Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

And olsun ki, peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza Biz bir vaadde bulunduk.

Sâffât Sûresi: 171.

20.01.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Yeryüzünde "Allah Allah" denildikçe Kıyâmet kopmaz.

Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3870.

20.01.2007


Hicret esnasında yaşananlar

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke’den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebîr namındaki dağa çıktılar. Sebîr dedi: “Yâ Resûlallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzip eder. Onun için korkarım.” Cebel-i Hirâ çağırdı:

“Ya Resûlallâh ileyye, bana gel.”

Bu sır içindir ki, ehl-i kalb Sebîr’de havf ve Hirâ’da da emniyeti hissederler.

Bu misâlden anlaşılır ki: O koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardırlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanır ve severler; başıboş değillerdir.

Mektûbât, s. 135, Y.A.N.

***

Vakıât-ı kat’iyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası, mühim bir mal mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; tâ takip edip onları öldürmeye çalışsın. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebû Bekr-i Sıddık ile beraber gardan çıkıp giderken gördüler ki, Sürâka geliyor. Ebû Bekr-i Sıddık telâş etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mağarada dediği gibi, “Lâ tahzen, innallâhe maanâ / Üzülme! Allah bizimle beraberdir” dedi. Sürâka’ya bir baktı; Sürâka’nın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi birşey çıkıyordu. O vakit anladı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “El-aman” dedi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: “Git, öyle yap ki başkası gelmesin.” (Buharî, Menakıb: 25)

Mektûbât, s. 159, Y.A.N.

***

Ehl-i siyerin bütün muteber kitapları haber veriyorlar ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber hicret ederken, Âtiket bint-i Hâlidi’l-Huzâiyye denilen Ümmü Mâbed hanesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Mâbed’e ferman etti: “Bunda süt yok mudur?” Ümmü Mâbed demiş ki: “Bunun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş: “Kap getiriniz, sağınız.” Sağdılar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile içtikten sonra, o hane halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.

Mektûbât, s. 150, Y.A.N.

20.01.2007


Hicrî takvim ve hicret

İslâmdan önce Arabistan’da yaşayan Arapların belli bir takvim ve tarih sistemleri yoktu. Tarih tesbiti bazı büyük ve mühim hadiseler esas alınarak yapılıyordu. Meselâ eski Araplar mühim savaşların yapıldığı zamanları tarih başı kabul ederlerdi. Bunlar arasında Husûs Harbi, Ficar Savaşı ve Zikar Günü gibileri pek meşhurdu. Son olarak da “Fil senesi” ismini verdikleri yılda Yemen Kralı Ebrehe’nin ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yıkmak istediği hadise, takvim başı olarak kabul görüyordu. Bu hadise, Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşriflerinden 54 gün önce vuku bulmuştur.

Ay hesabına göre Arapların kullandığı on iki ay sırayla şunlardı: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülâhir, Cumâdelûlâ (Cemâziyelevvel), Cumâdelâhir (Cemâziyelâhir), Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde, Zilhicce. Araplar bu on iki ayı sırayla takip etmekle birlikte senelerin sayısında ihtilâf ediyorlardı. Çünkü belirli bir takvim başlangıcı esas alınamıyordu. Umumiyetle o zaman göçebe bir hayat yaşamakta olan Arap kabilelerinin belki de buna pek ihtiyacı yoktu.

Fakat ne zaman ki, İslâmiyet geldi, kısa zamanda birçok beldeleri hâkimiyeti altına aldı. Bütün müesseseleriyle bir İslâm devleti teşekkül etti. O zaman bir takvim ihtiyacı da zarurî bir hal aldı. Çünkü idarî işleri tanzimde birçok aksaklıklar sırf bu yüzden meydana gelmekteydi.

Rivayete göre, bir defasında Hz. Ömer (ra) halife iken kendisine bir borç senedi getirildi. Alacaklı ile borçlu bu senedin tarihi hakkında ihtilâfa düşmüşlerdi. Alacaklı senedin üzerindeki “Şaban” ayı yazısının bu yıla ait olduğunu söylerken, borçlu da gelecek yıla ait olduğunu iddia ediyordu. Bu ve bunun gibi karışıklıklar üzerine Halife Hz. Ömer, şûrâ meclisini topladı. Meseleyi onlara anlatıp, bir tarih tesbitinin zaruretini ortaya koydu.

Bunun üzerine Ashab arasında bu mesele görüşüldü. Çeşitli teklifler ileri sürüldü. Bazıları diğer milletlerin tarih ve takvim başlangıçlarını teklif etti. Sa’d bin Ebî Vakkas, Resûlullahın (asm) vefâtının tarih başlangıcı olmasını, Hz. Talha da (ra) bi’setin, yani Peygamberlik vazifesinin Allah Resûlüne verilmesi hadisesinin esas alınmasını teklif etti. Hz. Ali’nin (ra) teklifi ise, Hicretin tarih başlangıcı olarak alınması idi. Bu arada bazı Sahabîler, Peygamber Efendimizin (asm) doğum tarihinin esas alınmasını ileri sürmüşlerdi.

Bütün bu teklifler müzakere edilerek gözden geçirildi. Sonunda Hz. Ali’nin (ra) teklifi olan Hicretin tarih başlangıcı olması ittifakla kabul edildi.

Bilindiği gibi, Hicret 12 Rebiülevvel 622’de vuku bulmuştu. Ancak Araplarda öteden beri Muharrem ayı sene başı olarak kabul gördüğünden, aradaki iki aylık bir küsûrat nazara alınmadı. Böylece 1 Muharrem 622, Hicrî birinci yılın başı oldu.

Hicrî takvim, kamerî aylara göre yapıldı. Ancak hicrî sene güneş yılından yaklaşık on gün kadar daha az olduğundan güneş senesine göre otuz üç senede bir sene fark yapmaktaydı. Bu sebeple muâmelatta bazı zorluklar oluyordu. Binâenaleyh daha sonraları rumî takvim ismiyle bir güneş takvimi vücuda getirilmiştir.

Namaz vakitleri ve arazi mahsullerinin zekâtı güneşe göre, oruç ve hac ibadetleri ise kamerî takvime göre tertip edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân’da ayın insanlara takvimcilik yapma maksadıyla yaratıldığını, haccın vaktini bildirdiğini ifade buyurmaktadır.1

Diğer birçok teklif yanında Hicretin tarih başlangıcı olarak kabul edilmesi üzerinde biraz durmak lâzımdır.

Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabîlerin Hz. Ömer (ra) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok ehemmiyetli hadise arasından, Peygamber Efendimizin (asm) Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi esas almaları, hadise olarak Hicrete atfettikleri büyük ehemmiyeti gösterir.

Diğer taraftan Hicret, İslâm inkilâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem mahkûmiyet ve mazlumiyet altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâm mukaddesatına menfî tesirlerden başka bir şey getirmeyeceğinin anlaşılması ve İlâhî müsaade üzerine tahakkuk etmiştir. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Hicretle hem Müslümanların şahısları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni taraftarlarla kısa zamanda kuvvetlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletlerinden pekçok bahsedilmiştir. Bu sebeple hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (asm) hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere münhasır bir fazilet olarak kalmaması, gelecek asır insanlarının da bundan hisse alması için “hicret”i bir mefhum olarak değerlendirmiştir: “Hakikî muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.”2 “Hicret, kötülüğü terk etmendir.”3 “Hakiki muhacir, hata ve günahları terk edendir.”4 “Gerçek muhacir Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.”5 Bir defasında hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resûlullâhın (asm) verdiği cevap şu olmuştur:

“Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.”6

Görüldüğü gibi Hicret, mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamış, bir irşad mefhumu olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bu gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

“Mekke fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman (severek) koşun.”7

Bu sebepledir ki, Ashab tarih tesbitinde Hicret üzerinde ittifak ve icmâ etmişlerdir. Müslümanlar o günden bugüne yılbaşını bu eşsiz hadiseye dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne 1400 yıl geçti. Dalâletten hidayete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kurdetine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

İslâmın 15. asrında 1 milyar Müslüman, aynı dâvâya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

(Güleçyüz, K., Üç Aylar ve

Kandillerimiz, Y. Asya Neş.)

Dipnotlar:

1. Bakara Sûresi, 189.

2. Buhârî, Rikak, 26.

3. Müsned, 4, 114.

4. İbni Mace, Fiten, 2.

5. Ebû Davud, Vitr, 12.

6. Müsned, 2. 160, 191.

7. Müslim, İmâret; 85.

20.01.2007


Beyin dalgalarındaki ehadiyet tecellîsi

Avrupalı bilim insanları, insanı, beynindeki elektrik aktivitelerinden tanıyan bir elektronik güvenlik sistemi geliştiriyor. İnsan beynindeki elektromanyetik dalgaların profilini çıkaran araştırmacılar, bu sistemle kimlik tespiti yapabilecek.

Yöntem, teknoloji laboratuarlarında güvenliğin sağlanması için kullanılacak. Sistem ‘EEG’ olarak bilinen elektroensefalografi metodunu kullanıyor. EEG kafanın etrafına yerleştirilen elektrodlarla beyin aktivitelerini takip ederek, elektrik yoğunluğu bulunan bölgeleri tespit ediyor.

(http://www.ntvmsnbc.com, 18.01.2007)

Henüz uygulanabilirliği tartışılan sistem, “ehadiyet” tecellisini gösteriyor.

Bediüzzaman, bütün insanların temel aza ve organlarda aynı tarzda oluşunu, Allah’ın varlıklar üzerindeki “vahidiyet” mührüne örnek verirken; herbir insanın simasının farklı olmasını ise “ehadiyet” mührüne örnek göstermiştir. Tek bir insanı ‘farklı’ yaratan kim ise, bütün insanları yaratan da o olmalıdır. Çünkü tek bir insanı farklı şekilde yaratan, ancak bütün insanların şeklini, yaratılışlarını bilen bir zat olabilir. Dolayısıyla yaratılıştaki temel benzerlikler Yaratıcının Bir olduğunu gösterdiği gibi, özel farklılıklar da yine Yaratıcının Bir olduğunu ispatlamaktadır.

Herbir insanda farklı olan sima, parmak ve avuç içi izleri, birer “ehadiyet” mührü olduğu gibi; insan beynindeki elektromanyetik dalgalar da “ehadiyet” mührüdür ve Allah’ın Bir oluşunu göstermektedir.

İnsan beynindeki elektromanyetik dalgalar sayesinde kimlik tespiti ile güvenliğin sağlanması, Bediüzzaman’ın, insan simalarının farklılığındaki İlâhî hikmete dikkat çeken şu sözlerini hatırlatıyor:

“..hukuk-u insaniyenin (insan haklarının) muhafazası için sair envâın (canlı türlerinin) fevkinde olarak o simalarda birbirine iltibas (karışıklık) olmamak ve birbirinden tefriki (ayrılması) için, hikmetli pek çok alâmet-i farika (ayırtedici işaretler) ile iftirakları, o Sâni-i Vâhidin iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet (ehadiyet mührü) oluyor ki, bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halk etmeyen bir zat, bir sebep, o sikkeyi koyamaz.” (Lem’alar, 30. Lem’a, 4. Nükte, 1. İşaret)

20.01.2007


Günlük (20 Ocak 1960)

Bediüzzaman’ın Emirdağ’dan Isparta’ya gidişi

Bediüzzaman Said Nursî, 20 Ocak 1960 günü gece geç vakit, Emirdağ’dan Isparta’ya geldi. Bey Mahallesindeki ikametgâhına yerleşti. Bir müddet kaldıktan sonra buradan Afyon’a geçen Said Nursî, burada da bir gece kaldıktan sonra tekrar Emirdağ’a hareket etti.

(B.Taraflarıyla B. S. Nursî, s. 446)

20.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004