Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Sempatik EMASYA

Yıl 1979 yılıydı...

Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmişti.

Hiç unutmam Fransa’da öğrenciydim.

Öğlen haberlerini izliyordum.

Fransız Sosyalist Parti Saymanı Laurent Fabius’tu.

Partisinin görüşlerini açıklamaktaydı.

Nasıl’ dedi, ‘Fransa’yı Cezair’de, Amerikayı Vietnam’da kınadıysak... Şimdi de Sovyetler’i Afganistan’da kınıyoruz...’

Fransız bir siyasetçinin kendi ülkesini kınaması...

Üstelik kendi toprağı sayılan Cezair’deki askeri yaklaşımından dolayı kınamak...

Ben Fabius’un siyasal yaşamını karartacak bir gaf yaptığını düşündüm.

Tabii Türkiye deneyimlerime dayanarak...

Siyasal yaşamının kararması bir yana Fabius Fransa Başbakanı oldu.

Son olarak da Sosyalist Parti’nin cumhurbaşkanlığı için yarışan üç adayından biriydi.

***

İlk yerleştiğim yurt etrafında Anarşistler Federasyonu’na rastlamamdan tutun da...

Kralcılar Partisi’ne...

Kralcılar Partisi’nden ‘vicdani retçi’lerin akşamları bildiri dağıtmalarına...

Her biri bu coğrafyadan giden birini sarsmaya yetiyordu.

Üstelik de otuz yıla yakın bir süre yıl önce.

Bir sonra anladım ki, demokrasi başka bir şey...

Teneffüs etmeden de çakmak kolay değil...

***

Biz gerçek bir demokrasiden hálá epey uzağız.

Eğitim sistemi...

Toplumsal düzey...

Henüz birincil derece ihtiyaçların aşılamaması...

Kavramların netleşmemesi...

Cumhuriyet ile demokrasi ayrımının farkına bile henüz varılmamış olması...

Düşünün ki, çok yadırgadığımız, marjinal bir konu olarak algıladığımız ve gündemimize almadığımız ‘vicdani ret’ Avrupa Konseyi üyesi 46 üyenin 44’ünde temel hak ve özgürlüklerin bir parçası.

Bunun dışında kalan iki ülke var:

Türkiye ve Azerbeycan...

Vicdani ret burası için benim öğrenciyken ‘Anarşistler Federasyonu’na rastlamam gibi bir durum doğrusu...

***

Buna karşın hiç rahatsız olmadığımız, bize çok doğal gelen durumlar var...

Bunlar da gerçek bir demokrasiyi teneffüs edenlere çok garip gelmekte...

Dün Emniyet Asayiş Yardımlaşma’nın (EMASYA) manşet olduğunu görünce ister istemez bunları düşündüm...

Ama öncelikle EMASYA ne?

Gazete bu soruya şöyle cevap veriyor:

‘İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasında 1997’de imzalanan protokol gereği kurulan EMASYA birliklerine, valilik talep etmese de, kendi gerekli gördüğü durumlarda toplumsal olaylara el koyma yetkisi verilmişti.’

***

Tarih önemli...

1997 yılı...

Yani 28 Şubat tasarrufu bir gelişme...

Ali Bayramoğlu EMASYA’nın asayişin askerileşme operasyonu olduğunu yıllardır yazar durur.

Güya Sosyal Demokrat olduğunu söyleyen bir ana muhalefet partisi var ama...

Gündeminde demokrasinin geliştirilip yerleştirilmesi yok...

O parti daha ziyade Çankaya ve türban ile ilgili...

Şimdi bir de Kerkük atılımı var. Ankara Şahin’liği yani...

***

Peki Emasya kimin gündeminde?

Buranın bir iç sömürge gibi kalmasını arzulayanların boy hedefi olan AB’nin...

Son İlerleme Raporu’nu açın bakın, demokrasilerde EMASYA gibi bir anlayışın olamayacağını söylemekte.

Bunun dışında da kimsenin pek umurunda değil.

Sivil kontrolün...

Polisin...

Emniyetin...

Valinin yetkilerinin askeri bir alana terkini biz garipsemiyoruz ki...

Manşet haber ne diyor?

‘Askerin hassasiyeti’

Hassasiyet de şöyle açıklanıyor:

‘Asker, 1. Ordu bünyesinde toplumsal olaylara karşı oluşturulan Emniyet Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) Birliği’nin çıkacağı ilk tatbikatın, yanlış anlamalara yol açmaması için önlem alıyor.’

Yanlış anlamaya yol açmaması...

AB ise ‘olayın yanlış’ olduğunu söylüyor. Demokrasilerde iç güvenliğin askerileştirilemeyeceğini hatırlatıyor.

***

Bizim için Emasya normal.

Üstelik ‘yanlış anlamalara’ yol açmamaya çalışması da sempatik bir girişim olarak sunulmakta.

Doğrusu garipsedim...

AB’nin İlerleme Raporu’nu anımsama...

Ama 28 Şubat tasarrufunu gündem yap...

Hayırdır!..

Star, 18.1.2007

Mehmet ALTAN

19.01.2007


 

Genelkurmay tarihçileri eksik bilgi veriyor

Zaman’ın 24 Aralık’ta manşetten yayınladığı Genelkurmay ve Emniyet’in arşiv belgelerinde, eylemcilerin esrarkeş olduğu belirtilmişti.

Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları arasında çıkan “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938)” isimli eserde, Kubilay’ı katledenlerin esrarkeş kahvesinde yaptığı toplantıların devlet tarafından bilindiği; ama müdahale edilmediği kaydediliyor. 1972 basımlı kitapta, konu şöyle anlatılıyor: “İlk kez ortaya atılan bu şerirler bir süre Manisa’da bir esrarkeş kahvesinde sık sık toplanarak burayı bir tekke haline getirmişlerdi. Özellikle son günlerde sakal bıyık bırakarak büsbütün dikkati çeker bir hal aldıkları halde ve bu hal ilçe zabıtasınca da bilindiği halde Manisa’dan birden bire ortadan kayboldukları zaman ailelerinin hükümete malumat vermiş olmalarına rağmen hükümet, hiçbir teşebbüste bulunmadığı gibi civar ilçelerin de dikkatini çekmemiştir. Ayrıca bu hareketin Manisa’da veya dışarıda bir örgüte bağlı olduğu üzerinde bir soruşturma yapılmamıştır.”

Genelkurmay’a ait söz konusu kitabın onsekizinci bölümü Menemen olayıyla ilgili ayrıntılara yer veriyor. 362. sayfadaki ‘Cereyan eden bu kanlı olay karşısında manzara şudur’ cümlesi şöyle devam ediyor: “10 adım kadar uzakta duran bölüğün başındaki çavuşlar kansız ve cebin [korkak] bir ruh hali içinde en ufak bir hareket göstermiyorlar ve alçakça kaçıyorlar. Olayın başında şerirlere söz geçiremeyerek yanındaki dört jandarma ile hükümet binasına giren jandarma komutanı da bu kanlı olaya seyirci kalıyor. Yalnız olayı görenlerden bir bekçi derhal evine gidip tabancasını alıyor ve olay yerine gelerek şakilerin üzerine ateş etmeye başlıyor ve ağzından vurularak şehit ediliyor. Aynı anda hükümetin iç kapısında silahsız beklemekte olan diğer bir bekçi de şehit edilmiştir.’’

Esrarkeş kahvesine gidip gelenlerin son zamanlarda sakal bıyık bırakması herkesin dikkatini çeker. Burada toplananlar bir anda ortadan kaybolunca aileler hükümete haber verir. Ancak hiç bir yetkili ilgilenmez. Menemen’e geliş güzergahının da anlatıldığı yayında şu cümleler dikkat çekiyor: “Manisa’dan ayrıldıktan sonra Paşaköy, Yağcılar, Bozalan, Çukurköy civarında 15 gün kadar dolaşarak ahaliye birtakım telkinlerde bulundukları halde bu durumdan kimsenin haberi olmamıştı.”

Dönemin Menemen ilçe kaymakamı için, “Hükümet konağı asker tarafından işgal edildikten sonra hükümete gelmiş, bu safhaya kadar adeta seyirci kalmıştı.” denilirken, genel değerlendirme olarak da, ‘Olayın bastırılmasında sevk ve idare hatası vardır.’ ifadesi kullanılıyor. İlk müdahaleyi yapıp hükümet binasına giren jandarma komutanının olayın boyutunu bilmesine rağmen yardım isterken ayrıntılı bilgi vermemesi şöyle anlatılıyor: “Olaya şahit olduğu halde aradan hayli zaman geçtikten sonra telefonla alaydan kuvvet isteyen jandarma komutanı, bu kuvvetin ne gibi bir durum karşısında ve ne maksatla istenildiğini bildirmediği için alaydan ilk gönderilen bölük cephanesiz yola çıkmış ve bu durum kuvvetlerin parça parça kullanılmasına ve daha bidayetten itibaren alayın hakim olamamasına sebep olmuştu.” Zaman Gazetesi, geçtiğimiz aralık ayında Menemen olayının yıldönümünde Emniyet ve Genelkurmay belgelerine dayanarak, olayları esrarkeş bir grubun başlattığı ve yerinde müdahale edilmediğini yazmıştı. İçişleri Bakanlığı’na 25 Aralık 1930’da “Vali Kazım” imzasıyla gönderilen 7 maddelik raporun 4. maddesinde şunlar yazılıydı: “Bunların hepsinde esrar ve esrarlı sigara olup, Derviş Mehmet bunları Manisa’da alıştırmış ve bununla da tasarrufunu artırıyormuş.”

Genelkurmay tarafından Menemen’e gönderilen dönemin 1. Kolordu Komutanı Vekili Muğlalı Mustafa Paşa (Mustafa Muğlalı) 26 Aralık 1930 tarihli raporda Derviş Mehmet’in şüpheli hareketlerinin yetkili mercilerce bilindiğine işaret ediyor. “Büyük Erkan-ı Harbiye Riyaseti’nin 26/12/1930 tarihli ve 6747 No’lu tezkeresinin suretidir” başlıklı 9 maddelik raporun 6. maddesinde kaymakam ve jandarma komutanı şu ağır ifadelerle tanımlanıyordu: “Menemen kaymakamı beyin, hükümet konağı cihet-i askeriye tarafından işgal edildikten sonra ancak hükümete gelmesi ve bu zamana kadar adeta seyirci vaziyetinde kalması ve bir silah arkadaşı koyun gibi karşısında boğazlanırken Menemen jandarma kumandanının dört neferi ile hükümet konağı içerisine girerek kadın gibi saklanması...”

Dün gazetelere yansıyan Genelkurmay’ın internet sitesindeki belgelerde ise eylemcilerin Nakşibendi tarikatıyla bağlantılı olduğu ve eylemin de sıradan bir cinayet değil, bilinçli bir hareket olarak belirli bir hazırlık safhasından sonra gerçekleştirildiği duyuruldu.

Canlı şahidin ağzından Menemen olayı

Gazeteci Can Dündar, “Menemen’in son tanıkları anlatıyor” dizisinde olayın canlı şahitleriyle görüşmüştü. Menemenli Sami Özyılmaz, geçen yıl yayınlanan dizide şunları anlatmıştı: “Millet etraflarını çevirmiş. Ben köşeden onlara bakıyorum. Epey durdular. Hükümet tarafından ya da büyüklerden kaymakam, hoca falan gelse, sivillere ‘Yakalayın bu adamları’ dese, yakalarlardı. Ondan sonra telefon ettiler alaya... Bir manga asker geldi karşı sokaktan... Asker süngüyü taktı. Siviller açıldı. Orada Kubilay askere süngüyü taktıktan sonra ‘hücum’ dese, hepsi süngünün ucunda kalacaktı. Bir silah patladı. Bir tek el ateş edildi. Kubilay ayağından vuruldu. Asker geri kaçtı. Millet kaçıştı. Kubilay önce Hükümet’e giriyor, kapılar kapalı. Oradan geri, camiye dönüyor, cami avlusundaki taşın dibinde düşüyor. Bunlar da gidip başını kesiyorlar. Sonra askere telefon ediyorlar Hükümet’ten... Asker geliyor. Kahveden onlara makineli tüfeklerle ateş ediyor. Hepsi esrarkeşmiş zaten. Asker hepsini vurdu, yalnız bir tanesi kaçtı, onu gördüm. Sonra bütün cesetleri topladılar oraya... Halk toplandı, jandarmalar, subaylar geldi, ölülerin torbalarından esrar çıktı, parça parça. Ben de esrarı ilk orada gördüm.”

Zaman, 18.1.2007

Mustafa AYDIN

19.01.2007


 

‘Yaradılışçılar’ kudurmaz

‘Kudurmak’ fiilini olumlu veya olumsuz manada herhalde ilk kez kullanmak zorunda kalıyorum. Nedeni, Hürriyet gazetesinin pazar ekinde yayımlanan bir röportaj. Başlık, ‘Üç toynaklı atı gören yaradılışçılar kuduracak’! Bunu söyleyen, Ankara Üniversitesi Antropoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Erksin Güleç.

Güleç, evrimi inceleyen bir bilim insanı olarak, Sivas civarında yapılan bir kazı çalışması ve sonuçlarını anlatıyor ve yorumluyor. Bu kazıda bulunan, ‘üç toynaklı at fosili’nin evrim teorisini nasıl desteklediğinden bahsediyor. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Ancak röportajın bir yerinde, mesele gelip, ‘evrim teorisine karşı cansiparane savaş veren Adnan Hoca ekibi ve yaradılışçıların bu kazının sonuçlarından rahatsız olup olmayacaklarına’ dayanıyor. Güleç, Adnan Hoca ekibini muhatap almayı reddediyor, ama sözü ‘Bence yaradılışçılar kuduracak!’ şeklinde bağlamaktan kendini alamıyor.

Durun bir dakika, evet söz konusu grup evrim teorisi üzerine yayımlar yapıyor ama ne zamandan beri, evrim teorisine karşı çıkmak veya ‘yaradılışçılık’ dar bir çevre anlayışı sayılmaya başladı? Tüm dinlerin inananları yaradılışa inanıyor değil mi, dahası böyle olmaması mümkün mü? Hal böyleyken, yaradılışa inanmak, nasıl, sanki bir avuç insanın peşinden gittiği bir saçmalık olarak takdim edilir? Olay bununla bitmiyor; belli ki Güleç’in üç toynaklı at fosili ile fazlasıyla ikna ettiği röportajı yapan gazeteci, ‘Peki, yaradılışçıların tutunacağı ne kaldı?’ diye sorduğunda, Güleç’in cevabı basit, ‘Cehalet tabii!’ Yani, primatoloji uzmanı Güleç, varoluşun sırrını keşfetmiş, öte tarafta milyonlarca inanan cahilliğinden inanıyor. Bu Güleç’e özgü bir yaklaşım değil, sığ pozitivizm öteden beri dünyaya bu çerçeveden bakar. Ancak dünyaya bu kadar sığ bir çerçeveden bakanların, kendi sınırlarını, açmazlarını, yaygın deyimle haddini bilmesinde fayda var.

Yok, dindar vatandaşı ‘rencide etmek’, ‘inanca saygı’dan söz etmiyorum. Doğrudan pozitivist sığlığın teşhir edilmesi gerektiğinden söz ediyorum. Röportajının bir yerinde, Güleç de işaret etmiş, yaradılış bir ‘inanç’ meselesi, ama inanç onun sandığı gibi bir cahillik meselesi değil. Bu kafada olanlara işin felsefi boyutunu anlatmak mümkün değil, ama en azından, kadim din ve inanç sistemlerinin düşünce geleneklerini ve düşünürlerini hatırlatmakta fayda var. Evrimciler, mesela St. Augustine, Aquinas, Gazali, Arabi, üç toynaklı at fosilinin henüz keşfedilmemiş olduğu çağlarda yaşadıkları için mi yaradılışa inanıyorlardı zannediyor? Veya mesela halihazırda Papa, fosili görür görmez evrime ikna mı olacak sanıyor? Bırakın Papa gibi uç bir örneği en az Güleç kadar okumuş yazmış insan, evrime ikna olmuyorlarsa cahillikte direttikleri için mi olmuyorlar?

Güleç, Türkiye’de okullarda, ‘evrim teorisi’nin yeterince öğretilmediğinden şikâyet etmiş, bunu müthiş bir gerileme olarak değerlendirmiş. Evrim teorisine inananların bunu ‘tartışmasız bilim’ makamına çıkarma çabalarına sonuna kadar karşıyım, ama bir teori olarak istenildiği kadar okutulsun. Buna mukabil, ben de, orta ve hatta yükseköğretimin her dalında yeterince ‘felsefe’ okutulmamasından şikâyetçiyim. Sonuç, bir konuda uzmanlaşmış, ancak meselesini, insanlığın düşünce geleneği içine yerleştiremeyen okumuş cahiller üretiyor.

Evrimci olursunuz,, ateist olursunuz, deist olursunuz, sizin bileceğiniz iş, ama üzerinde tüm dünyanın hâlâ tartıştığı evrim konusunda, insanlığın içinden bir türlü çıkamadığı ‘inanç’ konusunda bu kadar sığ olmaya hakkınız yok. Ayrıca, ‘kudurmak’ terimi neyin nesi, ne kadar kötü bir Türkçe, hiç yakışıyor mu? Doğa ve hayvan dünyasıyla bu kadar haşır neşir olmanın, varoluşu bu çerçevede kavramanın bir sonucu olabilir mi? Unutmayın, yaradılışçılar insanın ‘eşref varlık’ olduğuna inanıyorlar, merak etmeyin kudurmazlar.

Radikal, 18.1.2007

Nuray MERT

19.01.2007


 

Arşiv belgelerinde “selâm”dan başka ne var ki?

Yıllardır tartışılır Menemen olayı..

Makul bir izahı yapılmaz, yapılmak istenmez.

Genelkurmay arşiv bilgilerini açıkladı diye haberler yapılınca merak ettim. Bakalım arşiv bilgilerinde neler yer almış diye..

Bakar mısınız arşiv belgelerine..

Bir “Keyif zabıt varakası” Yani olaydan sonra o bölgenin bir anlamda fotoğrafını çeken ve anlatan bir tutanak. Suçun kim tarafından nasıl ve arka planında kimler olduğuna ilişkin hiçbir mantıki bilgi olmadan hazırlanmış bir tutanak.

Sonrasında, kerameti kendinden menkul bir zatın, kim kime bağlıdır diye kendi kafasına göre yazdığı bir isim listesi..

Arkasından Manisa’daki emekli imamın İstanbul’daki bir zata yazdığı mektup.

“Haah işte o mektupda çok önemli bilgiler vardır” diye meraklanmayın...

Mektup da sıradan, içindeki ifadeler de... “Selam ederim, rica ederim, şuna da selam söyle, buna da dua et..” türünden mektuplar..

Başka?

Bir de oradaki komutanın “Bu adi bir vaka olarak kabul edilmemeli” şeklindeki şahsi düşüncelerini taşıyan rapor!

Bütün bunlarla, Menemen olayının mütedeyyin insanlar tarafından organize edildiği söylenebilir mi?

İşin merkezindeki şahıs, esrarkeş. Esrarkeşten imama nasıl atladınız bir defa? Esrarkeş Menemen’de.. Onun yüzünden idam ettiğiniz imam Manisa’da. İmamın mektup yazıp, hal hatır sorduğu kişi ise İstanbul’da..

Ne yapacaklar bu imamlar veya onların hürmet ettikleri insanlar? Kimseye mektup yazmayıp, kimseden mektup almayacaklar mı?

Mektupda ne demiş ki, siz kalkıp Menemen’in faili olarak bu mütedeyyin insanları gösteriyorsunuz.

Evet, Kubilay öldürülmüş. Aksini iddia eden de yok!

Ama Manisa’dan kalkıp, Menemen’e gelen bir deli, bir asteğmeni öldürdü diye, o delinin hayatında gördüğü herkesi sıgaya çekip, içlerinden mütedeyyin insanları asmak mı gerekir?

İsterseniz her şeyi unutun.. Gerçekten bu olayın bir organize vaka olduğunu düşünün.

Size mantıklı geliyor mu bu iş?. Yani; o günkü hükümete isyan eden 3-5 kişi, bilemediniz 15-20 kişi; hadi sizin suçlama yaptığınız herkesi gerçekten organizasyonun içinde kabul edelim; topu topu 100 kişi..

100 kişi, Menemen’de hükümete başkaldıracak ve sonra da Türkiye’yi ele geçirecek öyle mi?

Güldürmeyin insanı lütfen.. İşte hemen sonrasında görüyorsunuz.. Kubilay’ı öldüren kişi, küçük bir birliğin olay yerine gelmesi ile birlikte, anında teslim bayrağını çekmiş. Aslında Kubilay’ın öldürülmesindeki neden, kendisinin ve beraberindeki askerlerin, silahlarını boş olarak alıp olay mahalline gitmelerinden kaynaklanmış.

Esrarkeş takımında, askerle çatışabilecek, subayın silahlı olması halinde ona itiraz edebilecek bir kuvvet yok ki..

Teçhizatlı silahlarıyla birlik gelince de, teslim olmuşlar zaten.

Şimdi bu olayı, taa İstanbul’daki mütedeyyin zata kadar uzatmanın, şu şuna mektup yazmış, bu buna selam göndermiş diye dallandırıp budaklandırmanın ne manası var?

Kim inanır bu tür spekülasyon dolu ifadelere?

O mektuplarda, “Şu kişi mehdidir. Bu kişi bilmem nedir. Sen orada şu olayı tertipleyeceksin, biz buradan şu olayı gerçekleştireceğiz. Biz size şu desteği vereceğiz” gibisinden bir ifade olur, anlarım..

Adamlar birbirlerine hal hatır sormuşlar.. Bu mektubu tutmuş, Menemen vakasının delili diye takdim ediyoruz!

“Menemen planlı bir cinayet” diye başlıklar atıyoruz.

Hadi diyelim ki “Menemen planlı bir cinayet” Peki gerisi?.. Menemen’de planladılar, bir subayı katlettiler... İyi de, sonra ne yapacaklar bu adamlar? Topu topu 10 kişiler, 100 kişiler. Bir subayı öldürüp, Türkiye Cumhuriyeti’ni ele mi geçirecektiler?

Böyle bir iddiaya kargalar bile gülmez mi, söyleyin?

Şeriat istiyorlarmış da.. Anayasa’yı zorla değiştirmeye teşebbüs etmişlermiş de..

Şeriat istiyorlarsa, çektikleri esrar ne? Şeriat isteyenin, esrarkeşlerin kahvesinde işi ne? Lütfen kapatın beyler bu konuyu. Tekrar tekrar açıp da, haksız yere idam edilenlerin acısını ortaya dökmeyin!

“Maksadı aşan bir idam furyası esmiş, ailelerden özür dileriz” deyin, bitirin bu işi!

Vakit, 18.1.2007

Ali İhsan KARAHASANOĞLU

19.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004