Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hadi, şu raporu tekrar tartışalım!

TÜSİAD reformlara yönelik direnç karşısında demokratik cephede yer almaya devam ettikçe kendi sicilini düzeltebilir.

TÜSİAD’ın 10 yıl önce yayınladığı ‘’Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri Raporu’’, raporu hazırlayan Prof. Dr. Bülent Tanör’ün anısına Zafer Üskül tarafından güncellenerek “Türk Demokrasisinde 130 Yıl: 1876-2006” adıyla yeniden yayımlandı. Aradan geçen 10 yılı demokrasi açısından değerlendiren rapor, bu vadide demokrasi bakımından yaşanan sıkıntıları ve demokratikleşmenin hedeflerini ortaya koyuyor.

Raporda Türkiye demokrasisinin Birinci Meşrutiyet’in ilan edildiği 1876’ya atıfla tarihi derinliğinin altının çizilmesi mühimdir. Türkiye, demokratikleşme tarihinde birçok aşama kat ettikten sonra yeni bir eşiğin önüne geldi... Bu eşik, birinci sınıf bir demokratik sisteme geçiş eşiğidir. Bugün, giderek artan siyasi tansiyon, bu eşiğin getirdiği bir tansiyondur. Çünkü bu eşiğin atlanması, Türkiye’de tasfiye sürecine giren eski rejimin ortadan kalkması ve yeni rejimin demokratik esaslarda kurulması anlamına gelecektir. Eski rejimin devamını isteyenlerin direnişi bugün artık demokratik hukuk devleti sınırlarını aşmış, anti-demokratik ve gayri hukuki bir kulvara girmiştir. Şemdinli olayları, Danıştay baskını ve en son Hrant Dink’in alçakça katledilmesi, bu saldırganlığın son tezahürüdür. Türkiye’yi dünyadan kopararak içeride ve dışarıda bütün çevresiyle kavga eder hale getirmeyi dahi göze alabilen bu gözü karalık, eski rejimin tasfiyesiyle yok olma kaygısından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de, şansını sonuna kadar deneyeceği açıktır. Sınır tanımayan bu terörün amacı, kamuoyunu milliyetçilik ve laiklik eksenlerinde kutuplaştırarak yönetemeyen bir demokrasi görüntüsü ortaya çıkarmaktır. Bu bakımdan demokratikleşme konusunda kamuoyunun artan hassasiyeti sebepsiz değildir. TÜSİAD raporu bu hassasiyetin bir tezahürü olarak değer kazanmaktadır.

Dink suikastının

gölgelediği önemli rapor...

Hrant Dink’in katli sebebiyle, gündemin değişmesi yüzünden hak ettiği ilgiyi görmeyen raporun, Türkiye’nin asıl tartışma gündemine gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli’nin rapor ve TÜSİAD hakkındaki sert eleştirileri ve buna TÜSİAD’dan gelen cevaplarla konu yeniden kamuoyu gündemine taşındı. Türkiye, bu raporun ilk olarak yayınlandığı 20 Ocak 1997’den bu yana büyük bir siyasi ve iktisadi dönüşüm yaşamıştır. Henüz tamamlanmamış olan bu dönüşüm, adeta siyasi bir paradigma değişimidir. Bu yüzden de tartışmalar kaçınılmazdır. Bu husus, raporun güncellenmiş haline “Demokrasi için yeniden” yazılan başlıklı ön yazıda isabetle şöyle dile getirilmiştir: “Demokratikleşme konusunda bir bilanço çıkarmaya ve eksikliklerle ilgili değişiklik önerileri ortaya koymaya çalışırken, tüm bu değişikliklerin hemen ve bir çırpıda gerçekleştirilebileceğini ummanın gerçekçi olmadığını biliyoruz. Ancak, bu önerilerin ortaya konulması gerektiği de açıktır. Gelişme, sorunları tartışarak ve somut çözümleri önererek gerçekleştirilebilir.”

Raporun güncellenmiş 2007 versiyonuna gelmeden önce, Bülent Tanör’ün hazırladığı ilk raporda yer alan demokratik reformları hatırlatalım. Raporda siyasi rejimin parlamenter rejim ekseninde yeniden düzenlenmesi, başkanlık ve yarı başkanlık gibi yeni rejim arayışlarının terk edilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Demokratik parlamenter rejimin ihdası bakımından yapılması gerekenler ise şöyle anlatılıyordu: Evvela rejimin sivilleşmesi için Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve Milli Güvenlik Kurumu’nun anayasal kurum olmaktan çıkarılması gereklidir. Yine bu vadide Seçim Kanunu’nda yapılması istenen değişiklikler şunlardır: Seçim ittifakları serbest bırakılmalı, seçimlerde ülke barajı yüzde 5’e indirilmeli, genel ve yerel seçimler dört yılda bir yapılmalı, seçilme yaşı 25’e indirilmelidir.

Raporda tartışmaya

yol açan noktalar neler?

İnsan hakları açısından raporda, Anayasa’daki temel mantığın özgürlüklerin asıl, sınırlamanın istisna olduğu anlayışıyla yeniden düzenlenmesi gerektiği vurgulanıyordu. Bu bağlamda düşünce, bilim, sanat, basın-yayın alanındaki kısıtlamalara son verilmesi, dini özgürlükler alanında zorunlu din derslerine son verilmesi, kamu görevlilerine grev hakkı verilmesi talep ediliyordu. Raporda Kürt meselesine de temas edilerek konunun tartışılmasına ve çözüme yardımcı olmak için ifade özgürlüğünün genişletilmesi ve bu çerçevede Kürt meselesi üzerine siyaset yapan partilerin kapatılmayıp serbest bırakılması lüzumuna dikkat çekiliyordu. Yine Türkiye için yeni bir konu olan kültürel hakların tanınması gündeme getiriliyordu. Demokratikleşme raporda hukuk devleti açışından yapılması gereken reformlar idari yargı ve Anayasa yargısında denetim dışında bırakılmaması, yargı bağımsızlığı ve güvenceleri sistemin 1961’deki esaslara göre yeniden kurulması, askeri mahkemelerin sivilleri yargılamaması olarak sıralanıyordu. Her iki rapora yön veren prensipler şu şekilde sıralanıyor:

“1- Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinin kalıcılığını sağlamak için, toplumsal uzlaşma kanalları açık, geniş katılımlı, çoğulcu demokratik bir siyasal yapı zorunludur.

2- Ekonomik ve siyasi demokrasinin kurumlaşması, ülkenin aydınlık geleceği için demokrasinin tek çıkar yol olduğunu düşünenlerin kesintisiz çabalarıyla mümkün olacaktır.

3- Her gün yeni bir çarpıklığın gözler önüne serildiği, insanların sistemin kurumlarına veya bütününe olan güvenini kaybettiği bir dönemde, sistem kendini eleştirebilmeli ve çözümünü üretebilmelidir.”

1997 Ocak ayında yayınlandığı dönemde raporun en çok sivilleşme ve Kürt meselesine ilişkin reform tekliflerinin tartışıldığı görülmüştü. Rapordaki demokratikleşme teklifleri en çok ordudan ve milliyetçi çevrelerden tepki gördü. Raporda din ve vicdan özgürlüğünün, sadece zorunlu din derslerinin kaldırılması çerçevesinde ele alınması din özgürlüğü ihlal edilen çevrelerde haklı bir rahatsızlık yarattı. Bu rahatsızlık, raporun açıklanmasından neredeyse bir ay sonra 28 Şubat 1997’de “post-modern” lakaplı askeri müdahale sırasında yaşanan hak ihlallerine karşı TÜSİAD’ın takındığı duyarsızlıkla artarak devam etti. TÜSİAD’ın 28 Şubat’a karşı çıkmak bir yana, desteklemesi raporda hedeflenen demokratikleşmeyle bağdaşmadığı gibi TÜSİAD’ın hâlâ açıkça hesaplaşmadığı bir sicil bozukluğuna yol açtı.

Raporla ilgili kaydedilmesi gereken bir başka husus ise, raporu hazırlayan Prof. Dr. Bülent Tanör’ün 28 Şubat süreciyle giderek artan bir baskı kurumuna dönüşen üniversitede yaşadığı baskıydı. Dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü’nün Tanör’ün rapordan aldığı telifi bahane ederek açtırdığı soruşturma sonucunda Tanör, İÜ Hukuk Fakültesi’nden istifa etti. TÜSİAD Tanör’e sahip çıkmakla beraber, benzeri baskılara uğrayan ve çok daha ağır bedeller ödeyen akademisyenleri görmezden geldi. Raporun güncellenmiş halinde bu baskılar dile getirilmiş olsa da, TÜSİAD bu baskının sembol isimlerinden Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a sahip çıkarken, aynı üniversitedeki öğretim görevlileri ve öğrencilerin uğradığı haksızlıkları görmezden geldi. TÜSİAD mesela, en son Prof. Dr. Atilla Yayla’ya yönelik linç kampanyası ve açılan soruşturma konusunda da sessiz kaldı. TÜSİAD sicilindeki bu kötü notlara rağmen 28 Şubat sonrasında AB reform sürecinde, daima yapıcı davrandı. İstikrarlı bir şekilde demokrasi perspektifini kaybetmeden reform sürecine ciddi katkılarda bulundu. 1997’de hazırlanan rapora ve bu raporun güncellenen versiyonuna baktığımızda görülen ilerlemelerde, TÜSİAD’ın da hissesinin bulunduğunu siciline kaydetmek gerekiyor.

Tam demokrasi için gösterilen yol ne?

TÜSİAD’ın ‘Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri Raporu’nun güncelleşmiş versiyonunda, Türkiye’nin demokrasi bakımından sergilediği gelişme ifade edilmekle beraber, bununla yetinilmemesi ve mukayesenin Türkiye’nin komşularıyla değil, “gelişmiş Batı demokrasileri” ile yapılması gerektiğinin vurgulanması fevkalade yerindedir. Bu mukayese yapıldığında Türkiye’nin önümüzdeki dönemde demokratikleşmede yapması gereken reformlara ilişkin yol haritası da ortaya çıkmaktadır. Daha önce yapılan reformların yürütme organınca uygulanması ve yargı organınca hedefine uygun bir şekilde yorumlanması bakımından çıkan problemler akla geldiğinde, bu problemlerin aşılması bakımından kamuoyunun, sivil toplumun ve vatandaşların denetleme misyonuna sahip çıkması gerekiyor. Zafer Üskül, Bülent Tanör’ün hazırladığı raporu esas alarak, aradan geçen 10 yılda neler yapılıp yapılmadığının bir dökümünü yaptıktan sonra, reform önerilerini ana hatlarıyla şu şekilde sıralıyor: Parlamenter sistemin cumhurbaşkanlığının yetkilerinin azaltılmasıyla güçlendirilmesi gerekmektedir. Siyasi Partiler Kanunu’nda bilhassa parti kapatılma gerekçelerine ilişkin iyileştirmelere rağmen yapılması gerekenlerin tamamlanmadığı, Seçim Kanunu’nda barajlardan kaynaklanan problemin aşılamadığı görülüyor. Yürütme alanında iki sorun ortaya çıkıyor. İlk olarak sivilleşme alanında, Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısı ve görevinde yapılan iyileştirmeye rağmen, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması henüz başarılamamıştır. İkinci olarak yönetimin yerelleşmesi reformu tamamlanamamıştır. Bu konuda Anayasa değişiklikleri gerekiyor. Bu konu, aslında Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in hazırladığı Kamu Yönetimi Reformu’nun hayata geçirilmesiyle çözüme bağlanabilecektir. İnsan hakları alanında çok büyük bir ilerleme kaydedilmekle beraber, TCK ve TMK’da ifade özgürlüğüyle ilgili kısıtlamalar yaratan, başta 301. madde olmak üzere sınırlamalar da kaldırılmalıdır. İnsan hakları alanındaki reformların uygulanabilmesi için hakimlerin, devlet koruyuculuğu misyonunu terk ederek hukuku koruma misyonunu üstlenmeleri gerekiyor. Bu bakımdan demokratikleşme reformlarının eksik kalan ayağı olan yargı reformu tamamlanmalıdır. Yargı reformunun bir amacı da, reformlara direnen en önemli direnç odağı olan yargı kurumlarının devletçi değil, demokrasi ve hukuk perspektifiyle ıslah edilmesi olmalıdır. Bu da askeri vesayet altında yapılan 1982 Anayasası’nın tamamen değiştirileceği yeni bir sivil anayasa eşliğinde yapılmalıdır.

TÜSİAD talep edilen reformların düz bir çizgide ilerlemeyebileceğine ve reformlara direnişlerin de olabileceğine; bu bakımdan, reformların bir siyasi irade istediğine işaret ediyor: “Sürecin düz bir ilerleme çizgisi izlemeyeceğini artık biliyoruz. Ülkenin daha şeffaf, daha katılımcı bir demokrasiye doğru gelişmesi, ister istemez mevcut statükoyu değiştirmek ve iktidarını paylaşmak istemeyen kesimler nezdinde bir direnç yaratacaktır. Konjonktürel bazı gelişmeler, zaman zaman, bu direnci besleyip geliştirebilecek ve etrafında bir taraftar kitlesi oluşmasına yardımcı olacaktır.”

TÜSİAD reformlara yönelik direnç karşısında demokratik cephede yer almaya ve bunu yüksek sesle ifade etmeye devam ettikçe, Türkiye demokrasisinin kökleşmesine yardım ederek kendi sicilini düzeltebilecektir. Üstelik Doğan Grubu’ndan bir ismin Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın TÜSİAD başkanı seçilmesinden sonra, kamuoyunun TÜSİAD’ın siciline yönelik dikkati bir kat artmış durumdadır. Türkiye 130 yıllık demokrasi tarihinde artık dış dinamiklerin ötesinde iç dinamiklerin de harekete geçmesiyle çok daha hırslı bir şekilde demokratikleşme ve reform istemektedir. TÜSİAD raporu bu dinamiğin bir ifadesi olarak ciddiye alınmalıdır. ([email protected])

Zaman, 281.1.2007

Dr. Murat YILMAZ

30.01.2007


 

Türkiye değişiyor

Türkiye değişti ve değişmeye de devam ediyor. Kim ne yaparsa yapsın, kim ne derse desin bu değişim durmayacak.

(Çocukluğum) Gelibolu’da, yani 2. Kolordunun merkezinde geçti. Kıbrıs’la ilişkin ne zaman bir sorun yaşansa bu en güçlü şekilde bizde hissedilirdi. Yunanistan ile çıkabilecek olası bir savaşın yönetileceği merkezlerden biri Gelibolu’ydu. Evimizin hemen karşısındaki subay lojmanları hareketlenir, alarm verildiği söylenir, normal şartlarda sessiz olan kasaba aniden canlanırdı.

Benim en çok dikkatimi çeken şey askerlik şubesinin önüydü. Belki babamın da yeniden askere alınabileceğinden korkmamdan, kim bilir belki de hoşlanmamdan, seferberlik emirlerinin çıkışını, saçlı sakallı insanların üniformalarıyla çarşıda, postanede, bankada duruşunu hala hatırlarım. Bir de yaşlı yaşlı adamların “bizi de askere alın” diye askerlik şubelerinin önüne gelişini hiç unutamam.

Dendiğine göre, en fazla şu anki yaşımda olması gereken bu insanlar, Yunanlı öldürmek için sıraya girerlermiş. Ne kadarı gerçek, ne kadarı efsaneydi o zaman hiç düşünmedim. Var olan genel kanıya uyumlu bir şekilde ben de bu büyük anlatıya inanmak isterdim. Zaten o zaman ki şartlar altında inanmaktan başka yapacağınız bir şey de yoktu. Sadece Gelibolu değil tüm Türkiye, duyduğu içini gıcıklayan, ruhunu okşayan her şeye inanırdı.

Siyaset tek kanallı, hayat siyah-beyazdı. Bir sağ, bir sol, bir de yeni yeni yayın yapmaya başlayan renksiz televizyon vardı. TRT tabii ki resmi söylemin dışına çıkmamakta, kağıt tahsisi ile çalışan gazeteler tabii ki siyasetin ana kulvarında koşmaktaydı. Dış politika Dışişleri Bakanlığı’nın tekelindeydi, basın da Anadolu Ajansı’nın. Onlar ne derse gazeteler de onu yazardı.

O zamanlar köşe yazılarının mesajlarını anlamazdım. Ama daha sonraları okuduğumda kanaat önderlerinin, özellikle de dış politika üstüne yazanların, devlet eyleminin meşru göstermekten başka pek bir şey yapmadıklarını gördüm. Eleştiri olurdu. Fakat eleştiri siyaset alanına tanınan dar sınırlar içinde kalırdı. Parti politikası eleştirilir, “devlet politikası” -her demekse- eleştirilmezdi.

Mektebi Mülkiye’nin zihinsel tekelinde olan dış politika düşünü devleti koruma refleksine endekslendiğinden, yaratıcılığa ve yeniliğe bu alanda pek yer yoktu. Türkiye, akademiyanın suskun, düşünce kuruluşu denen kavramın ortaya çıkmadığı, burjuvazinin ne düşünsel ne de mali açıdan palazlanmadığı bir ülkeydi. Muhalefet vardı. Ancak ya etkisizdi ya da kolaylıkla etkisizleştirilebilirdi.

Zaten bir yandan Soğuk Savaş, öte yandan darbeler ve insan hakları ihlalleri de Türkiye’nin başka türlü olmasına izin vermezdi. Ben yetişemedim, ama benden önceki kuşaklar Tan matbaasının nasıl yakıldığını bilirler. Benim kuşağımın en trajik deneyimi 1 Mayıs katliamıydı. Sonra Kahramanmaraş geldi. 1970’li yıllar boyunca da bol bol küçük çaplı katliamlar yaşadık.

Özgür düşünce bu ülkede her zaman müeyyideye tabi tutuldu. Sağ da, sol da, partiler de, siyaset de özgür düşünceye, çoğulculuğa, demokrasiye prim vermedi. Askerler ve bürokrasi de oldum olası düşünce özgürlüğünden hoşlanmadı. 1970’lı yılların sonu ve 1980’lerin başında ODTÜ’de okudum. Baş ağrımı bile devrimin geçireceğini zannettim, ama demokrasiden bahsedildiğini pek duymadım.

Derslerde feodalizmden kapitalizme defalarca geçtik. Fakat demokrasiye geçiş bir türlü nasip olmadı. “Karşılaştırmalı Siyaset” dersi olmasaydı, “Siyasi Düşünce Tarihi”inde Aristo’yu, Montesque’yu, Mill’i ve diğerlerini okumasaydım, kavramın varlığını dahi fark edemeden okuldan mezun olacaktım. Demokrasinin teorisi olduğunu, katılımcılığı, kurumsal dengeleri Oslo’ya gittiğimde öğrendim. Aslında Norveçlilerin böylesi süfli konularla neden uğraştığını anlamakta da epeyce zorlandım.

Sonra yavaş yavaş demokrasi denen şey Türkiye’de de konuşulma başlandı. İşkenceler gündeme geldi. Uluslararası toplum adına hareket edenler, dünyanın vicdanını temsil edenler Türkiye’yi eleştirdi.Siyaset kıpırdamaya, alanını genişletmeye çalıştı. Burjuvazi siyaset ve devletten bağımsızlaştıkça, ulufe sisteminin dışına taştıkça uzun dönemli çıkarlarını gördü. Basın büyüdü ve özgürleşti. Televizyonlar sayı ve çeşit olarak renklendi.

Devletin siyaset dışı alanına ilk saldırı ise Kardak krizi sırasında yaşandı. Çok yakın zamana kadar siyaset üstü, daha doğrusu dışı kabul edilen dış politika eleştirilmeye, vatan toprağı ilan edilen Kardak kayalıklarının aslında bizim olamayabileceği söylenmeye başlandı. Bu tutum çoğumuzun fark edemediği önemli bir kırılma noktasıydı, devamı da daha sonraki yıllarda geldi. 1996’da dış politika üretme ve uygulama konusundaki devlet tekeli kırıldı. Ardından Türkiye “Kürt realitesini” tanıdı. Kolay olmadı ama bir tabu daha yıkıldı. İnsan hakları, büyük ölçüde AB üyeliği sayesinde, geliştikçe, ifade özgürlüğü arttıkça “devletin alanı” daraldı. Ermeni sorunu, 1915 trajedisi tartışılır hale geldi.

Evet, doğrudur Bosna, Karabağ, Kuzey Irak, PKK hızımızı kesti. Devletin derinliklerine, durumdan vazife çıkaranlara, fanatizmle vatanseverliği karıştıranlara kullanabilecekleri zemin sağladı. Yasal düzenlemeler hukuksal linç aracı gibi kullanıldı. Siyasetin alanını genişletmeye yönelik tüm çaba ve öneriler, ki bunlara silahlı kuvvetlerin demokratik denetimi için yapılan çalışmalar da dahil, boğulmaya çalışıldı. En son örneği Hrant olmak üzere insanlar bu uğurda can verdi. Fakat Türkiye değişti ve değişmeye de devam ediyor. Kim ne yaparsa yapsın, kim ne derse desin bu değişim durmayacak.

Türkiye her geçen gün daha demokratik, daha çoğulcu, düşüncelerin daha da rahatlıkla ifade edildiği bir ülke olacak. Kendisini eleştirenleri mahcup, içinde yaşayanları mutlu edecek. İnsanlar Yunanlı öldürmek için artık askerlik şubeleri önünde sıraya girmeyecek. Zaten sorunlarını barışçı yöntemlerle çözen, çözmeye çalışan Türkiye’nin böyle bir gereksinimi de olmayacak. Çünkü Hrant’ın cenazesi bize bunun mümkün olduğunu gösterdi... ([email protected])

Referans, 28.1.2007

Mensur AKGÜN

30.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004