten alışık olduğum için ne deneceğini merak etmiyordum. Ertesi günkü Yeni Asır gazetesinde her türlü ahlâkî değeri çiğneyen, vicdansız bir “haber”, daha doğrusu bana yönelik bir saldırı çıktı. Bir fotoğrafımla süslenmiş saldırının başlığı “Hain” idi. İlk sayfada “Atatürk’e inanılmaz hakaretlerde bulunduğum” iddia edilmekteydi. Sözüm ona haberde, panelin AKP tarafından düzenlendiği bilhassa vurgulanmaktaydı. Aslında bu bir haber değil, yeni bir andıç, bir linç girişimiydi. Nitekim pazar günü İzmir’de arkadaşlarımın ikazıyla iki taraflı olan kabanımın diğer yüzünü giyerek dolaştım. Aynı gazetenin bu vicdansız saldırıya imza atan muhabiri ve yazı işleri beni yine aradı. Yaptıklarının beni hedef göstermek olduğunu iddia ettikleri gibi kimseye hakaret etmediğini söyleyerek hatalarını düzeltmelerini istedim. Ancak, bunu yapacaklarını hiç ummuyordum. Nitekim, ertesi gün yine “Haine tepki” başlığıyla tavırlarını sürdürdüler. Hatta daha da azdılar. Atatürk’e sövdüğümü iddia ettiler.

Bu saldırı hiçbir yönüyle mazur görülebilecek nitelikte değildir. Yaptığım konuşma bir akademik analizden ibarettir. Atatürk’ün, İnönü’nün veya başka birinin adı hiç geçmemiş, mesele kişiler seviyesinde ele alınmamıştır. Nitekim, adı geçen gazetenin iç sayfalarında üstelik seçilerek aktarılan sözlerim dahi bunu kanıtlamaktadır. Peki, buna rağmen, nasıl oluyor da bu tür ahlâksız ve alçakça saldırılar yapılıyor. Bundan ne umuluyor? Anladığım kadarıyla, ilk olarak, bu fanatik gazete ve onun muhabiri AKP’yi benim üzerimden vurmak istiyor. Nitekim, saldırı yapılır yapılmaz AKP’liler paniğe kapıldı. Konuştuğum AKP’lilere dik durmalarını tavsiye ettim, söylediğim her şeyin sorumluluğunun bana ait olduğunu söyledim. Rahat olsunlar; ama aynı zamanda omurgalı olsunlar. Parti milletvekili Zekeriya Akçam’a ve parti yetkililerine, Doğan Haber Ajansı’na söylediklerine binaen, şunu söyleyeyim: Benim ne reklama ne de AKP platformlarını kullanmaya ihtiyacım var. AKP’nin bir panelinde bulunmam bana değil, AKP’nin itibarına ve demokrat duruşuna katkı sağlar.

Muhabire gelince... Sanıyorum onun bilgi birikimi de, vicdanı da beni ve benim gibileri anlamaya yetersiz. Bunda belki özgürlüğü doya doya yaşayan; ama özgürlük felsefesinden habersiz olan ve başkalarının özgürlüğünü kendi özgürlüğü uğruna harcamaya yatkın insanların bol olduğu yerlerde oturup kalkmasının da etkisi vardır. Bu gazeteci, benim yazı ve konuşmalarımdan haberdar olsaydı, yıllardır Kemalizm eleştirisi yaptığımı bilirdi. Ama sanırım, o, belletildiği ve dogma haline getirdiği şeylerin eleştirilebileceğini hayal dahi edemiyordu. Kavrama kapasitesi sınırlı ve niyeti de bozuk olunca akademik eleştirileri hakaret diye aldı ve o manşeti çekti veya çekilmesine ortak oldu. Bu arkadaşa acıyorum ve özgürlüğü, özellikle ifade özgürlüğünü öğrenmeye J.S.Mill’in Özgürlük Üstüne’si ile başlamasını tavsiye ediyorum.

Yeni Asır’ın yazı işlerinin sergilediği ve sık sık benzer yayın organlarınca tekrarlanan tavra da değinmek zorundayım. Haberlere yorum katmak meslek ahlâkına sığmaz. Bu aynı zamanda okuyucunuzu aptal yerine koymak ve manipüle etmek anlamına gelir. Haberi verip yorumu okuyucuya bırakmak yerine beni “hain” ilan etmişsiniz. Kime, neye, nasıl ihanet ettim ki “hain” oldum? O başlığı çekip beni hedef hâline getirirken vicdanınız hiç sızlamadı mı? Ya biri bana “vay hain” deyip saldırsaydı, bunun sorumluluğu size ait olmayacak mıydı?

En güçlü silâh: Fikir

İfade özgürlüğünün olabildiğince geniş olması taraftarıyım. Dolayısıyla, hiç kimseyi, fikirlerimi kabul etme mecburiyetinde görmem. Hiç kimse doğrunun tekeline sahip değildir. Herkes gibi benim söylediklerimde de doğru veya yanlış şeyler olabilir. “Haber”den ayırıp bir yorum yazsanız, fikirlerimi dilediğiniz gibi eleştirseniz, gocunmam, memnun olurum. Hatta, öyle bir yorumda veya bir köşe yazarının yorumunda “hain” olduğumu iddia etseniz bunu da ifade özgürlüğü içinde görürüm. Ama, sizin yaptığınız bunların hiçbiri değil, sadece, beni hedef haline getirmek, hayatımı tehlikeye atmak, linç etmeye çalışmaktır. Sınırlı kapasitenizin benim derin bilgi ve fikir dünyamı kavramaya yetmediğini anlıyorum; ama ahlâkî değerlerden ve vicdandan da mı hiç nasiplenmediniz?

Ey bu vicdansız saldırıya imza atan gazeteci arkadaşlarım. Fikirlerime bir itirazınız varsa istediğiniz yerde istediğiniz şartlarla tartışalım. Beni “hain” ilan etmeniz fikirlerimin yanlış olduğunu göstermez. Tam da tersine, ciddiye alınmaları gerektiğini ve onlardan korktuğunuzu ispatlar. İnsanları terörize etmekten vazgeçin, biraz okuyun, öğrenin. Önce ahlâk kurallarından ve gazeteciliğin genel standartlarından başlayın. Sonra insanlık tarihini okuyun. Elinizdeki gazeteleri silah gibi kullanmayın. Tetikçiliğe soyunmayın.

Ben Atilla Yayla olarak söylediğim ve yazdığım her şeyin arkasındayım. Sizin ahlâk dışı saldırılarınızdan ve terörize etme çabalarınızdan korkup yılacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Panelin sonunda, söylediklerime Kemalistlerden cevap beklediğimi; ama bunu pek muhtemel görmediğimi, doğru dürüst bir cevap almaktan umutlu olmadığımı söylemiştim. Sizin saldırınız bunun en güzel kanıtıdır. Ben söz sarf ediyorum, siz kurşun sıkıyorsunuz. Hakaret ediyorsunuz. Tehdit ediyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, John Milton’ın söylediği gibi, hakikat eninde sonunda galip gelir; ve, herkesin bildiği gibi, fikirlerden daha güçlü silah yoktur. Beni hain ilan ettiniz; ama fikir alanında benim karşımda mağlupsunuz. Yerlerde sürünüyorsunuz. Bu alçakça saldırının kati hesabını ise adalet önünde ve Allah huzurunda vereceksiniz. ([email protected])

Zaman, 21.11.2006

Prof. Dr. Atilla YAYLA

22.11.2006


 

Kemalizm gerilemeye tekabül eder

Hele biraz durun bakalım!

Cadı kazanlarını yakmadan, hain manşetleri atmadan önce biraz sakin olun ve durup düşünün: (...) Atilla Yayla, yıllardır hepimizin yüzlerce kere tekrarladığı bir düşünceyi dile getirdi.

Bir: Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder, dedi. İki: Atatürk heykellerinin ve fotoğraflarının bu kadar çok oluşu normal değil, bunu Avrupalı da yadırgar dedi. Şimdi bu lafları duyunca hop oturup hop kalkanlar son on-onbeş yıldır Türkiye’de yaşamıyorlar mı? Her sokak başına bir Atatürk heykeli dikilmesinin, her duvara Atatürk resmi asılmasının ancak lidere tapınma kültürünü aşamamış 3. dünya ülkelerine mahsus bir şey olduğu; Türkiye’ye yakışmadığı, kişi putlaştırılmasına bir son vermek gerektiği az mı yazıldı çizildi?

Yıllardır günaşırı gündeme getirilen Kemalizm eleştirilerini ilk defa mı duyuyorlar da böyle celalleniyorlar? “Cumhuriyetin içinin demokrasiyle doldurulması” dendiğinde kastedilenin tam da bu olduğunu, Kemalizmin totaliter karakterinin hedef alındığını anlayamadılar mı şimdiye kadar? Mesela, Mehmet Altan’ın şu satırlarının Atilla Yayla’nın söylediği cümleden ne farkı var: “Türkiye, insanlık macerasının içinden süzülerek gelen tüm kavramların içini boşaltmakta üstün bir maharete sahip... Cumhuriyeti demokrasi diye yutturmak. Militarizmi modernlik diye sunmak. Kemalizmi sol diye takdim etmek. AB süreci şimdi her şeyi yerli yerine oturtuyor.

Bizi bir mezra gibi dünyadan kopartan içe kapalı zihniyet yıkıldıkça, insanlığın malı olan kavramların da doğrusunu öğreniyoruz. Yıllar önce totaliter bir tek parti zihniyeti olan Kemalizm’den demokrasiye geçmemiz gerektiğini söyleyen İkinci Cumhuriyet fikri statükonun izansız saldırısına uğradı. Şimdi ise AB süreci bunu fiilen hayata geçiriyor. Kemalizmi demokrasi sanan Türkiye, AB sayesinde ‘demokratik cumhuriyete’ dönüşüyor” (Sabah, 17.10. 2005) Mehmet Altan da, Atilla Yayla da, benim de aralarında olduğum birçok insan da yılllardır aynı şeyi söylüyoruz.

Bugün kendilerine Kemalist diyenlerin demokratik reformlar karşısında en militanca direnenler olduğu; AB karşıtlığında başı çektikleri; Kürt meselesinde şoven milliyetçiliğe kaydıkları, ifade özgürlüğünün yeminli düşmanları haline geldikleri; globalleşme karşıtlığından yabancı sermaye düşmanlığına, serbest piyasa ekonomisini köstekleme çabalarına kadar her alanda Türkiye’yi geriye götürmeye çalıştıkları ayan beyan ortadayken, “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder” diyen bir bilim adamına “hain” diye saldırmak, en iyimser yorumla şimdiye kadar yapılan tartışmalardan hiçbir şey anlamamanın sonucudur.

Ama anlayışsızlığa tahammülün de bir sınırı olmalı. Artık bu recm geleneğine bir son vermek lazım. Kemalizmi eleştiren ya da Atatürk putlaştırmasına karşı çıkanların böyle “hain” ilan edilerek sindirilmeye çalışılmasına direnmek lazım. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Eruygur, Atilla Yayla’nın lafına “irtica” diye saldırdığı zaman “Sensin mürteci” diye ağzının payını vermemiz; Deniz Kuvvetleri Komutanı “Kemalist olmayanları denizde boğarız” dediğinde, “Hodri meydan, boğ da görelim bakalım” diye efelenmemiz lazım.

En önemlisi de fikir namusuna sahip insanları saldırı kampanyaları karşısında yalnız bırakmamak lazım. Atilla Yayla gibi entelektüeller kolay yetişmiyor. Onun bir üslup hatasını bahane bilip ipe çekmeye çalışanlar karşısında sinmek, kabadayılığı adet edinenlerin cür’etini artırır.

Bugün, 21.11.2006

Gülay GÖKTÜRK

22.11.2006


 

Atilla Yayla’yı savunmak ifade özgürlüğünü savunmaktır

Prof. Dr. Atilla Yayla, İzmir’de AK Parti tarafından düzenlenen bir panelde dile getirdiği düşüncelerden dolayı çirkin bir karalama ile karşı karşıya bırakıldı. İzmir’de yayımlanan bir gazete onu ‘hain’ olarak tanımladı ve olayın ulusal basında da yer alması üzerine paniğe kapılan AK Partili bazı yetkililer, artık şaşırmadığımız ‘aman başım ağrımasın’ tutumuyla, her fırsatta dile getirdikleri ifade özgürlüğünü bir yana atmakta tereddüt etmediler. Onlar da bizim demokrasi özürlü basın gibi Prof. Dr. Yayla’ya yüklenmeyi, böylece kendilerini ‘tezkiye etmeyi’ tercih ettiler.

İşte size ifade özgürlüğüyle ilgili somut bir örnek olay, somut bir demokrasi testi, somut bir adalet ve insaf sınavı. Ne demiş Prof. Yayla ve neden suçlanıyor? Söz konusu paneldeki konuşmasında Mustafa Kemal’in şahsını değil Kemalizmi ve AB sürecinde bu ideolojinin abartılı simgesel ifade biçimini (resimler, heykeller vs.) eleştirmiş. Bu fikir bölgesel basının, diğer panelistlerin veya diğer başka birilerinin hoşuna gitmeyebilir. Ama yazmaktan ve söylemekten kalemimizde ve dilimizde tüy bitti: İfade özgürlüğü sadece genel kabul gören veya hoşlanılan fikirler için geçerli değildir. Beğenmediğiniz bir fikir dile getirildiğinde yapacağınız tek şey, onu eleştirmek veya alternatifini getirmekten ibarettir. Onu dile getireni ‘hain’ olarak yaftalamak değildir. Ne yazık ki 21. yüzyılda, demokrasi standardının yükseltilmesi için harcanan bütün çabalara rağmen, bu basit gerçek, yukarıdaki somut örneğin de gösterdiği gibi, anlaşılmamış gözüküyor.

Bu sınavdan, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün bu turnusol testinden basın her zamanki gibi sınıfta kalmış görünüyor. Milliyet daha çok Prof. Dr. Yayla’yı eleştirenlerin görüşlerine yer verirken, Hürriyet de olayı benzer biçimde ‘haber’leştiriyor ve bir de ‘Atatürk fotoğrafları rahatsız etmiş’ başlığıyla duyuruyor. İnsan şaşırıyor, bu habere başlık seçilirken, onca tartışmanın içinden bunu mu, yoksa bir bilimadamının eleştiri sınırları içinde dile getirdiği açık olan ifadelerinden dolayı ‘hain’ ilan edilişini mi manşete çıkarmak gerekirdi?

Ama bu tartışmada asıl sınıfta kalan, ifadelerinin içeriğinden bağımsız olarak Prof. Dr. Yayla’nın ifade özgürlüğünü savunmayı ve ev sahipliğini yaptığı konuğunu korumayı başaramayan AK Partili yetkililer, özellikle de AK Parti İzmir milletvekili Zekeriya Akçam ve İzmir İl Başkanı Ali Aşlık’tır.

Star, 21.11.2006

Berat ÖZİPEK

22.11.2006


 

Lâfım AKP’lilere

Yayla’nın sözlerine karşı çıkan “yeminliler”e lafım yok.

Lafım, o paneli yöneten ve tepkilerin ardından telaşla, “Onu tanımıyorum, gitsin reklamını başka yerde yapsın” diyen Ak Parti milletvekili ve “salonu terk ettim” diyerek kendini kurtarmaya çalışan il başkanına. Meşruiyet, bu kestirme yoldan geçmez.

Sözlerine katılmak zorunda değilsiniz ama madem her söze “fikir özgurlüğü” diye başlıyorsunuz, hiç olmazsa misafirinizi satmamak, ortada bırakmamak gibi bir sorumluluğunuz var. Siyasetçi korkudan pısarsa ifade özgürlüğü nasıl gelişecek! Farklı düşünceden sen korkarsan; toplum, bürokrat, askerler, siviller, sıradan insanlar ya da hukuk insanları neden kendilerini ortaya atsınlar.

Ayrıca... Bu kadar sorumluluğu taşıyamayacaksanız, niye panel yaparsınız!

Yeni Şafak, 21.11.2006

Mustafa KARAALİOĞLU

22.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004