Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Âkif, fikir ve dâvâ adamıydı

HEM FİKİR, HEM CEMİYET ADAMI

Âkif, müdhiş bir seciye (karakter, şahsiyet) ve kana'at (inanç) sahibi idi. Gelişigüzel hâdiselerin arkasından sürüklenmezdi. Muayyen ve başlıbaşına kana'atleri, ölçüleri vardı. Kana'atlerini şu muâdele-i içtimâiye (sosyal denklem) üzerine kurmuştur: Fazilet, vatanperverlik, ilim mecmu'ları dine müsâvîdir (Din=Ahlâk+vatanseverlik+ilim).

Âkif sadece bir köşeye çekilip, düşündüklerini ve duyduklarını yazmakla kalan bir şâir değildi. Aynı zamanda doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan, hareketlerini, samîmî duygularına uygun düşürmeye uğraşan, bir cemiyet adamı idi: Memuriyet mesleğinde, cemiyet işlerinde, vatan işlerinde kendine teveccüh eden vazifeleri yapmak için didinmiş durmuştu.

VEFÂLI, MÜTEVÂZI, VAKûR

Çok azim sahibi idi. Bir kere birşeye azmetti mi, artık onu yapmak mes'ele değildi.

Vefakârlığı müstesna derecede idi. Dostluğuna bihakkın güvenilirdi. Vefasızlık, nazarında en büyük nâmerdlik idi. O, yalnız insanlara karşı değil, Allah'ına, Peygamber'ine, milletine, vatanına da vefakârdı.

Çok mütevâzi idi. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhâr etmezdi.

Çok büyük izzet-i nefis sahibi idi. bütün müddet-i hayatında hiçbir defa hiçbir kimseye karşı en ufak bir zillet göstermemişti. İzzet-i nefsini rencide edecek ufak bir söze, ufak bir muameleye, hattâ ufak bir bakışa bile tahammül edemezdi. Şeref ve haysiyetine bütün müddet-i ömründe hiçbir toz kondurmamıştı.

CESUR, MAHCUP, DAYANIKLI

Çok metanet sahibi idi. Yeis, korku nedir bilmezdi. Hissiyatına karşı soğukkanlılığını muhafaza ederdi.

Çok mert adamdı. Çocukluğundan beri mertliğe meftundu. Acze düşmüş adamdan intikam almayı mertliğe münâfi görürdü.

Bütün insanlara karşı hayırhahtı. Bilhassa arkadaşlarını iyi bir halde görmekten büyük zevk alırdı.

Söze büyük kıymet verir, verdiği sözü kat'iyyen yerine getirirdi. Meğer ki ölüm, yâhud ona yakın bir mâni' zuhur ede. Sözünü tutmayanlara insan nazariyle bakmazdı.

Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğru idi. Hiç kimse, müddet-i ömründe, onun bir kere olsun yalan söylediğini görmemiştir. Yalan söyleyenlere çok kızardı.

Utangaçtı. Ona faziletinden, kudretinden bahsederseniz kızarır, başka tarafa bakardı.

Hayatın verdiği ıztıraplara gülerdi. Ona göre hayatta tahammülü kabil olmayan en büyük yük hamûle-i minnetti. Fenalığa karşı iyilikle mukabeleye çalışır ve bundan zevk alırdı.

DOSTLUĞU ÇETİNDİ

Ömründe bir kerecik olsun kuvvete boyun eğmemişti.

Kavîler, nüfuzlular onu karşılarında dâima haşin görmüşlerdi. Haksızlığa karşı hiç tahammülü yoktu; derhal kırar, dökerdi. İstibdadın şiddetle aleyhinde idi. Kızınca yüzü heybetli bir hal alırdı.

Halkın ıztıraplarına alâka gösterirdi. Halk sıkıntıda iken zevk ve sefahat içinde yüzenlere müdhiş hasım kesilirdi.

Dostluğu, çok pahalı bir mal gibi, mahrumiyetlere katlanılarak elde edilirdi. Sonra da kaybetmemek için bu çok pahalı şeyin üstüne titreyecektiniz. Çetin huylu idi. Onunla dost olmak kolay değildi. Onu anlayabilirseniz, canını da sizin için feda ederdi.

Her şeyi tam idi; alâkası da, alâkasızlığı da. Sevdiğini tam severdi. ruhunun ısınmadığı adamlara da hiç alâka göstermezdi; fakat bir kin de bağlamazdı.

Sohbetine doyamazdınız. Susması bile zevkli idi. Bazen yalnız gözleri konuşurdu. Sevdiği, inandığı şeylere ağzınızı açamazdınız; buna tahammülü yoktu. Başkasının inandıklarına hürmet ederdi. Kendisinin de inandıklarına başkası hürmete mecburdu.

Kendi işlerine lâkayd idi. Fakat sevdiklerinin her işine alâka gösterirdi. Sevdikleriyle çok lâtife ederdi.

DAİMA OKUR, OKUTUR

Okutmak ve yazmak en büyük zevki idi. Okuttuğu derse ehemmiyet verirdi. Bildiğini iyi bilirdi. bilmediği şeye de hiç karışmazdı. Hâfızası çok kuvvetli idi. Ezberlediği şeyler on bin beyitten aşağı değildi.

İrfan ve liyâkate meftundu. Erbâb-ı kudret ve fazileti candan sever, kudret ve kâbiliyet gördüğü herkesi, millete karşı hizmet yolunda çalışmaya teşvik ederdi.

TAASSUBA, CEHLE, SAPIKLIĞA DÜŞMAN

Câhilane ta'assubun müdhiş düşmanı idi. Eskiye bilâ-kayd ü şart bağlı değildi. Yeniye de körükörüne taraftar değildi. Düstûru şu idi: "Eski, eski olduğu için atılmaz, fena olursa atılır. Yeni, yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır."

O, hem şâir, hem âlim idi. Ahlâkî maziyetleri, insanî vasıfları şiirinden de, malûmatından da yüksekti. Cehle karşı düşmandı. Bir cemiyet için ilimsiz yaşamak kabil olmadığı kanaatinde idi. Asrın icabâtına, gençliğe, istikbâle ehemmiyet verirdi. Milletleri sapık yollara götüren şuarâ, üdebâ ve muharrirlere müdhiş düşman idi. Bunları millet için bir musîbet addederdi. Tenkid ve muâhazeyi sevmezdi. Ona göre, başkalarını değil, insan kendi nefsini muâhaze etmeli idi.

SİYASETTEN UZAK

Siyasetten Allah'a sığınırdı. Meşrûtiyet'in ilânından sonra nasılsa İttihad ve Terakkî'ye girmişti; fakat siyâsetle meşgul olmazdı. İttihad ve Terakkî'ye girişi de mühim bir hâdisedir. Kendisine yemin teklif edilince, "bilâ-kayd ü şart Cemiyet'in emirlerine itaat edemeyeceğini, ancak emr-i ma'rûfuna bi'at edebileceğini" söylemişti. Onun bu salâbeti, yemin tarzının değiştirilmesine sebep olmuştur.

Çok hür fikirli ve müsamahakâr idi. Geniş düşünürdü. Onun müsamaha etmediği yalnız birşey vardı: Dini, Fikret'e karşı husûmeti sırf bu yüzdendi. Yoksa evvelce ona hürmet eder, kıymet verirdi.

Mûsikîyi çok severdi. Nısfiye (ney) üflerdi. Birçok ağır şarkılar, besteler ve ilâhîler mahfûzu (ezberinde) idi. Mevlid'i çok severdi. Güzel sesle okunan Kur'ân'ı dinlemekten büyük haz duyardı.

Erken kalkardı. Yatakta uyanık yatmak âdeti değildi.

Kimsenin hususiyetine karışmazdı. Yalnız hey'et-i ictimâiyeyi (sosyal yapıyı) çekiştirirdi. Kendi olmayana kızardı, iki yüzlülere garezdi.

Hâsılı yüksek bir şâir olduğu kadar, tam mânâsıyla bir insan-ı kâmildi.1

TEK KUSURU: DÂVÂ ADAMI OLMAK!

Mehmed Âkif Bey'i yakından tanımış olan merhum Seniyyüddin Başak (1867-1963), Âkif Bey'in hayatı boyunca yalnız kalmasının ve çektiği ıztırapların sebebini, onun bir "kusur"u ile açıklamaktadır:

"Bence Âkif'in ahlâkî meziyetleri, insanî vasıfları, şiirinden de, malûmatından da yüksektir. Âkif'in bir kusuru; bir baş belâsı vardı ki, o da sırf mefkûresinin (dâvâsının, ülküsünün, idealinin) adamı olmaktan ibaretti. İşte onun içindir ki hiçbir yerde barınamamıştır. Bunu bir meziyet olarak kabul eden, yâhud bu kusurunu hoş gören, yâhud fikri fikrine uymak itibariyle bu kusurunu îtibâre almayan, bu sebeple kendisini himâyede bir beis görmeyen bir zâta tesadüf etmeseydi, akıbeti daha çok hazin olurdu. Çünkü insanlar hiçbir mefkûre sahibini hâl-i hayâtında takdir edememişlerdir. Vefatından sonra yapılan alayiş ve nümayişin ise ona ne faydası var?”2

GÂYESİ

Mehmet Âkif’in dâvâsı, gayesi, Seniyüddin Bey’in ifâdesi ile tâviz vermeden yaşadığı ve yoluna her şeyini feda ettiği, ıztırap çektiği, yalnız kaldığı, sonunda, uğruna vatanını da kaybettiği “mefkûresi”, “Leylâ”sı ne idi?

Bunu araştıran ve tesbitlerini “Âkif ve İslâmcılık” adlı makalesiyle ortaya koyan Nevzad Ayas (1888-1966), Âkif’in gayesinin “İslâmcılık” olduğunu yazdıktan sonra bunun ne anlama geldiğini; “İslâmcılık” hareketinin nasıl başladığını ve “İslâmcılar”ın ne yapmak istediklerini şöyle açıklıyor:

SÖZDE VE HAKİKî MÜSLÜMANLIK

İslâmcılık bizde Meşrûtiyet’ten sonra kullanılmaya başlanılan tâbirlerden biridir. Bir Müslüman cemiyetinde İslâmcılıktan ne kasd edildiği kolayca anlaşılamaz. Zira İslâmcılık esasen Müslümanlık mefhumunun içinde yer tutmuş olmak lâzım gelir.

İşin nazarî cephesi böyle ise de hadiselere bakınca her Müslüman cemiyetinin ve her Müslümanın, İslâmcı olduğunu, yani İslâm dininin ruhuna uygun itikadlarla mücehhez ve gene bu dinin tatbikini istediği hükümlerle âmil bulunduğunu iddia edemeyiz. Lafzî Müslümanlık ile hakikî Müslümanlık arasındaki bu fark; hem itikada hem amelde ve bilhassa ahlâkî hayatta dikkate çarpar.

Filhakika son asırlarda bütün İslâm cemiyetlerinde olduğu gibi bizde de Müslümanlığın dinamik unsurları ve bir muharrik kuvvet gibi işleyen sağlam prensipleri bir tarafa bırakılarak onun sadece, şekle müteallik durgun unsurlarına bağlanılıp kalınmıştır. Şekiller cümlesinden olan ibâdetlerin, şiar ve menseklerin ahlâkî kıymet ve mânâları da ihmâle uğramıştır.

MÜSLÜMANLARA, İSLÂMI ANLATMAK

İslâm âlemindeki düşkünlüğün, İslâm dîninin mâhiyetinden değil, bu dînin îtikad ve amele müteallik esaslı hükümlerini anlamakta ve tatbik etmekte yanlış yollara gidilmesinden ileri geldiğine inananlar; Müslümanlara asıl Müslümanlığı anlatmak, Müslümanları İslâmlaştırmak lâzım geldiğine de kâni' oldular. Bir Müslüman cemiyetinde, İslâmcılığın ne demek olduğunu anlamaya çalışırken hareket noktası işte bu düşünce olmalıdır. Müslümanları İslâmlaştırmak fikri üzerinde yürüyen mütefekkirlerimizden bazıları “İslâmlaştırmak” emelinin hudutlarını daha geniş tuttular. Nihayet İslâmcılık tâbiri kullanılmaya başlandı.

Şu hâlde İslâmcılık, dar manâsıyla Müslüman cemiyetlerini hurafelerden kurtararak, kendilerine İslâmın ruhunu anlatmak, onları itikad ve amelde hakîkî mânâsıyla Müslüman yapmak gayretidir; geniş mânâsıyla da bu gayreti daha ileriye götürerek, İslâm âleminde, İslâm camiasında, din kardeşliğinden doğan birliğin emr ettiği maddî ve manevî tesânüdü te’mîne çalışmaktır.3

(M. Ertuğrul Düzdağ'ın 'Mehmet Âkif Ersoy' adlı kitabından alınmıştır.)

Dipnotlar:

1. Eşref Edib Fergan, "Mehmet Âkif" maddesi, İslâm-Türk Ansiklopedisi, c.1, s.222-224, İstanbul 1944.

2. Fergan, cs. 1, s.244.

3. Fergan, c. 1, s. 562-564. Nevzad Ayas’ın bu isabetli tesbitine ve güzel tarifine göre, Mehmed Âkif de, fikir arkadaşları da “İslâmcı”dır. Hatta yine bu tarife göre, gerçek bir Müslümanın İslâmcı olmaması da mümkün değildir. Ve dikkat edilirse, İslâmcılık siyasî değil, tamamen dinî ve ahlâkî bir hareket olarak anlaşılmaktadır... Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, Âkif ve arkadaşları, hiçbir zaman, kendileri için bu sıfatı kullanmamışlardır.

Mehmet Âkif Ersoy kimdir?

1873’te İstanbul’da doğdu. Babası Arnavutluk’un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı’dır. İlköğrenimine Fatih’te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti’ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslâmî bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Fatih camii’nde İran edebiyatının klasik eserlerini okutan Esad Dede’nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye’nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa’nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı.

1889’da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi’ni 1893’te birincilikle bitirdi. İlk şiirlerini Resimli Gazete’de yayımladı. 1906’da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907’de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde hocalık yaptı. 1908’de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. Burdur mebusu sıfatıyla TBMM’ye seçildi. Meclis’in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921’de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart’ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. 27 Aralık 1936’da İstanbul’da Hakkın rahmetine kavuştu. Mekânı Cennet olsun. Amin.

27.12.2006


Okul arsaları “peşkeş” çekilmemeli

Büyük şehirlerimizdeki okullaşmada çekilen en büyük sıkıntı, “okul arsaları”nın yetersizliğidir. Özellikle uzun yıllar görev yaptığım İstanbul’da, kimi zaman bu sıkıntı had safhaya ulaşır, paranız olsa da okul yapacak arsa bulamazsınız. O sebeple yapılan “imar planları,” o yörenin okul binası ihtiyacını düşünerek, gelecekte lüzumlu olan “okul arsaları”nı mutlaka belirlemeye çalışır.

Kimi vatandaşın kendisine bir gelecek olarak muhafaza ettiği arsası ya da arsasının bir bölümü, yapılan planlamada bir “okul yeri” oluverir. Ve, vatandaşın çilesi başlar. Çünkü, uygulama öyle insafsız yapılır ki, bu durum vatandaşın malını adeta “gasp etmek” gibi olur. Konuyu biraz daha açarsak, plana “okul yeri” olarak sokulan arsa için önce “istimlak kararı” alınır. Başka bir söylemle buna “kamulaştırma kararı” da denir. Bu kararla, kamulaştırılacak olan yer, rayiç bedeli ödenerek artık devletin malı olacaktır. Ancak, rayiç bedel gözetilmediği gibi, tayin edilen bedel de yıllarca ödenmez. Oysa yasa, kamulaştırılması planlanan yerin bedelinin ödenmesini, eğer bu bedel 15 yıl içinde ödenmez ve devlet bu yeri kullanmazsa, söz konusu yerin sahibine iade edilmesini öngörür.

Ne var ki, uygulama hiç de böyle olmaz. Vatandaşa bu süre içinde ne arsasının bedeli ödenir, ne de bu yer serbest bırakılır. Tesbit edilen bedel zaten pek düşüktür. Açılan bedel arttırma dâvâları ise, tatmin etmediği gibi, vatandaş böylece büyük bir haksızlığa, hatta zulme uğratılır.

BÜYÜK ŞEHİRLERDE,

OKUL ARSALARI ÇOK KIYMETLİDİR

Büyük şehirlerin tabiî çoğalma ve göç sebebiyle nüfusu devamlı artar. İstanbul, yıllık % 2.4’lük ve yaklaşık 400 bin kişilik artışla, nüfusu en çok artan şehirlerin başında gelir. O sebeple, İstanbul’a her yıl yeni okullar yapmak gerekir.

1950’li ve 60’lı yıllarda öngörülen nüfus artışına göre ayrılan okul arsaları, tahminler tutmayınca yeterli olamamış, daha sonra yapılan imar planlarında yeni arsaların kamulaştırılması cihetine gidilmiştir. Ancak, zamanla bu kamu arsalarının bir kısmı kimi vatandaşların işgaline uğramış ve üstlerine “gecekondu”lar yapılmıştır.

Merhum Turgut Özal’ın iktidarında bu arsalar ne yazık ki, dağıtılan “tapu tahsis belgeleri”yle, bu işgalcilere adeta “peşkeş” çekilmiştir. İşgal edilen 20 bin civarındaki irili ufaklı arsa böylece yağmalanmıştır. Daha sonra Maliye Hazinesi’nin açtığı karşı dâvâlarla, bu arsaların ancak 6500 kadarı kurtarılmışsa da, diğerlerinden henüz bir sonuç alınamamıştır.

ARSALARI KIYMETLENEN OKULLARIN

SATIŞIYLA, YAPTIRILACAK YENİ OKULLAR

Başta İstanbul olmak üzere, bazı büyük şehirlerimizde, kimi okul ve eğitim kurumlarının arsaları, şehrin merkezi ve işlek yerinde olup, büyük maddî değer kazandılar. Bu okulların bulunduğu yerlerde oluşan gürültü (ses kirliliği) ve trafik sıkışıklığı eğitimi olumsuz etkileyince, bu okullar eğitim kurumu olma vasfını kaybettiler.

Bu yıl, Millî Eğitim Bakanlığının yerinde bir kararı ile bu okulların satılması ve bedelleri ile daha çok okulun yapılması gündeme getirildi ve satış işlemlerine başlandı. Okuyucularımızın hatırlayacağı üzere, 26 Ağustos 2006 günü bu sütunlarda yayınlanan bir yazımda, Bakanlığın bu kararının ve uygulamasının çok yerinde ve yararlı olduğunu belirtmiştim. Hatta, bu konuda geç bile kalındığını ifade etmiştim.

İstanbul Millî Eğitim Müdürü iken, İstanbul’da bu nitelikte tam 52 okul belirlemiştim. Bunlardan Laleli’de bulunan “Gedikpaşa İlköğretim Okulu”nu 1995 yılında satışa çıkardım. Satış işlemleri henüz yürütülürken görevden ayrıldığım için, satış tamamlanamadı. O zaman okulun satış değeri, yaklaşık 5 trilyon lira olarak belirlenmişti. Hatta, burada kapalı ve katlı otopark yapmak için, okula ilk talip olan da Eminönü Belediyesi’ydi.

Şimdi gelen haberlere göre, okul nihayet satıldı. Satıldı, ama satış bedeli olan 21 milyon YTL, okulun gerçek değerinin çok altındaydı. Yani, okul çok ucuza satılmıştı. İlk satışa çıkarıldığı 10 yıl önce takdir edilen kıymetin karşısında, bu çok düşük bir fiyattı ve alıcısı için tam bir “kelepir”di.

ATAKÖY KONAKLARINI YAPANLAR,

ŞİMDİ AYNI KELEPİRİN PEŞİNDE

Bilindiği gibi, Ataköy sahilinde şimdi “Ataköy Konakları” adlı lüks binalar yapılıyor. Eski para değeri ile “trilyon lira”ya satılan bu evlerin bulunduğu bölgede, okul yapımına ayrılan 8 dönüm (8000 m2) okul arsası var.

Millî Eğitim Bakanlığı yaptırdığı incelemede, arsanın m2 fiyatının 24 bin YTL olduğunu belirliyor. İncelemeyi yapan müfettişler, her biri 20 derslikli 13 okul yapana bu arsanın verilebileceğini rapor etmişler. Ancak, Ataköy Konaklarını yapan inşaat şirketiyle pazarlığa oturan Bakanlık şirkete, “Yurdun herhangi bir yerinde 20 derslikli 5 okul yapın, arsayı size verelim” diyor. Şirket ise, “Bu arsanın karşılığı olarak, sadece 3 okul yaparım” diyor. Şu “kelepir”ciliğe bakınız !..

Ataköy, 22 bine yakın konutun bulunduğu ve 120 bin insanın yaşadığı başlı başına bir şehir olmuştur. Çevrenin okul ihtiyacı sadece devlet okullarıyla değil, özel okullarla birlikte karşılanabiliyor. Nüfus artışıyla beraber, dışarıdan da bölgedeki okullara büyük talep var. O sebeple, Ataköy Konakları’nın yanındaki arsa hem maddî yönden, hem de çevrenin okula olan ihtiyacı sebebiyle çok kıymetlidir. “Burada artık okula ihtiyaç yoktur” demek, çok yanlıştır. Kelepir peşinde koşan inşaat şirketi şimdi bunu söyleyip, arsayı kapatmaya çalışıyor.

İşte, Millî Eğitim Bakanlığı ileride “vebal altında” kalmamak için, burada çok duyarlı ve dikkatli olmalı ve arsayı muhafaza etmelidir.

ATAKÖY’DEKİ BU HATA,

GEÇMİŞTE DE YAPILMIŞTI

Ataköy 9. Kısım’da bulunan böyle bir arsa, 1989 yılında bir özel okulun sahibine verilince, şimdi her ikisi de rahmetli olan dönemin Millî Eğitim Bakanı ile İstanbul Millî Eğitim Müdürü, büyük bir töhmet ve vebal altında kalmışlardı.

Çok iyi biliyorum ki, şimdi kimi özel okul sahipleriyle, özel okul yapmak isteyenler de, Ataköy Konakları’nın yanındaki bu arsanın peşine düşeceklerdir. Belki, düştüler de...

Çünkü, Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) yaptığı ve 1994-95 öğretim yılında öğretime açtığım “Ataköy Cumhuriyet Lisesi”nde, aynı olayları bizzat yaşamıştım. Ataköy 7-8. Kısım’da bulunan bu okulu “özel okul” yapmak isteyen bir çok müteşebbis, Ankara’daki bütün yetkilileri ikna ettiği halde, bana geldiklerinde tek başıma direnip onlara vermemiş, bu okulu Ataköy’lülere “devlet okulu” olarak kazandırmıştım. Hatta, Toplu Konut İdaresi ile yapılan protokolde, okulun adının “Hasan Ali Yücel Lisesi” olması şart koşulduğu halde, Ataköylülerin istememesi ve bu ismin Etiler’deki başka bir okulda olmasını gerekçe gösterip, okula “Ataköy Cumhuriyet Lisesi” adını vermiştim. Bu gayretim, okulun girişine konulan ve orada hâlâ asılı duran bir tabela ile de halkın bilgisine sunulmuştu.

Ne var ki, bu ülkede “dürüst” olmanın ve “dürüst” kalmanın zorluklarını bildiğim halde, halkımız için bunu cesaretle yapmış ve sonra da cezasını çekmiştim.

Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, cesur ataklarını ve eğitim hizmetleri için ürettiği çok yararlı projelerini samîmîyetle ve takdirle yâd ediyorum. Ama diyorum ki, samimi olmayan alkışların, bir gün düşmanlık olarak kendisine geri dönebileceğini sakın unutmasın.

Naci Akay (E.) İstanbul Millî

27.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004