Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Batı niye ileri gitti, biz niye geri kaldık?

Efendimize (asm) ilk inen âyet-i kerime malûm olduğu üzere “Oku” emr-i celilesidir. Bu da aslında Kur’ân’ın büyük mucizelerinden biridir. Sanki ümmete “Okuyun, bundan sonraki asırlar okuyanların asrı olacaktır” şeklinde bir telmihte bulunmak istiyor. Dinimizin okumaya verdiği önem sadece bu değil. Meşhur olan bir vak'a da Bedir esirlerine kurtulma fidyesi olarak “on Müslüman çocuğa okuma yazma öğretme” şartının ileri sürülmesi var. Buna da Efendimizin mucizelerinden biri diyebiliriz. O çağda, o çölde, o toplumda ve o değerler arasında esirlere kurtuluş bedeli olarak böyle bir şartı, ancak “gaybtan” haberdar edilen ve “gaybın okuyanların olacağını böylelikle bilen bir peygamber” öne sürebilir. O zamandan bu zamana başka hiç kimsenin böyle bir şart öne sürdüğünün işitilmemiş olması, hükümdar, komutan ve galiplerin hep altın istemiş olmaları da ilginç bir durumdur.

Tarih şuna şahittir: Müslümanlar okudukları, Kur’ân’ın ilk emrini ve Peygamberlerinin teşvik ettiğini hayata geçirdikleri sürece galip olmuşlar, kazanmışlar, o âyetin ve şartın “mucize” olduğunu, gözleriyle görmüşlerdir. Ve o emri terk ettikleri günden bu yana yine onların “mucize” olduğu gerçeği adeta haykırıyor.

Tarihte en çok taklit edilen medeniyet, Avrupa’nın bugünkü medeniyetidir. Sömürgeci ve gasıp Avrupa’ya karşı yenilenler veya onun galebelerini duyanlar onun gibi olmanın yolunu araştırmışlar ve ilk iş olarak Avrupa’nın ordusunun güçlü olduğunu görerek ordularını onunki gibi yapma yoluna gitmişlerdir. O zamana kadar ordularda pek bulunmayan sürekli talimi Avrupa’nın uyguladığını görerek onlar da o çareye başvurmuşlar veya askerlerinin üniformalarını onunkine benzetme yoluna gitmişler. Ama Avrupa’nın bütün kurumlarını taklit etmelerine, işi ilerletip opera ve melon şapkaya kadar götürmelerine rağmen Avrupa kadar kudret ve kuvvet sahibi olamamışlar, yine ona karşı mağlûp olmuşlardır. Üstelik giriştikleri bu maceranın yan etkileri olmuş, kendi kültürlerine yabancılaşmışlar ve ucubeleşmişlerdir.

Bunun tek bir istisnası olmuş; Japonlar. Onlar dereyle avunmamış, pınarı görmüşler, kabukla oyalanmamış, öze ulaşmışlar ve bunları o kadar çok sevip, benimseyip fiiliyata geçirmişler ki, maharette bu san'atın asıl ustasını geçmişlerdir. Hâlâ da ustalarının epeyce önünde, ondan daha güçlü, kudretli ve rahat bir şekilde cevelanlarına devam ediyorlar.

Bugün en müreffeh ülkeler Avrupa Devletleri, Kuzey Amerika ve bir dereceye kadar uzak doğunun bazı devletleridir. En geri, açlık ve ondan daha acı iç savaş, kan, ölüm ve sürgünlerle uğraşan ise bilindiği üzere Afrika kıt'asındaki bazı devletlerdir. Bu uçurumvari ve büyük neticeleri olan farkın sebebi nedir? Avrupa niye böyle, Afrika ne sebeple bu derece perişan… Birinin kudretinin, diğerinin sefaletinin ve birini tokluğun hastalıkları meşgul ederken, diğerinin yiyecek ekmek bulamamasının gerçek sebebi nedir?

Bu sorunun cevabı asırlarca milletleri, hükümdarları, devlet adamlarını ve ıslahatçıları meşgul etmiş ve bunlardan her biri kendince bulduğu doğru cevaba göre icraatlara girişmiştir. Kimi başarmış, ama onun zaferi milletinin mağlubiyeti olmuş ve kimi daha yolun başında bu aşkı uğruna serden geçmiştir. Gerçekten buradaki tılsım nedir? Bu büyük fark nasıl oluşmuş? Bu adeta bazı memleketleri cennetleştiren ve bazılarını da bir nev'i cehennemleştiren sır veya iksir ne olabilir?

Bu soruya tek kelimelik bir cevap vermek, bizi Ortadoğu ıslahatçılarının düştükleri hataya düşürecek. Meşhur misaldir, körlerin fili tarifleri. Kulağı eline geçen fili ona göre, bacaklarına dokunan ona göre, hortumu eline geçen elindekine göre fili tarif etmiş. Yani kapsayıcı olamamak, gerçeği tümüyle ihata edememek hatası… Ortadoğu ıslahatçılarının en büyük hataları budur. Avrupa medeniyetini bütün boyutlarıyla görememişler, ona kudretini veren şeyi anlamamışlar, kaynaktan, üreticiden ziyade ürünleri görüp onları taklit ederek, o medeniyet misali kuvvetleneceklerini sanmışlardır. Melon şapka, redingot, baston ve eldivenle Avrupalaşabilecekleri hatasına düşmüşlerdir. Fikirlerine göre ürünü almakla kaynağa da ulaşılabilinir. Ama aradan geçen uzun zaman yanıldıklarını gösteriyor. Dış görünüşle, ürünlerle Avrupalaşıldı, o konuda bir eksik kalmadı, hatta belki bazı konularda Avrupa geride de bırakıldı ama asıl matluba ulaşmak tatlı bir rüya olarak hülya ve nutuklarda kaldı.

Avrupa’ya bu kuvveti ve medeniyeti veren şey, “eğitimdir.” Afrika’yı açlıktan bizar eden Avrupa’yı ise tokluktan gelen dertlere düşüren, birincisinin eğitimden, okumaktan yoksunluğu, öyle bir şeyin hayatında bulunmaması, ikincisinin ise o uğraşa neredeyse hayatını vermesi, onunla yatıp onunla kalkmasıdır. Burada eğitimden kasıt, sadece okullardaki örgün, düzenli ve resmî eğitim değil… Onunla beraber belki ondan daha önemli kişinin ferdî okuması, okuldan ayrılışla okumadan ayrılışın gerçekleşmemesi, bir ömür boyu insanı çevresine, komşularına ve dünyaya karşı efendileştiren, ona izzet ve şeref veren bu ameliyenin insanların hayatlarına hiç çıkmamacasına girmesidir.

Avrupa ile Afrika’nın tek farkı, “eğitimdedir.” Avrupa okuyor, okula gidiyor, okuldan sonra okuyor, kendi kültürünü araştırıyor, onu kitaplaştırıyor, dünyaya yayıyor, durmuyor, doymuyor, başka kültürlere el atıyor, onlarda büyük eserler vücuda getiriyor ve kültürlerin gerçek sahiplerinin faidesine sunuyor. Bugün Osmanlı tarihi konusunda en önemli kaynaklardan biri Avusturyalı bir şarkiyatçı olan Hammer’in yazmış olduğu tarihtir. Tarihçilerimiz eserinin bazı yönlerini beğenmeseler, “kendini kültürünün bazı takıntılarından kurtaramamış” deyip onu suçlasalar da, Osmanlı ile alâkalı bir şey yazmaya çalışan çoğunlukla bu ismini, Osmanlılarınki gibi yaptırdığı mezarının taşına “Yusuf” diye yazdıran âlimin kitabına başvurmadan, onu karıştırmadan edemiyorlar.

Hiç unutmam, fakültedeki hadis hocamız sınıfa bir şarkiyatçının yazdığı hadis kitabını getirmişti. Hafızam beni yanıltmıyorsa, ismi “Concord”du. Bu eseri kullanarak bir hadisin ilk kelimesini bildiğiniz takdirde hadisin tümüne ulaşabiliyordunuz. Hâlâ hatırladığımda hayıflanırım, niye bir Müslüman değil de bir Avrupalı şarkiyatçı öyle bir eser yazmış diye.

Sizin kültürünüzde dahi âlimlerinizin yaz(a)madıkları eserleri yazanlarla, bu çağda, bilim, ilim ve teknoloji çağında, kılıç ile kalkanın müzelerde sergilendiği ve sadece folklorcuların ellerinde sallandığı bu zamanda o insanlarla yarışabilmeniz, kendinizi, haklarınızı onlardan korumanız mümkün olur mu? Veya çok zor olmaz mı?

Afrika da Avrupa kadar okusa, onun kadar eğitimde ilerlese, kütüphaneler kursa, eserler vücuda getirse, Avrupalaşır dersek, mübalâğa etmiş olur muyuz?

Eğitim mi ilerlemenin sebebi veya ilerleme mi eğitimin sebebi diye bir soru abes kaçar. Elbette ki, ilerleme eğitimin neticesidir.

Eğitimde ileri milletlerin geri oldukları, başka milletler tarafından sömürüldükleri ve fakirleştikleri görülmemiştir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Müslümanlar eğitimde ileri oldukları, eserler vücuda getirdikleri, bu vadide biz de varız dedikleri sürece, ezilmediler, sömürülmediler, başlarını eğmek zorunda kalmadılar. Maarifte gerilemeleri, bütün cephelerde gerilemeyi beraberinde getirdi.

Avrupa İbn-i Sina’nın tıp kitabını tercüme ettirip, asırlarca üniversitelerinde okuttuğunda “cadı avcılarının” terleri yeni yeni kuruyordu. Cadılarla, şeytana ruhunu satanlarla ve kilisenin dogmalarına aykırı fikir beyan edenlerin muhakemeleri, yargılanmaları, yakılmaları ve takipleriyle uğraşan Avrupa’nın başka hiçbir şeye ne mecali, ne de kuvveti vardı.

Ne zaman ki Avrupa Rönesans’la, Yunan-ı Kadimle tanıştı ve Reformla ifadeye hürriyet tanıdı, matbaayı kullandı, o ortaçağın kasvetli Avrupa’sı, cadı avını bırakıp, sömürge avına çıktı. Kitapları ve âlimleri fikirlerinden dolayı yakanlar, hürriyet mekânı olunca, o derece kuvvetlendiler ki, vatanları kendilerine yetmez oldu. Başka memleketlere göz diktiler, kıt'alar fethettiler, Hindistan gibi memleketleri, uzun yıllar yönettiler.

Keşke bu toprakların ıslahatçıları, elbiselerle, fötr şapka ve balolarla uğraşacaklarına, eğitime ehemmiyet verip, onu geliştirmeye çalışsalardı. Zira Avrupa veya muasır medeniyetler kuvvet ve iktidarlarını o kültürlerinin sıradan bir aksesuarı olmaktan başka bir özelliği olmayan gardrop malzemelerinden almıyordu. Biliminden, ilimdeki ilerlemesinden geliyordu bütün o güç, kuvvet ve iktidar… Maharet Sam Amca’nın giydiği derin fötr şapkada olsaydı, çok güzel olurdu. Afrika’ya gemilerle, tırlarla Sam Amca’nın elbiseleri gönderilir ve o biçareler de böylelikle o açlıktan ve sefaletten kurtulurlardı.

–Devam edecek–

Mehmet ÇINAR

12.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004