Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Daha sonra gelenler arasında İlyas'a da güzel bir nam nasip ettik. İlyas'a selâm olsun.

Sâffât Sûresi: 129-130

04.01.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Sol elle yemek yemeyin. Çünkü şeytan sol elle yer.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3851

04.01.2007


“Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ”

Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin

“Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber”

dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:

“Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,

Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.”(Haşiye)

O vakit birden merhamet-i İlâhiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye’simi, nurlu bir ricaya çevirdi.

Haşiye: Yani, benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde, hikmet-i İlâhiye cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekîm-i Lokman da çaresini bulamadığı, dermansız bir derde düştüm.

Lem’alar, s. 282

***

Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-i bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini, bütün günahlar, hatîatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,

Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,

Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber.

O vakit gurbetteydim. Me’yûsâne bir hüzün ve nedametkârâne bir teessüf ve istimdatkârâne bir hasret hissettim.

Birden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye’si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.

Lem’alar, s. 283

Bediüzzaman Said NURSÎ

04.01.2007


Mahkemeler ve Bediüzzaman-1

Tarihçe-i Hayat’ına bakıldığında görülecektir ki; Üstad Bediüzzaman Said Nursî, gerek resmî kişilerce, gerekse aydınlar nazarında sorgu suâle çekilmiş, mahkemelere verilmiş, haksız yere senelerce hapislerde yatmıştır.

Bazen sözleri-konuşması, bazen hareketleri, bazen davranışları veya susması bunlara sebep olmuştur. Bir diğer sebep de, anlaşılamamaktı.

Bu çalışmamda, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin niçin, ne zaman, nerede ve kimler tarafından mahkemeye verilip yargılandığı, mahkemelerin gereksiz yere niçin uzatıldığı, yargılanma esnasındaki davranışları ve sonuçlarını sunmaya çalışacağım.

Bu arada kısaca, mahkemelerin uzatılmasındaki bir hikmeti Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklamaktadır: “Meselemizi (mahkememizi, sorgulanmamızı) uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati geniş bir dairede celb etmesinden, onları okumasına bir umumî dâvet ve resmî bir ilânât hükmünde, işiten müştakların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntımızdan, zarardan yüz derece ziyade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalâlet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu sûretle atom bombası gibi inşallah tesirini göstermeye bir işarettir.”1

İlk resmî yargılanma hadisesi, 1907’de, din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulacağı ve Arapça, Türkçe, Kürtçe tedrisat yapabilecek bir İslâm Üniversitesi’nin doğu bölgelerinde kurulması için Sultan Abdülhamid’e bir dilekçe ile müracaatı sonrasında Yıldız Divan-ı Harbi’ne verilmesi ile İstanbul’da yaşanmıştır.

Dilekçede, Bediüzzaman Hazretleri, çeşitli ırklardan meydana gelen Osmanlı Devleti bünyesinde, mühim bir topluluk olan Kürtlerin en evvel eğitim ve öğretime ihtiyaçları olduğu; fakat bu eğitim ve öğretimin mahallî lisan olan Kürtçe ile yapılmasını ve din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulmasının şart olduğu, böyle olmazsa sair ırkların yanında Kürtlerin geri kalacağını ve bunun ise istikbalde çok fena neticeler vereceğini nazara vermiştir.

Çare olarak da Kürdistan’ın (şimdiki doğu illerinin o zamanki ismi) muhtelif noktalarında, belirtilen tarzda okullar açılarak, birlik beraberlik sağlanması ile yaratılışça cesur olan Kürtlerin İslâma ve Osmanlı devletine çok hizmet edecekleri konusu gibi önemli noktaları nazara vermiştir.

Fakat maalesef Bediüzzaman Hazretlerinin maksat ve düşüncelerini anlayamayan o zamanın idareci kadrosu, Padişaha da yanlış bilgiler vererek, Bediüzzaman Hazretlerinin önce akıl hastanesine, daha sonra da hapishaneye sevk edilmesine sebep olmuşlardır.

Akıl hastahanesinde doktorla yaptığı konuşmalar sonucunda, doktor, raporunu şöyle tanzim ederek Mabeyn’e gönderir: “Şimdiye kadar İstanbul’a gelenlerin içerisinde zekâ ve fetânetçe böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir.”2

Doktorun bu raporu üzerine Mabeyn telâşa düşer. Hemen Bediüzzaman’ı tımarhâneden tevkifhâneye aldırırlar. Bir an evvel onu İstanbul’dan uzaklaştırmak gayesiyle 30 altın lira maaş, bir miktar da para verilmesi hususunda o zamanki Zabtiye Nazırı (Emniyet Genel Müdürü) Şefik Paşa’yı Bediüzzaman’a gönderirler.

İkisi arasında geçen birçok sorulu cevaplı konuşmanın bir yerinde Bediüzzaman; “Acaba maarifi tehir, maaşı tâcil edersiniz, ne kâide iledir. Menfaat-i şahsiyyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz” dediğinde, Şefik Paşa sinirlenir. Bediüzzaman devamla, “Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fâide vermez. Nafile yorulmayınız! Beni nefiy edin, Fizan olsun, Yemen olsun râzıyım”3 diyerek bütün tekliflerini reddeder ve Şefik Paşa Bediüzzaman’ın yanından ayrılır.

İkinci yargılanma olayı, yine İstanbul’da, 1909 senesinde meşhur ve menhus 31 Mart olayı sonrasında meydana gelir. Ve akabinde, Bediüzzaman Divan-ı Harb’e verilir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde yargılanır. Mahkeme esnasında bir ara; Mahkeme Reisi Hurşid Paşa sorar:

“Sen de şeriat istemişsin?”

Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!”

Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb’deki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab’ edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde “Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” nidalarıyla ilerlemiştir.4

1910 yılında, Divan-ı Harb’den beraet eden Bediüzzaman, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır.

3 Mart 1916’da, Bitlis’in Rusların eline geçmesiyle Bediüzzaman ayağı kırık, üç yerinden yaralı bir halde Ruslara esir düşmüş ve yaklaşık iki yıl esaret hayatı çekmiştir.

Bu zaman içinde Rus başkomutanına hakaretten harp divanında yargılanması hadisesinde Bediüzzaman’ın cevabı, davranışları ve metanetle duruşu ilginç ve örnek alınacak bir durumdur.

—Devam edecek—

Dipnotlar:

1- Şuâlar, sh: 517

2- Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 191

3- Âsâr-ı Bediiye, sh: 331

4- Tarihçe-i Hayat, sh: 60

M. Fahri UTKAN

04.01.2007


Sorularla Risâle-i Nur

Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin farklı hükümleri hak olabilir?

Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur”

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kâdiü’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususî matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

Hem meselâ, mâdem şeriat tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder; elbette, ekser etbâı köylü ve nimbedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, “Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necâset zarar verir.” Ekseriyet itibâriyle hayat-ı içtimâiyeye giren, nimmedenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, “Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var.”

İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maîşet itibâriyle, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan, san’at ve maîşet itibâriyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzâta sed çekmek için, “Abdest bozulur, temas etme; namazını iptal eder, bulaşma” mânevî kulağında bir sadâ-i semâvî çınlattırır. Ammâ, o efendi, nâmuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimâiyesi itibâriyle, ahlâk-ı umumiye nâmına, ecnebî kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezâfet-i medeniye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefî nâmiyle ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istincâ etmemenin zararı yoktur, bir dirhem kadar fetvâ vardır” der, onu vesveseden kurtarır.

İşte, denizden iki katre, sana misâl. Onlara kıyas et. Mîzan-ı Şa’rânî mîzanıyla, şeriat mîzanlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen, et.

Sözler, s. 447-448

Lügatçe:

taaddüd: Çoğalma, birden fazla olma.

ahkâm-ı İlâhiye: Allah’ın hükümleri.

ittibâ: Uyma.

maslahat: Fayda.

ayn-ı hak: Hakkın ta kendisi.

mahz-ı hikmet: Tam bir hikmet.

nimbedevî: Yarı bedevî.

mess-i nisvan: Kadına temas.

nezâfet-i medeniye: Medenî temizlik.

04.01.2007


Vitr

Allah (c.c.), Vitr’dir. Yani bir olan, tek olan, yegâne olan, eşi ve benzeri olmayan, dengi, nazîri, ortağı ve yardımcısı aslâ bulunmayandır. Cenâb-ı Allah hem Zâtı itibariyle birdir, hem isim ve sıfatları itibariyle tektir, eşsizdir, benzersizdir, misli ve misâli yoktur.

Vitr ismi, Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de zikri geçen isimlerdendir.

Şu akıp giden mevcûdâtın vücut ve hayatlarıyla, Cenâb-ı Hakkın zorunlu varlığına ve ehadiyetine şehadet ettiklerini beyan eden Bedîüzzaman, zevâlleriyle ve ölümleriyle de Cenâb-ı Allah’ın ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine işâret ettiklerini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre gece ve gündüzün, kış ve yazın, asırların ve devirlerin değişmesiyle, ölmek ve yeniden doğmak biçiminde tazelenen bütün güzel ve latîf varlıklar elbette bir, tek, yüksek, sermedî, tecellîsi dâim ve cemâl sahibi olan Cenâb-ı Hakkın vücûdunu, bekâsını ve birliğini göstermektedirler.

Bediüzzaman’a göre, kâinatta göz ile görünen hakîmâne fiiller ve basîrâne tasarruflar bir Kebîr-i Kâmilin hudutsuz sıfat ve isimleriyle, bir Hâkim-i Hakîmin nihâyetsiz ve mutlak ilim ve kudretiyle yapılmaktadır. Kâinatta îcat edilen eserlerden, Yaratıcının umûmî rubûbiyet derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti; mutlak ulûhiyet derecesinde kemâli ve istiğnâsı; hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbir hududu olmayan faaliyeti ve saltanatının var olduğu anlaşılmakta, kat’î bilinmekte ve görünmektedir. İşte hâkimiyet, kibriyâ, kemâl, istiğnâ, ıtlak, ihâta, nihâyetsizlik ve hadsizlik sıfatları vahdeti, yani Allah’ın birliğini gerekli ve zorunlu kılmakta, şirki esastan iptal etmektedir.

Her bir hayat sahibinin en sondaki en cüz’î halleri ve meyveleri iki cihetle vahdete ve tevhide, yani Allah’ın birliğine işâret eder:

1. Allah’ın isimlerinin cilveleri, zuhurları, bilinmeleri ve varlıkların yaratılışının neticeleri ve faydaları meyvelerinde toplandığından; her bir meyve, “Ben bütün kâinatı halk eden Zâtın malıyım, fiiliyim ve eseriyim” diye îlân etmektedir.

2. O cüz’î meyvenin kalbinin, yani çekirdek gibi özünün, Allah’ın ekser isimlerinin incecik bir aynası olması ve o kalbin ve aynanın emsallerinin bütün kâinat yüzünü âdetâ istîlâ etmişçesine her tarafta yaygın bir şekilde bulunmaları, bütün kâinatı tasarrufunda tutan bir tek Zâta işâret etmektedir. İstîlâ içindeki her bir meyvenin kalbi, “Yalnız Allah’ın eseriyim ve yalnız Allah’ın san’atıyım!” diye bağırmaktadır.

Demek, nasıl her bir meyve faydalılığı cihetiyle ağacının sahibine bakarsa, çekirdeği cihetiyle bütün o ağacın eczâ, âzâ ve mâhiyetine nazar eder; bütün emsalinde aynı bulunan yüzündeki mühür cihetiyle de o ağacın bütün meyvelerini temâşâ eder ve hep bir ağızdan, “Biz biriz! Bir elden çıkmışız! Bir tek Zâtın malıyız! Birimizi yapan, elbette umûmumuzu da o yapar!” diye îlân ederler. Çokluk âleminde birlik tecellîsi olan hayat ve hayat sahibi varlıkların en mümtazı olan insanın yüzündeki mühür, kalbindeki çekirdeklik ve mâhiyetindeki neticelik ve meyvelilik de, doğrudan doğruya bütün kâinatı tasarruf elinde tutan Cenâb-ı Hakka bakar ve birliğine şehâdet eder.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

04.01.2007


Taze hurmalar

Sağlığında olduğu gibi, öldükten sonra da hayırda ve hakta tasarruflarını sürdüren Hayat-ı Harrânî Hazretleri bir gün talebeleri ile birlikte bir yolculuğa çıktılar. Tefekkür ve zikir sohbetleri yaparak yol boyunca kıvrılıp gittiler.

Yol uzamış, azıkları tükenmişti. Ümmü Gaylan adıyla bilinen bir ağacın altında istirahat ettiler.

İstirahat esnasında talebeler kendi aralarında konuşurlarken, bir talebe:

“Canım taze hurma çekti.” dedi.

O sırada murakabede bulunan Hayat-ı Harrânî Hazretleri talebesine dönüp:

“Şu ağacı salla.” dedi.

Talebe:

“Efendim, bu hurma ağacı değildir. Bu Ümmü Gaylan ağacıdır.” deyince, Hayat-ı Harrânî:

“Evlâdım, şu ağacı sallar mısın? Sana bu ağacın ne ağacı olduğunu sordum mu?” dedi.

Talebe ağacı sallayınca, ağaçtan taptaze hurma dökülüverdi. Dökülen hurmaları yediler ve doydular. Allah’a şükrettiler.

(Evliyalar Ans. 7/67)

Süleyman KÖSMENE

04.01.2007


İstişarenin esasları

Allah Resûlü (asm), istişare edenin asla pişman olmayacağını,1 bir milletin istişare ettiği müddetçe asla zillete düşmeyeceğini2 bildirirken bu önemli noktalara dikkatimizi çekmiştir.

Ancak istişarenin de her şey gibi kendine göre şartları, esasları vardır. Gelişigüzel, rastgele yapılan bir fikir beyanı, konuyla ilgisi olmayan insanların ileri geri konuşmalarının meşveretle alâkası yoktur. Meşveret ciddî ve önemli bir meseledir. Uyulması gereken bir kısım esas ve prensipleri vardır. Bunlara uyulmadıkça meşveret meşveret olmaktan çıkar.

Bu esasları şöylece sıralamak mümkündür:

* Vahiyle kesin bildirilen meselelerde meşveret yapılmaz.

* İstişarede tek görüş değil, çoğunluğun görüşü hâkimdir. Nitekim Allah Resûlü (asm), Uhud Savaşı öncesi sadık rüyayla Medine’de kalıp düşmanı karşılamanın uygun olduğunu gördüğü halde, hakkında vahiy gelmediği için Ashabıyla istişare etmiş, çoğunluk düşmanı Medine dışında karşılamayı istediği için onlara uymuştu.

* İstişareye katılan herkes görüşlerini hür bir atmosferde, tamamen vicdanlarının sesini dinleyerek, hiçbir baskı altında kalmaksızın serbestçe ifade edebilmelidirler.

* İstişare edilen kişiler o konuda işin ehli olmalıdırlar. Bedir Savaşı için karargâh seçilirken bir yerde durulmuştu. Otuz üç yaşlarındaki Hubab bin Münzir, Resûlullaha bulundukları yerin vahiyle bildirilip bildirilmediğini sordu. Şahsî bir görüş neticesi olduğunu öğrenince de, Bedir kuyusu civarına yerleşmeyi, kuyuların kapatılıp müşriklerin susuzluktan zor durumda bırakılmalarının daha isabetli olacağını teklif etmiş, Resûlullah da bunu kabul etmişti.3

* Meşverette hasbîlik esas olmalı. Sadece ve sadece Allah rızası gözetilmeli. Ona katılanlar aynı ruh ve gâye etrafında toplanmış kimseler olmalı. Peşin fikir ve hükümlerden uzak kalmalı, doğruyu bulma gayreti ve azmi içerisinde olmalı. Taraftar bulmak için propaganda yapma, kulis faaliyetleri içerisine girme gibi durumlar meşveretin ruhuna ters düşer.

* Kendisiyle istişare edilen kimse güvenilir kimse olmalıdır. Bir hadis-i şerifte istişare edilen kimsenin bu özelliğine dikkat çekilerek, “Kendisiyle istişare edilen kimse emin bir kimsedir”4 buyurulmuştur.

* İstişare kararı ortak bir karardır. Şahsî görüşüne ters düşse bile herkes bu karara uymada elinden geleni yapmakla mükelleftir.

* İstişarede ortaya çıkan karar oluruna bırakılmaz. Gerçekleşmesi için azim, sebat ve tevekkülle hareket edilir ve herkes üzerine düşeni hakkıyla yapar.

Dipnotlar:

1- Mecmaü’z-Zevâid, 2:280.

2- Keşşaf, 1:332.

3- İbni Hişam, Sîre, 1-2:620.

4- Tirmizî, Zühd: 39.

Şaban DÖĞEN

04.01.2007


Bir iyiliğe bin sevabın hikmeti- 2

Adıyaman’dan okuyucumuz: “Yirmi Üçüncü Sözün 2. Mebhasında geçen “bir haseneyi bin yazmak...” hakikatinin sırrı ve hikmeti nedir?”

Dün kaldığımız yerden devam edelim:

Cenâb-ı Allah’ın dünyada da, âhirette de bizimle ilgili iki türlü muamelesi vardır:

1-Adaletiyle olan muamelesi. 2- Rahmetiyle, keremiyle ve lütfuyla olan muamelesi.

Meselâ, her türlü belâ ve musibetler Allah’ın adaleti gereği üzerimize gelir. Dünyada acı ve kederler, ayağımıza diken batmasından burnumuzun kanamasına kadar Allah’ın adaleti gereği meydana gelir. Kabirde azap eğer varsa, Allah’ın adaleti gereği olur. Mahşerdeki şiddet Allah’ın adaleti gereğidir. Gazab-ı İlâhî, İlâhî adaletin tecelli halidir. Cehennem Allah’ın adaletidir.

Hâlbuki Cenâb-ı Allah “Rahmetim her şeyi kaplamıştır”1 buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) bu âyeti şöyle tefsîr ediyor: “Cenâb-ı Allah mahlukâtı yarattığında Arşın üstünde, yüksek katındaki bir kitaba şöyle yazdı: “Benim rahmetim gazabımı geçmiştir.”2

Nitekim kendimize ve etrafımıza şöyle insafla bir baksak göreceğiz ki: Biz mahlûkat olarak rahmetin içinde yüzüyoruz. Elimizi attığımız her şey, muradımız olan her şey, gördüğümüz her mürüvvet, her nimet, her lezzet, her neş’e, her neşe kaynağı, her sevinç, her huzur, her iyi hal, her güzel şey, her mutluluk Allah’ın rahmetinden, lütfundan, kereminden başka bir şey değildir. İçimizi ısıtan her şey, yaşama sevincimizi ateşleyen her şey Allah’ın merhametinin, şefkatinin, yumuşak huyluluğunun, sevgisinin, muhabbetinin, mükâfatının tecellisinden başka bir şey değildir.

Diğer yandan, biz hak ettiğimiz için yaratılmış değiliz. Hak ettiğimiz için bize hayat verilmiş değil. Hak ettiğimiz için canlı yapılmış, hak ettiğimiz için insan kılınmış değiliz. Eğer var kılınmışsak, eğer canlı kılınmışsak, eğer insan olarak yaratılmışsak, eğer yaşama sevincimiz verilmişse, eğer doğru bir dine inanıyor ve Yaratıcımıza doğru bir yaklaşımla yönelebiliyorsak, eğer iyilikler ve salih ameller yapabiliyorsak, eğer kötülüklerden uzak durabiliyorsak, eğer günahlarımız bağışlanıyorsa, -kendimizi sarsalım, tartalım ve itiraf edelim: Bunlar, içinde yüzdüğümüz ve bizim irâdemize sorulmadan bize verilen nimetler değil midir?- bütün bunlar Allah’ın rahmetinden, lütfundan ve kereminden başka bir şey değildir.

Bir de Cennet bekliyoruz! Oh ne âlâ? Daha beklediklerimiz çok şeyler var: Mahşerde şefaate ermek, günahlardan tamamen mağfiret olunmak, Allah’ın adâletine çarpmaktan kurtulmak, Cehennemden âzâd olmak, ebedî mutluluğa ulaşmak, sonsuzluk ülkesinde her ihtiyacımızın karşılanması, her isteğimizin yerine gelmesi, sevdiklerimize ulaşmamız, Allah’ın sonsuz güzelliğine ulaşmamız.

Peki bu dev istekler ve beklentilere karşı neler yapıyoruz? Günahlardan başka neler yapıyoruz? Azıcık bir iyiliğimiz varsa, bir ibâdetimiz varsa, bir sâlih amelimiz varsa, onu da nefs-i emmâremizin hiç farkında olmadığımız “benlik” tuzağıyla, “enaniyet” tuzağıyla, “gurur” tuzağıyla, “riyâ” tuzağıyla, “gösteriş” tuzağıyla, “gıybet” tuzağıyla, “haset” tuzağıyla, ve sâir şeytânî tuzaklarla değer olarak sıfırlıyor ve çoğu zaman eksiye geçiyoruz! Elde avuçta ne salih amel kalıyor, ne ibâdet, ne iyilik!

Bundan dolayı Cenab-ı Allah uyarıyor ki: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, nefsindendir.”3

İşte Üstad Saîd Nursî Hazretleri Yirmi Üçüncü Sözün 2. Mebhasının 1. Nüktesinde bu âyeti tefsîr ediyor: İnsanda iki cihet vardır: Birisi yapmak, hayır ve fiil cihetidir. Diğeri yıkmak, yok etmek, şer ve yapılmak cihetidir.

Yapmak konusunda insanın eli çok kısadır. İnsan kendiliğinden bir şey yapamaz. Yapan, veren, takdir eden Cenâb-ı Hak’tır. İnsanın hiçbir iyiliği ve hiçbir salih ameli kendi öz malı değildir. İnsan iyiliklerde fâil değildir. İyilikler Allah’tandır.

Kötülük ise böyle değildir. Kötülükte fâil insandır. Yani yıkan, bozan, kıran, döken, dağıtan, günah işleyen ve kötülük yapan insandır. Nefs-i emmâre kötülük cihetinde sonsuz cinâyet işleyebilirken; iyilik cihetinde gücü ve kudreti hemen hiç yoktur. İyilik cihetinde sahip olduğu her şey Allah’ındır.

Enaniyeti, benliği, gururu bırakıp hayrı Allah’tan isteyen, şerden, yıkmaktan, kötülükten ve nefsine itimattan vazgeçen, istiğfar eden ve tam kulluğunu takınan insan ise, “Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir”4 âyetinin sırrına mazhar olur.

Netice itibariyle: İlâhî adâlet gereği; iyilik kendisinin olmadığı için iyiliğine karşılık hiç sevap alması gerekmeyen, fakat kötülüğün fâili kendisi olduğundan bir kötülüğüne karşılık bazen bin günah alması gereken insan; amel defterinde, Allah’ın fazlı, keremi ve rahmeti gereği, iyiliklerinin sevabını en az bire on, bire yetmiş, bire yedi yüz, bire yedi bin olarak buluyor. Fakat bir kötülüğüne karşılık sadece bir günah buluyor. Demek, Allah’ın fazlı, rahmeti ve keremi sadece âhirette ve mahşerde değil; dünyada günahların ve sevapların yazılması esnasında dahî adâletinin ve gazabının önüne geçiyor ve kullarının sevap ve hayır defterini daha dolu hale getiriyor.5

Dipnotlar:

1. A’râf Sûresi: 156 2. Riyâzu’s-Sâlihîn, 318 3. Nisâ Sûresi: 79 4. Furkan Sûresi: 70 5. Sözler, s. 290

Süleyman KÖSMENE

04.01.2007


Hayvan hakları

Hayvanların kesilmesine cephe almak değil; onların haklarına riâyet etmek ve haklarını ihlâl edenlere karşı koymamız gerekir. Evvelâ, Rabbimizin lütfuyla emrimiz ve hizmetimize verdiği hayvanlara Onun emirleri çerçevesinde yaklaşmalı.

Evvelâ şunu kabul etmeliyiz: Hayvanlar da, “yaradılış” yönünden “kardeşlerimizdir.” Pek çok hadis-i şerîfte de, hayvan bakımı ve istihdamı konularında bize yol gösterilmekte, ikazlar yapılmaktadır. Resûlullah (asm) buyurdular ki, ‘Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden Cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemeye de salmamıştı.”1

Hayvan hakkı başta eziyet etmemektir. Birçok hadis-i şerifte hayvan hakları ile ilgili şu hususlar işlenir:

* Hayvan bakımını iyi yapmak,

* Hayvan eğitiminde yumuşak olmak,

* Hayvanı sağarken, yük taşıtırken eziyet etmemek,

* Hayvanı yaralamamak,

* Hayvanı nişan tahtası olarak kullanmamak,

* Hayvanlara acımak, merhamet etmek, fazla yük yüklememek, uzun süre üzerlerine binmemek, durmamak,

* Hayvana işkence etmemek,

* Yiyeceğini zamanında vermek, iyi beslemek,

* Sulamak,

* Hayvanlara gerdanlık, semer, üzengi gibi takılar takarken, sıkıntı vermemek,

* Hayvanları fıtrî vazifelerinde kullanmak,

* Hayvanları daha ziyade hizmet için istihdam etmek,

* Hayvanları gereksiz yere rahatsız etmemek,

* Hayvanların hayat haklarına riâyet etmek,

* Hayvanları korumak,

* Hayvanların yavrularına ihtimam göstermek ve nesillerinin çoğalmasını sağlamak,

* Hayvanların yüzüne vurmamak, aşırı eziyet ve işkenceye varacak dayaklar atmamak,

* Haksız yere, durup dururken hayvanları öldürmemek,

* Zararlı hayvanları öldürürken bile eziyet etmemek.

Bu maddelerle, hadis-i şeriflerden, hayvanlarla ilgili birer kesit sunduk. Bunlardan çıkarılan umûmî fetva ise şöyledir:

“Hayvan haklarına kemaliyle riâyet etmek şartıyla, kuşlar kafese konabilir, çocukların oynamaları için velîleri temin edebilir. Ve yine, yavru, yumurta elde etmek, mektup, posta işlerinde kullanmak, seslerini tefekkür etmek, yalnızlıktan kurtulmak ve ünsiyet temin etmek maksadıyla hayvanlar istihdam edilebilir. Çünkü, Allah, hayvanları halife-i zemîn olan insanlar için yaratmış ve onların emrine vermiştir.

Acaba, 15 asır önce ortaya konan ve ekseriyâ uygulanan hayvan haklarına, medenî geçinen ve insanlara hayvan kadar önem vermeyen Batı dünyasının masal ve hikâyelerinde rastlamak mümkün mü?

Dipnot:

1. Buharî, Bed’ü’l-Halk, 17.; Müslim, Birr 151.

Ali FERŞADOĞLU

04.01.2007


Demek ki 'başörtüsü' diye bir sorun varmış

Bütçe görüşmeleri esnasında, Meclis'te olduğu kadar ülke genelinde de ciddî bir gerilim yaşandı.

Özellikle, anamuhalefet partisi başkanı Baykal'ın başörtüsüyle ilgili sarf ettiği tuhaf sözler, ortalığı bir anda elektriklendirmeye yetti.

Deniz Baykal'ın, sonradan kıvıra kıvıra düzeltmeye çalıştığı "Başörtüsü, kadının başını örter; kocasının ayıbını örtmeye yetmez" şeklindeki sözleri, en başta iktidar kanadı milletvekillerinin hop oturup hop kalkmasına sebebiyet verdi.

O talihsiz söz, bir avuç başörtüsü düşmanı dışında kalan milyonlarca insanımızı da rahatsız etti, şüphesiz.

Bu işin ayrı bir tarafı.

Bizim burada nazara vermek istediğimiz husus, başta başbakan olmak üzere, iktidar kanadının özellikle yönetim kademesinin, o ana kadar söyledikleri ile o anda yaşadıkları öfke ve şaşkınlık halinin, ciddî bir analize, esaslı bir tahlile tâbi tutulmasının mutlak sûrette gerekli olduğudur.

Zira, AKP yönetiminin şimdiye kadar söyleyip durduğu şuydu: "Başörtüsü sorunu, bizim öncelikli meselemiz değildir. Bizim gündemimizde böyle bir sorun yoktur."

Peki, o halde neden Baykal'ın o münasebetsiz sözleri hem AKP'lileri, hem de ekser vatandaşı böylesine gerdi?

Demek ki, ortamı bir anda gerecek ciddî bir sorun varmış.

Varmış ki, ortalık bir anda ayağa kalktı.

Üstelik, o sözün sahibi Baykal da çıkıp düzeltme üstüne düzeltme yapma gereğini duydu. (Aslında düzeltme de yapamadı, sadece yamulttu, bıraktı.)

Siyasilerin vazifesi, milletin bir sıkıntısı, bir sorunu varsa, bunu es geçmek, görmezden gelmek, yahut üstünü örtmeye çalışmak değil; bilâkis, sorunu çözmek ve sıkıntıyı gidermek olmalı.

Zira, "Bizim gündemimizde böyle bir sorun yok" demekle, sorun yok olmuyor.

Var olan bir sıkıntı, görmezden gelinmesi halinde, öyle bir zamanda ortaya çıkar ve öyle bir patlamaya sebebiyet verir ki, sağırların kulaklarını dahi şiddetle çınlatmaya başlar.

Dört yılı aşan iktidarları döneminde, başörtüsü meselesinde bir arpa boyu yol alamayanların, bu konuda bundan sonra da yapabilecekleri bir faaliyet olmasa gerektir.

Dileriz ki, yaklaşan seçim döneminde bu meseleyi "Bizim için şeref meselesidir" türünden sözlerle bir kez de propaganda malzemesi olarak kullanmazlar.

Dileriz ki, hiçkimse ve hiçbir parti başörtüsü meselesini bir daha hasis menfaati için kullanmaya yeltenmez.

GÜNÜN TARİHİ 4 Ocak 1929

Bir şâheserin temeli atıldı

S adece Müslümanların değil, bütün dünya mimarlarının ve turistlerinin dikkatini çekerek, görenleri hayranlık içinde bırakan İstanbul'daki Sultanahmet Camiinin temeli atıldı.

Klasik Osmanlı mimarisinin orijinal bir eseri olan bu mâbed, 6 minare ile inşa edilen ilk ve tek camidir.

Bulunduğu yer, eski İstanbul'un da önemli diğer bazı eserleri ile çevrilidir. Manzarası, özellikle denizden görünümü harikulâdedir. Bu manzara, siluetiyle de çoğu yerde İstanbul'u temsil eder.

Caminin hariçteki bir namı da “Mavi Camii”dir. Özellikle Avrupalılar, mabedi bu isimle yadeder.

Eserin asıl ismi, I. Sultan Ahmet Camiîdir. Mimarı ise, Mehmet Ağadır. Mimar Sinan'ın talebesidir.

Mimar Mehmet Ağa, Cami dışı gibi iç mekânı da adeta kuyumcu titizliği ile donatıp dekore etmiş.

1609–1616 yılları arasında inşa edilen caminin esas girişi Roma devrinden kalan hipodrom tarafındadır. İç mekân bir bütün halindedir. Ana ve yan kubbeler, geniş sivri kemerlerin dayandığı 4 büyük sütun üzerinde yükselir.

Caminin iç duvarları, sayısı 20.000’i aşan harika İznik çinileri ile süslüdür. Bunların yukarısı ve bütün kubbe içleri ise boya ile kaplıdır.

Toplam 260 pencerenin aydınlattığı iç mekânın üstünü örten büyük kubbe 23.5 metre çapında ve 43 metre yüksekliğindedir.

Küçük büyük bütün kubbeler ve minarelerin üstleri kurşunla kaplıdır, bunların uçlarındaki alemler ise altın kaplamalı bakırdan yapılmış.

Yaklaşık 400 senedir dimdik ayakta duran Sultanahmet Camiini, dün olduğu gibi bugün de dünyanın dört bir yanından gelerek ziyaret edenler var.

Duyulan ihtiyaç sebebiyle, ayrıca özellikle yaz ayları bu camiyi değişik dillerde tanıtan ses ve ışık gösterileri yapılıyor. Program, akşam namazını müteakiben başlatılıyor.

M. Latif SALİHOĞLU

04.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004