Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

MİT ve yeni açılım tartışmaları

Adı duyulduğunda, özellikle sistemi eleştiren, statükoyla başı dertte fikir adamlarını tedirgin eden Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), bu sefer farklı bir çıkış yaptı. En azından biz öyle sanıyoruz.

Türkiye’nin değişen dünyada karşı karşıya kaldığı “meydan okuyuş”a işaret ederek, yaşanacak krizlerden sağ salim çıkabilmek için yeni bir stratejik “açılım”ın gerekliliğini vurguladı. Bu da zaten tartışılan bir meselenin daha geniş kesimlerce de tartışılmasının fitilini ateşledi.

MİT Müsteşarı Emre Taner’in, teşkilatın kuruluşunun 80’inci yıldönümünü kutlamak amacıyla MİT’in resmi web sitesinde (http://www.mit.gov.tr/basin32.html) yayımladığı yazıdan bahsediyorum.

Şüphesiz, farklı dünya görüşlerine sahip yorumcular farklı açılardan konuyu ele aldılar, almaya da devam edecekler. Yorumcuların üzerinde daha fazla yoğunlaştığını gördüğümüz nokta, metnin şu kısmı:

“Uluslararası sistem yeniden tanımlanıyor, birçok ülke ulusal egemenliğini yitirecek. Türkiye, kendisini olayların akışına bırakarak savunma pozisyonunda kalamaz.”

MİT’in fişlenmişler listesinde yeralan birçok kanaat önderi, Türkiye’nin en velud düşünürleri zaten bu hususu epeydir dillendiriyordu. Tarihin akışını idrak edemeyen, aksine, bu akışa karşı kürek çekmeye çalışan kimi güçler, sosyal olayların doğasındaki kanunlara hep gözlerini kapadılar, bilimsel verileri umursamadılar. Gulyabanî “irtica”ya karşı topyekün bin yıllık savaş naralarını, pozitivizmin kutsal ineği “bilimselcilik” adına attılar!

28 Şubat’ı hatırlayalım. Bu postmodern müdahalenin kudretli paşası mütekait Çevik Bir’le Milliyet gazetesi yazarı Taha Akyol arasında geçen bir olay her şeyi çok net ortaya seriyor.

28 Şubat döneminde, Akyol, Aydın Doğan’ın çağrısı ile Milliyet yayın toplantısına katılan Orgeneral Bir’e, ‘Ülkemizde çok iyi yetişmiş sosyologlar var, neden bunlara danışmıyor, bilimsel destek almıyorsunuz?’ diye sorar. Paşa’nın yanıtı unutulmayacak cinstendir: “Sosyologlara danışırsak kararlılığımız sarsılır.”

Niye?

Çünkü, bilimsel veriler farklı doneleri ortaya koyacak, iddia edildiği gibi bir irtica tehlikesinin olmadığı söylenecek de ondan.

Bu zihniyetin, bu zihniyete teşne kalemlerin ülkeyi batma noktasına sürüklediklerine hepimiz tanıklık ettik. Şimdilerde onların kırıp döktüklerini, mürteci diye yaftaladıkları insanlar tamir ediyor.

Onların özlediği “tek parti” dönemindeki statükoculuğa bugünün dünyasında yer yok. Bunlar, 19. yüzyıl pozitivizmini bilim diye fetişleştirdikleri için gelişmeleri hakkıyla idrak edemiyorlar.

Bunu gören MİT Müsteşarı onları özetle şöyle uyarıyor: Bazı ulus devletler tarih sahnesinden silinecek. Yalnız savunma pozisyonunda olmakla güvenliğimizi sağlayamayız. Güçlü ekonomi, kusursuz dış politika, caydırıcı bir askeri yapılanma şart. Türkiye, kendini ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir.

Müsteşar’ın uyarıları arasından benim dikkatimi çeken bir önemli husus uyarının dini de içine alan şu bölümü:

“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslar arası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.”

Peki, ne yapmalı?

Müsteşar’ın yanıtı şu: “Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikte değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir.”

Şu âşikâr ki, Türkiye’nin, gerek stratejik, gerek jeopolitik önemini ve gerekse jeokültürel avantajlarını kullanabilmesi için öncelikle “din”e sakat yaklaşımını tashih etmesi ve “ulusalcılık” anlayışından “millet” mefhumuna geri dönmesi gerekmektedir.

Jakoben yöntemlerle dini zapturapt altında tutmak bu ülkeye çok şey kaybettirdi. Bu ülke insanının tarihte oynadığı rolden gelen ve Endonezya’ya kadar uzanan “esnek gücü” (soft power) bu sebeple erime sürecindedir. Büyük ülkeler kendilerine etki alanı açmakla yırtınırken bizimkiler bir mirasyedi edasıyla varolanı çöpe atıyorlar.

Öncelikle dinin düşman addedilmesinden vazgeçilmeli. Sonra, pozitivist paradigmanın şekillendirdiği ulusal söylemin mitlerinden kurtulmalıdır. Ülkemizin sınırlarından ziyade zihinlerimizdeki sınırları kaldırmalıyız. Bu sınırlar özel şartlarda hayat memat mücadelesinin verildiği bir dönemde zarurî olarak kabul edilmişti, mutlaklaştırmamak gerek.

Türkiye’nin sırtını dayayacağı güç kaynağı, tarihsel ilişkilerinin de zeminini teşkil eden Osmanlı vizyonundan geçer. Bu da sistemin toplumuyla, tarihiyle barışmasının gerekliliğini ifade eder.

Halk algısında, kendi vatandaşlarını tehdit algılayan ve onları fişlemekle meşgul MİT, öyle temenni ediyorum, bu gerçekliğin farkında ve yeni açılım istiyor. Umarız çözümü yanlış yerde aramazlar!

Vakit, 10.1.2007

Serdar DEMİREL

11.01.2007


 

Seçim yılı ve AB işleri

Seçimler yılı 2007’de AB işlerinin nasıl yürüyeceği belli değil. Bürokraside küçük ama samimî bir çaba gözlenirken toplumda gözle görülür bir tereddüt, siyaset dünyasında da soru işaretleri var. Başmüzakereci son demeçlerinde AB’den gelen olumsuz mesajlara karşı ve haklı olarak “reformlar AB’yi beklemez” diyor. Bu çerçevede bugün AB işlerinden sorumlu üst düzey bürokratlar bu yıl için bir yol haritası belirleyecek. İlk 2001’de hazırlanan Müktesebatın Kabülü için Ulusal Program’ın epeyidir beklenen üçüncü revizyonu neredeyse hazır.

Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ise Fin dönem başkanlığının son günlerinde açılan 20 numaralı “İşletme ve Sanayii Politikası” adlı ve özellikle kobileri ilgilen başlıkla ilgili Türkiye’nin müzakere pozisyonunu ilgili tüm sivil ve resmî kuruluşlarla paylaştı ve görüş istedi. Bu, belli müzakere başlıklarıyla birebir ilgili toplumsal tarafları çabaya ortak etmek demektir ve bu anlamda çok hayırlı bir gelişmedir. Müzakere pozisyonlarının oluşması esnasında yapılacak en geniş istişare, eninde sonunda mevzuatı uygulayacak olan topluma süreci en başından itibaren benimsetme çabası olarak çok önemli. Bu girişimin bir âdet haline gelmesi ve yapısallaşması yararlı olacak.

Seçim kampanyasının önemi

Bu olumlu gelişmeye rağmen kamuoyunun ve siyaset dünyasının AB işlerine olan ilgisi giderek azalıyor. AB ilişkimiz IMF ilişkisiyle birlikte Türkiye’nin küreselleşmesinin en önemli taşıyıcısı. Bu hızlı kabuk değiştirmenin pek çok yararı olduğu gibi tepki doğurduğu da aşikâr. Üstelik AB işlerindeki kör topal gidişatın en büyük tahribatı kamuoyunun AB algılamasında yaşanıyor. Türkiye’yi AB’de görmek istemeyen AB’li ülke, parti ve odakların dışlayıcı ve hakarethamiz tavırlarının esas amacı da zaten Türkiye’yi bu yolla yıldırmak ve ona havlu attırmak.

Bugün Türkiye’de AB’nin taşıdığı değişimden ürken ve şimdi AB’den epeyi soğumuş bir kamuoyu ile aynı ayarda değişim karşıtı olarak o kamuoyuna destek veren siyasî ve idarî kurumlar var. Seçimlerde AB üyeliğinin kampanyanın temalarından biri olacağı kuşkusuz. Önümüzdeki en ciddî tehlike ortalıktaki milliyetçi ve içe kapanmacı tepkinin seçim kampanyasını tamamen etki altına alması. Şimdilik görünen o ki politikacı AB’nin ve küreselleşmenin yararları üzerine değil bunların yarattığı tepkilere yatırım yapacak. Saadet Partisi ve MHP’nin bu konudaki menfî tavrı açık. CHP’nin tam ne dediği belli değil. Diğer yanda askeriyenin beyanlarıyla ve son zamanlarda Cumhurbaşkanlığının beyan ve vetolarıyla AB projemize olan güvenlerinin sarsıldığını görüyoruz.

Stratejik hedef Irak değil

Başbakan’ın talihsiz AB-Irak karşılaştırmasında görüldüğü gibi AKP’nin AB’yi nereye kadar sahipleneceği ise belli değil. Irak ve giderek Kürt sorunu Türkiye’nin bu konularda yeni politika üretememesi ile ilgili bir tıkanma, halbuki AB ilişkisi 48 yıldır süren ve bugünkü istikrarın iki temelinden biri. Bu iki mesele nasıl aynı kefeye konur, anlamak kâbil değil. Olsa olsa Irak’ta Türkiye açısından olumsuz gelişmeler milliyetçi damarı ve dolayısıyla AB karşıtı tavrı körükler, o kadar. Ama son tahlilde stratejik hedef AB’dir, Irak değil. Hükümet partisinin önünde iki seçenek var. İlki AB sürecini gündemden düşürerek seçime gitmek ve bu şekilde milliyetçi ortama paye vermek. Bu bağlamda, geçen yıl sonunda beklenen tren kazası Kasım 2007 seçimlerinde gerçekleşebilir.

Ya da kendi bekasını ve ülkenin istikbalini gözeterek cesur bir atılımla AB sürecinde güven tazelemek. Bunun için AB bürokrasimizde yeniden yapılanma, toplumun sürece katılımı ve içerde kapsamlı iletişim gerekiyor. Az buz iş değil.

Vatan, 10.1.2007

Cengiz AKTAR

11.01.2007


 

Bir Lokma’da boğulduk

Kıbrıs’ta farklı bir noktaya geldiğimiz anlaşılıyor. Artık atılan her adım, cüssesinden büyük yankılara yol açıyor. Genellikle Rum tarafı üzerindeki çözüm baskısını artırmak ve dünya kamuoyunu KKTC lehine çevirmek için atılan bu adımlar, hemen sonuç vermese de Türkiye’ye puan kazandırıyor. Uygulanan yanlış taktikler nedeniyle Türk tarafı üzerine yapışan ‘çözümsüzlüğün sorumlusu’ imajını giderirken, muhtemel baskıları da hafifletiyor.

Ancak son dönemde, bu tür girişimlerin içeride kopardığı gürültü, dışarıda yol açtığı yankının önüne geçmeye başladı. Dışarıdan çok içeride gürültü koparan son Kıbrıs açılımlarından biri, hükümetin Rum gemilerine limanların açılmasıyla ilgili girişimiydi. Müzakere süreciyle ilgili kritik kararın alınacağı AB toplantısı öncesinde atılan bu adımın hedefi, birer liman ve havaalanını Rumlara açarak, bir yandan müzakerelerin önündeki engeli kaldırmak ve bir yandan da KKTC’deki Ercan Havaalanı’nı uluslararası uçuşlara açmaktı.

Özü itibarıyla yeni ve bilinmeyen bir öneri değildi bu. Teklif, o günlerde çok konuşulan Fin Planı’nın, Türkiye’nin itirazlarını giderecek şekilde yeniden ifade edilmesinden ibaretti. Bir yıl önce yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında konu ele alınmış ve adada Türk tarafına uygulanan izolasyonların hafifletilmesi karşılığında limanların Rumlara açılabileceği üzerinde mutabakat sağlanmıştı.

Ama öneri kamuoyuna yansıyınca, Avrupa ve Rum tarafından önce, kıyamet Ankara’da koptu. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt, bir gazeteciyle dertleşerek öneriyi TV’den öğrendiğini söyledi. Benzer bir açıklama Köşk’ten geldi. Dışişleri taraflara bilgi verdiğini açıklamasına rağmen, muhalefet de işin içine girdi. “Hükümet bu tür bir girişimi kendi başına yapabilir mi, yapamaz mı?” tartışması başladı.

Devlet içindeki bilgilendirme mekanizması açısından, önerinin yazılı ve sözlü olması arasındaki fark bile konuşuldu. Rum tarafı kabul etmediğinden öneriden bir sonuç çıkmadı. Belki sadece Türkiye karşıtı havanın biraz yumuşamasına yardımcı oldu. Ancak bu tartışmanın en üzücü sonucu, Türk devleti ve demokrasisi adına dünyaya verilen olumsuz görüntü oldu.

Bir haftadır benzer tartışmayı, Kıbrıs’taki Lokmacı Kapısı’na inşa edilen bir üstgeçidin kaldırılması çerçevesinde yaşıyoruz. Olayın detayları oldukça fazla. Ama özünde, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Türk tarafının çözüm isteyen taraf olduğunu dünyaya göstermek için bir jest yapma çabası yatıyor.

2004’teki referandumda Türk tarafının açıkça çözümden yana olduğunu göstermesi ve yapılan bunca jestten sonra en küçük yumuşama emaresi göstermeyen Rum tarafı bu tür yeni jestleri hak ediyor mu ya da bu tür adımlar sonuç verir mi çok şüpheliyim. Ancak liman meselesinde olduğu gibi üstgeçit konusunu da elimize yüzümüze bulaştırdığımıza ve özellikle Rumları çok memnun ettiğimize şüphe yok.

Türk karşıtı lobiler kapsamlı projeler hazırlasa, ülkemizde demokrasi olmadığını, siviller ile askerler arasında bir eşgüdüm bulunmadığını bu kadar güzel anlatamazlardı. Çok büyük paralar harcasalar, dünyanın tanıması için çabaladığımız KKTC’ye ve yine dünyanın muhatap kabul etmesi için uğraştığımız seçilmiş Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a bu kadar zarar veremezlerdi. KKTC Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan bir ismin, kendi talimatıyla inşa edilen bir üstgeçidin yıkılması meselesini görüşmek için Genelkurmay Başkanlığı’nı ziyaret etmek durumunda kalması, çok tuhaf bir fotoğraftı. Bu görüntünün tuhaflığını fark etmiş olmalı ki, Talat görüşmede üstgeçidi konuşmadıklarını açıkladı. Ama üstgeçidin kaldırılmasına ikna olmadığı anlaşılan Genelkurmay, yazılı bir açıklamayla Talat’ı yalanlamakta sakınca görmedi.

Nihayet Dışişleri, bunca karmaşadan sonra ‘son kararın KKTC’ye ait olduğunu’ açıklayarak durumu kurtarmaya çalıştı. Ve dünyanın en meşhur üstgeçidi dün yıkıldı. Lokmacı Barikatı açılmasa da Türk tarafı dünya nezdinde bir kez daha Rumların önüne geçti. Avrupa, Rumları bu adıma cevap vermeye davet etti. KKTC’deki demokrasi tartışmadan güçlenerek çıktı. Sonuçsuz kalan hamlesi Genelkurmay’ın itibarını zedelerken, kurumlar arası kakofoni görüntüsü ise Türkiye’nin imajına zarar verdi.

Asıl endişe şu: Bir Lokma’da boğulan Türkiye, bu yılın asıl gündemi Irak’ta ne yapacak?

Zaman, 10.1.2007

Abdülhamit BİLİCİ

11.01.2007


 

‘Kafatasçılık’ ve milliyetçilik

Başbakan Erdoğan geçen hafta bir vesileyle kendilerinin ‘kafatası milliyetçisi’ olmadıklarını söyledi. Başbakanın daha önce de buna benzer açıklamaları olmuştu. Ne var ki, bunu, milliyetçilik isnadına karşı verilebilecek makul bir cevap olarak görmeye imkán yok. Bu, tipik bir kolaycılık örneğidir.

Çünkü bu cevap, ‘kafatasçılığı’ reddetmek suretiyle, dolaylı olarak milliyetçiliği onaylamakta ve sanki ırkçılık reddedilince milliyetçilik bahsi kapanırmış gibi bir izlenim vermektedir. Oysa, ‘kafatasçılık’ daha geniş bir bahis olan milliyetçilikte marjinal bir konudur. Açıktır ki, eğer milliyetçilik kaba bir ırkçılıktan ibaret olsaydı, işimiz çok basit olurdu: İnsanların büyük çoğunluğunun reddedeceği böyle bir sapkınlığı lanetlememiz yeterdi.

Milliyetçiliği bir toplumun kendi kültürel mirasını önemsemesiyle de özdeşleştiremeyiz. Başka kültürlerin aşağılanmasına ve kendi kültürel mirasını her ne pahasına olursa olsun olduğu gibi korumak gibi bir bağnazlığa savrulmadığı sürece bunda bir sakınca yoktur. Ayrıca, milliyetçilik vatanseverlik demek de değildir. Açıktır ki, vatansever olmak için hiç kimsenin milliyetçi olması gerekmez.

Modern ulus devletlerin muharrik gücü ve arka-plan düşüncesi olarak milliyetçilik özünde politik bir ideolojidir. Bu ideolojinin merkezinde belli bir egemen gücün otoritesi altındaki nüfusu -halkı veya halkları- ‘ulus’ olarak tasarlamak ve yaratmak düşüncesi yatar. Milliyetçiliğin karakteristik vasfı, türdeş bir kolektif kimlik olarak tasavvur ettiği ‘ulus’u tek bir merkezî siyasî güç altında toplama (ulus temelli bir devlet kurma) ve bunu her ne pahasına olursa olsun koruma iradesidir. Bu da bir yandan dışa dönük olarak ‘ulus’u başka egemenlerin uyrukları olan halklardan -başka ‘ulus’lardan- büsbütün farklı olarak tanımlamayı, öbür yandan da içe dönük olarak nüfusun içindeki farklılıkları reddetmeyi ve törpülemeyi gerektirir.

Bunun için amaca uygun bir tarih üretilir veya tarih yeniden yazılır, bu çerçevede geçmişe dönük olarak -başta, ‘kuruluş miti’ veya ‘kurucu miti’ olmak üzere- birçok efsane uydurulur veya keşfedilir, ulusal semboller yaratılır ve yaygınlaştırılır, genellikle çoğunluk dili resmîleştirilir ve standardize edilir. Bunların hepsi bir tür resmî ideoloji oluşturur. Bazı örneklerde bu ideoloji tebaanın kendisini emsalsiz bir kültürel-politik antite olarak görmesini sağlamanın ötesinde, onların hayata dair temel görüşlerini de belirlemeye dönük ahlákî-felsefî unsurlar da içerir. Milliyetçiliğin bu anlamda dinsel bir yanı da vardır. Esasen milliyetçilik din meselesine tamamen kayıtsız kalamaz; nitekim ulus devletler yer yer dinleri de millîleştirmeye çalışmaktadırlar.

Bütün bu faaliyetlerde ulus devlet mümkün olan her türlü araçtan yararlanır. Bunların başlıcaları resmî eğitim sistemi, genel ve zorunlu askerlik, kültürün devletleştirilmesi ve kitle iletişim araçlarının kontrol edilmesidir. Mamafih, bunlar her zaman ‘ikna’ya dayanan ‘ideolojik-hegemonya’ araçlarından ibaret de değildir. Ulus devlet ‘ihtiyaç duyduğu’nda kendi tekelinde olan cebir aygıtını da kullanmaktan çekinmez. Nitekim, kimlik taleplerine veya resmî ideolojiye ‘meydan okunması’ durumlarına bazen bu şekilde mukabele edilmektedir.

Konu çok uzun, ama milliyetçiliğin nasıl bir şey olduğunu anlamak için bu kadarı da yeter. Kısaca diyorum ki, milliyetçilik pek de medenî bir şey değildir.

Star, 10.1.2007

Mustafa ERDOĞAN

11.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004