Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

İkisine (Mûsâ ve Hârun’a) o ap açık kıtabı verdik. Ve onlara dos doğru yolu gösterdik. Daha sonra gelenler arasında ikisine de güzel bir nam nasip ettik.

Sâffât Sûresi: 117-119

28.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Çoluk çocuğunu zengin bıraktığı halde Rabbinin huzuruna günahlarla varan kimseye yazıklar olsun.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3846

28.12.2006


Müsâvâtsız adalet, adalet değildir

Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın ekseri âhirette, ikincisinde ağlebi dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir. Müsâvâtsız adalet, adalet değildir.

Mektûbât, s. 462

***

Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, şeriat-ı garrâ müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i Eyyubî â’sârı bu müddeâya delil-i alenîdir.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 84

***

Suâl: Gayr-ı müslimlerle nasıl müsâvî olacağız?

Cevap: Müsâvât ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE

Haşiye: Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam tesellî ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur.

Münazarat, s. 66

Lügatçe:

müsâvât: Eşitlik.

gedâ: Fakir, kimsesiz, dilenci.

evâmir-i şer’iye: Dinin emirleri.

evâmir-i tekviniye: Allah'ın kâinatta geçerli olan emir ve kanunları.

ağleb: Çoğunlukla, galiben.

atâlet: Tembellik.

sa’y: Çalışma.

sadr-ı evvel: İslamın başlangıç devri.

cemî: Hepsi, bütünü.

revabıt: Bağlantılar.

levazımat: Gerekler.

â’sâr: Asırlar.

tâzib: Azap ve sıkıntı verme.

imtisal: Uyma.

mürafaa: Yüzleşerek muhakeme olmak.

28.12.2006


Ruhun mekânı ve zamanı (1)

İnsan hayatında rüyaların ayrı bir önemi ve yeri vardır. Gecenin sessiz derinliğinde görülen iyi veya kötü bir rüyanın tesiri gün boyu devam edebilir. İnsan kendince iyi olarak tanımladığı bir rüyadan lezzet alabilir, kötü olarak vasıflandırdığı bir rüyanın etkisiyle de elem duyabilir. Rüyalar öyle veya böyle insanı etkiler.

Peki ne kadar süre ile rüya görüyoruz acaba?

Bu soruya uzamanlar ‘çok kısa bir süre’ olarak cevap veriyorlar. İnsan rüyaları ancak saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa. Şimdiye dek tespit edilen rüya süresi en fazla bir-iki dakika kadar. Uzun süren araştırmalara göre, genellikle rüyalar doksan saniyeyi geçmiyor. İşte insan bu kadar kısa bir süre içinde öyle rüyalar görüyor ki, bu rüyayı anlatmak bile saatler alabiliyor. Şayet bir de o gördüğü rüyayı şu görünen âlemde yaşamaya kalkışsa, bu, günler, hatta aylar alabilir.

Peki bu kadar kısa bir süre içinde nasıl böylesine uzun bir hal ve durum yaşayabiliyoruz? Bu sorunun cevabı ise doğrudan ruh ile alâkalı. Her ne kadar beden faaliyetlerimiz zaman ve mekân şartları içinde sınırlı olsa da, ruh zaman ve mekânla sınırlı değil. Yani ruh zaman ve mekânın şartları dışına çıkıp hayatına devam edebilir. Bu yaşadığımız şartların dışına çıkıp farklı mekân ve zamanlarda yaşayabilir.

Bu hususa Risâle-i Nurda şöyle dikkat çekilir:

“Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insâniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.” (Lem’alar, s. 55)

İfadede geçen ‘ruh zamanla mukayyet değil, yani zamanla sınırlı ve kayıtlı değil’ tabiri rüya halini tarif etme açısından oldukça ilginç bir tâbir. Cesedimiz zamanla ve mekânla sınırlı ve kayıtlı olduğu için görüş açımız da ancak mevcut zaman ve mekânla sınırlı kalıyor. Uykunun en derin halinde bir ölçüde ceset ile alâkasını en aza indiren ruh ise, başka âlemlere açılıyor ve orada bazı garip ve ilginç halleri seyrediyor. Hafızamıza kayıt olduğu kadarıyla da biz o halleri uyandığımız zaman idrak ediyoruz, hissediyoruz, hatta yoruma tâbî tutuyoruz. Zira rüyada gördüğümüz bazı haller bakıyorsunuz aynı gün içinde başımıza geliyor. Bazen de birkaç gün sonra, veya bir ay, hatta bir yıl sonra o rüyada gördüğümüz hali yaşıyoruz. Bu da bize rüyada gördüğümüz şeylerin hayalî şeyler değil, başımıza gelebilecek bazı hakikî haller olduğuna işaret ediyor. Elbette ki tüm rüyalar böyle değildir. Bazıları boş bir kuruntudan ibaret. Bazen de gündüz vakti bizi derinden etkileyen bir olay rüyalarımıza girer. Bu tür rüyalar, üzerinde durmaya değmeyen tip rüyalardır.

Rüyalar ruhumuzun faaliyetidir. Zira beyin vasıtasıyla gören, bilen, düşünen, hisseden, sevinen ve elem çeken ruhtur. İnsan ruhu da zamanla sınırlı değil. Rüyalarda insan cismi bu dünyadaki hayat şartlarında birkaç dakikalık bir zaman dilimi yaşarken, rüyada aynı zaman dilimi genişlemekte belki yüz dakikaya, belki bin ve belki de yüz binler dakikaya kadar yayılıp genişlemektedir. Bu hakikat bast-ı zaman tâbiri ile açıklanmaktadır.

Bast-ı zamanın bilim dilindeki tanımı ise zamanın izafiyetidir. Zaman dediğimiz hakikat cisim için farklı, ruh için farklı bir özellik gösterir. Ruh zamanla sınırlı olmadığı için cismin bir saatlik zaman diliminde, bin saat gibi bir zamanı yaşayabilir. Bu hakikat—yukarıda ifade ettiğimiz gibi—her insan tarafından rüya yolu ile yaşanır ve yaşanmaktadır da.

Ancak bu hakikat sadece rüyalarda yaşanan bir hakikat değildir. Bazı insanlar her insanın rüyada yaşadığı halleri gerçek hayatta, yani şu görünen âlemin şartları içinde yaşamaktadırlar.

Aşağıdaki ifade bu hususa dikkat çeker:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman, tayy-ı mekân meselesi şöhret bulmuştur. Ezcümle: Kitab-ı Yuvakit’in rivayetine göre, İmam-ı Şa’rani bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyük mecmuayı mütalaa etmiştir. Bu gibi vukuât istiğrabla inkâr edilmesin. Zira bu gibi garip meseleleri tasdike yaklaştıran misâller pek çoktur. Meselâ, rüyada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur’ân okumuş olsaydın, birkaç hatim okumuş olurdun. Bu halet evliya için hâlet-i yakazada (uyanıkken) inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mesele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zamanla mukayyed değildir. Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-i ruh mizanıyla cereyan eder.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 166)

—Devam edecek—

Halil AKGÜNLER

28.12.2006


Yenilenen beyin hücreleriyle geçmişi nasıl hatırlıyoruz?

Amerika’da yayımlanan Edge dergisi, dünyanın en önemli 100 bilim adamına şu soruyu sormuş: “Doğruluğuna inandığınız ama ispatlayamayacağınız şey nedir?” Dergi, ilim adamlarının verdikleri cevapları bir kitapta toplayıp yayınlamış.

Cevaplardan bazıları özellikle dikkat çekici. Meselâ, Kaliforniya Salk Enstitüsü’nden Sinirbilimci Terrence J. Sejnowski, “Geçmişi nasıl hatırlıyoruz?” sorusuna şöyle cevap vermiş:

“Bu soruya bir sanatçı, bir tarihçi veya bir bilim insanı farklı cevaplar verebilir. Her ne kadar sinirbilimciler bu konuda çok yol katettilerse de, ben inanıyorum ki ‘uzun dönem hafızası’nın depolandığı yeri yanlış tarafta arıyoruz. Çocukluğumu hatırlama yeteneğim, beni her zaman şaşırtmıştır. Bugün vücudumda bulunan moleküllerin çoğu, çocukluğumdakilerden farklı. Özellikle de beynimi oluşturan moleküller sürekli olarak yenileriyle yer değiştirmekte. Buna rağmen 50 yıl önce yaşamış olduğum yerlerin detaylı anılarına sahibim. Bence uzun dönem hafızası beyindeki hücrelerin içinde değil, hücrelerin arasındaki alanda saklanıyor. Ama bunu şimdilik kanıtlayamıyorum.”

Gerçekten de, beyin hücrelerinin sürekli değiştiğini düşündüğümüzde, hafızada kayıtlı olan bilgileri, meselâ 50 yıl öncesine ait çocukluk hatıralarımızı nasıl hâlâ hatırlayabiliyoruz? Herşeyi maddeyle izah eden, görmediğine inanmayan, Bediüzzaman'ın tabiriyle ‘aklı gözüne inmiş’ bazı bilim adamları bunu neyle izah etmektedirler?

Ne dersiniz, Sejnowski'nin ‘hücrelerin arasındaki alan’ dediği şey, herşeyin mânâ, görüntü ve ses gibi bütün unsurlarıyla kayıtlı olduğu âlem-i misâl veyahut Levh-i Mahfuz'un, insan dimağına bırakılmış küçük bir nümunesi olmasın? Yoksa insan hafızası, ciltler dolusu veriyi, nasıl ve hangi maddî alana kaydetmektedir? Eğer kaydedilen herbir veri için maddî bir alan gerekseydi, herhalde insan kafasının oldukça büyük olması gerekecekti! Ama heyhat! Beyinde mercimek tanesi kadar yer tutan bir hafıza, büyük bir kütüphane gibi içerisindeki bilgileri mükemmel bir düzenle depoluyordu. Öyle ki, insan ‘o tırnak kadar kuvve-i hafızanın sayfasında, istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor’du. (Emirdağ Lahikası, s. 349)

Evet, Bediüzzaman beşer hafızasındaki bu mucizevîliğin, ancak Cenâb-ı Hakkın eseri olmasıyla izah edilebileceğini şu sözleriyle izah ediyordu:

“İnsan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz, görüyoruz ki; öyle bir câmi’ kitap, belki kütüphâne hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu’cize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir: telâfif-i dimağiye mi, basit şuursuz hüceyrât zerreleri mi, tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mu’cize-i san’at, öyle bir zâtın san’atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a’mâlinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri, yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san’atı olabilir.” (Sözler, s. 621)

28.12.2006


Nurdan Kıssalar

İki çobanın hikâyesi

Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "Uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder. Bakar ki, sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar, gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki:

"Ey arkadaş, acip bir rüya gördüm."

O da der: "Allah hayır etsin, nedir?"

Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acip bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altın dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?"

Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da şu küçük deliktir. İşte, kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim."

Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mesut edecek altınları buldular.

İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur. Doğru görmüş; fakat rüyada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i mânevîyi birbirinden fark etmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakikî, maddî bir deniz gördüm" der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi fark ettiği için, tabirde hakkı vardır ki, dedi: "Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil. Belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ..."

Demek oluyor ki, âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden fark etmek lâzım gelir. Birbirine mezc edilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen, "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum"; doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir" diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü âlem-i misali âlem-i hakikîye karıştırırsın.

Mektubat, s. 82-83

28.12.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Emir Sultan hazretleri talebeleriyle sohbet ediyordu. Talebelerinden Sarı Yusuf sohbet esnasında göz kapaklarına hâkim olamadı. Gözleri ağırlaştı. Uyudu, uyuyacaktı. Emir Sultan:

“Müridanın uykusu ibadettir. Biraz uyu evladım” dedi.

Sarı Yusuf bir miktar uyudu, ancak korkulu bir kâbus görerek uyandı. Uyandığında Emir Sultan’ın elinde bir kalkan vardı.

Sarı Yusuf gözlerini tekrar yumdu, tekrar uyudu. Bir süre sonra tekrar kâbus görerek uyandı. Emir Sultan’ın elinde yine aynı kalkan vardı. Sarı Yusuf’un uykusu kaçtı ve sordu:

“Elinizdeki kalkan nedir sultanım?” dedi.

Emir Sultan:

“Kırım’da bizi seven, bizim de kendisini sevdiğimiz bir zat var. Şu anda gönlümüze yönelmiştir. Burada uyumandan kaygı duydu. Küstahlık yaptığını düşündü ve sana ok attı. Ben de kalkanla oku karşıladım, okun sana isabet etmesine mani oldum. Sen tekrar uyuyunca yine ok attı. Ben yine engel oldum. Fakat ardından senin uyumana bizim müsaade ettiğimizi anlayınca pişman oldu ve okun sana değmediğine şükretti” dedi.

(Evliyalar Ansiklopedisi, 6/56)

Süleyman KÖSMENE

28.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004