Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

301 aldatmacısı

Adalet Bakanı, Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesiyle ilgili olarak başka ülkelerden verdiği örnek ve kıyaslamalarla kamuoyunu yanıltıyor.

Söylediğinde bir tek doğru vardır: 301’inci maddeye benzeyen maddeler hemen hemen tüm Batı ülkelerinin yasalarında yer almaktadır. Ancak...

Örneğin bu madde Fransa’da, “devlet, yani Fransa devleti Ruanda’da, Fildişi Sahili’nde katliam yapmıştır, Cezayir’de soykırım yapmıştır” diyen herhangi bir kişiye, tarihçiye ya da yazara uygulanmamıştır.

301’e benzer maddeler Batı ülkelerinin yasal sistemlerinde “toptan aşağılama” ya da “ırkçı aşağılama”lara karşı ulusu savunma maddeleridir. Bunlarda “devletin korunması” gibi bir kaygı, amaç yoktur. Amaç, “ulusal aşağılama” ve “ırkçı” yorumların yolunu kapatmaktır.

***

İngiltere’nin en önemli yönetmenlerinden biri olan Ken Loach geçen yıl Cannes Film Festivali’nde büyük ödül kazandı. Film, geçen yüzyıl başlarında İrlanda’da geçiyor ve İngiltere devletinin burada katliam yaptığını, soykırıma bile kalkıştığını anlatıyor. Baştan aşağıya o günün İngiltere yöneticilerini, memurlarını suçluyor. Bu film nedeniyle İngiltere’de hiç kimsenin aklından yönetmen aleyhine “İngiliz ulusunu aşağılama” gibi bir maddeyle dava açmak geçmemiştir. Üstelik İngiliz devlet televizyonu BBC, filmin ödül aldığını ilk haber olarak verirken yönetmenin İngiltere devletini ağır şekilde suçlayan konuşmasının en çarpıcı ve sert bölümlerini de yayınlamıştır.

***

Adalet Bakanı TCK 301’inci maddesini savunmaya çabalarken, yasalardaki her maddenin hukuk düzeninin bütünü içinde anlam kazandığını da gözden kaçırmaya çalışıyor. Bakan’ın kıyasladığı ülkelerde düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü en geniş anlamıyla güvence altına alınmıştır, dolayısıyla TCK 301’in Türkiye’de uygulandığı şekilde uygulanmasının mantığı bütün hukuk düzeninin dışına çoktan çıkarılmıştır.

301’inci maddenin bu şeklinin ve uygulanmasının yaratacağı sonuçları en vahim şekilleriyle yaşadık. Bütün bunlara rağmen Adalet Bakanı’nın direnmesinin herhalde kendisi açısından bazı gerekçeleri vardır.

Bakan’a düşen, kamuoyunu yanıltan ve bir hukukçuya yakışmayan kıyaslamalarla bu maddeyi savunmak değil, asıl gerekçelerini söylemektir. Hrant Dink cinayetine kadar ulaşan olaylar zincirini eğer Türkiye’nin Adalet Bakanı tam olarak değerlendiremiyor, bu bağlantılar zincirini göremiyorsa da o koltukta oturması hem kendisine hem de ülkeye zarardır.

Vatan, 1.2.2007

Okay GÖNENSİN

02.02.2007


 

301. maddeyi koruma güdüsü

Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin değiştirilmesi ya da tamamen kaldırılması tartışması yeniden canlandı. Bu maddenin metni, gerekçesi, korumaya çalıştığı menfaatin bulanıklığı bir ceza kanunu hükmü olması bakımından ciddi bir sorun. Çünkü ceza kanunları, özgürlüklerimizle ilgili ve yaptıklarımız ya da yapmadıkları-mızın ‘suç’ olarak tanımlanıp zorlayıcı bir yaptırımla karşı karşıya kalmasına yol açan hukuki düzenlemelerdir.

Bu maddenin başlığı şöyle kaleme alınmış: “Türklüğü, Cumhuriyeti, devletin kurum ve organlarını aşağılama”. Şimdi, bu maddeyle ilgili bir tartışma başladığında, buna karşı yapılacak en ham ve sığ tepki, ‘Demek ki siz, Türklüğün, Cumhuriyetin, devletin kurum ve organlarının aşağılanmasını istiyorsunuz!’ şeklinde olabilir. Buna göre epeyce ılımlı bir tepki bazı siyasilerimizin de yaptığı şekilde ortaya çıkabilir: ‘Bu madde elbette değişebilir. Ama Türkiye’nin belli değerleri vardır. Kimse, bizden bunları korumamızı önleyecek bir girişimde bulunmamızı beklemesin!’

Siyasi tartışma üslubu içinde yukarıdakilere benzer sözler sarf edilmesi çok zor değil. Ancak bunları birer hukuk kuralı biçiminde kaleme alınıp idare ve yargı tarafından uygulanabilmeye elverişli bir karaktere sahip kılmak elbette ayrı bir konu. Ve demokraside, bir kanun hükmünü hazırlarken bunun berrak ve açık bir dille kaleme alınmış olması kadar, o toplumdaki farklı kişi ve kurumlar açısından, biri ya da diğeri aleyhine bir sonuca varılmasını kolaylaştırmaya müsait olmaması da önem taşır.

Ama bu da yeterli değildir. Çünkü böyle bir özenle hazırlanmış bir kanun hükmünün bile uygulanmasında bazı aksaklıklarla karşılaşmak mümkün olabilir. Mevcut Ceza Kanunu’nun TBMM’de görüşülmesi sırasında, bu kanunun şöhrete sahip diğer bir hükmü, 216. maddesi konusunda bir milletvekili şunları söylüyordu: “Bu madde Adalet Komisyonu’nda görüşülürken, Yargıtay’dan gelen bir yargıcın veya savcının tutanağa geçen beyanları aynen şöyle(ydi): ‘Bu maddelerde yargıç yüzde 95, yasa metni yüzde 5 etkilidir’.”

Bu, tüm dünyada bilinen bir gerçek. Ama bilinmesi, demokrasiye uygun bir yargısal uygulamanın gerçekleştirilmesi için başlı başına yeterli bir faktör de değil. Yargıçlar ve savcılar, ellerindeki kanunların şu ya da bu yöne sallanacak birer kılıçtan ibaret olmadığını, teknik olarak böyle kılıç kullanma becerisine sahip olsalar bile, bu kılıç darbelerinin açtığı yaraların ve kesiklerin gitgide o hukukçuluk misyonunu bile anlamsızlaştıracağını göz ardı edemezler. Bu nedenledir ki, demokrasilerde her yetki sahibi kişi ve kurumun (ve bu arada yargının da) etik ve hukuk bakımından uygun bulunmayan işlemlerinin haklı bir sorumluluğa yol açması gerekir.

Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin, bu haliyle korunmasının çok elzem olduğunu düşünmüyorum. Bir demokrasinin hedefi, tüm toplumsal ve kurumsal ilişkiler konusunda ölçüsüz bir gücü hâkim kılmak olamayacağına göre, bu maddede zikredilen kurumlara yönelmiş, yerleşik, medeni bir hayatın düzeniyle bağdaşmayacak eylemlerin önlenmesi genel hükümler çerçevesinde de sağlanabilir.

Kaldı ki, bu maddede korunmaya çalışılan bütün o kurumlar, insanlar sayesinde varlık bulur. Ve o kurumlarda sorumluluk üstlenen bu insanların, sıradan vatandaşlara göre, hepimizi etkileyebilecek ağırlıkta işler yürütüyor olmaları, elbette daha fazla göz önünde bulunmalarına ve haklarında daha fazla değerlendirmelerde bulunulmasına yol açar. Bu toplumsal eleştirel tutum, o kurumsal faaliyetlerin yerine getirilmesini engellemediği sürece, devlet kurumlarının yaygın gücü karşısında toplumsal bir güç dengesi olarak düşünülmek zorundadır.

‘Türklüğün korunması’na gelince. İnsan haklarına saygılı olduğunu ve eşitliği Anayasası’nda vurgulayan bir devlet düzeninde, bu, ancak ırkçılık ve ayrımcılığın önlenmesi gibi bir menfaatin sağlanması bağlamında ve genel bir ilke olarak değer taşır. Mevcut Ceza Kanunu’nda, 301. madde dışında, bu menfaati korumaya elverişli pek çok hüküm bulmak mümkün görünüyor. O halde, 301. maddeyi bu haliyle koruma güdüsünün yegâne nedeni, sadece bu başlık ve o içerikte bir kanun maddesine sahip olma gibi bir hukuk fetişizmi mi?

Radikal, 1.2.2007

Turgut TARHANLI

02.02.2007


 

Bush dönemi sona erdi... Bizde farkına varılmadı

Şu anda Amerika’da seçmen artık Başkan Bush’a olan güvenini yitirmiş durumda.

Bu günlerde dünyada pek kimsenin ABD’yi tartıştığı yok. Davos toplantılarında bile Amerikan’ın önde gelen kişilikleri arka planda kaldı. Dünya kamuoyu Irak’ı izliyor. ABD’ye olan ilgisini ise neredeyse tümüyle yitirmiş durumda.

Bunda Bush yönetimine karşı duyulan tepkilerin ve yönetimin yapmış olduğu yanlışların rolü elbette büyük.

Ama bizde ve hatta kısmen de dünyada henüz fark edilmeyen bir şey var: Amerikan toplumunun bu konuda değişmiş olan tavrı. Türkiye açısından da önemli noktaları gündeme getiriyor.

Amerika gelecek başkanlık seçimlerinde son derecede ilginç gelişmelere gebe gibi görünüyor.

ABD kamuoyu

Bush daha bundan iki yıl önce Amerika’da seçim kazandı. Ama hem Irak’ta yaşananlar hem de Amerika’nın yerel sorunları nedeniyle bu iki yıl içinde seçmenin görüşü adeta 180 derecede döndü ve Cumhuriyetçiler geçen kasım ayında önemli bir seçimi ciddi bir farkla kaybetti.

Şu anda Amerika’da kamuoyu yoklamalarına bakarsanız seçmen artık Bush’a olan güvenini kalıcı olarak yitirmiş durumda. Seçmen şimdiki yönetimin mümkün olduğu kadar erken sona ermesini diliyor. Ve...

Seçmenlerin çok büyük bir çoğunluğu Irak’taki Amerikan askerlerinin bir an önce geri çekilmesini talep ediyor.

Bu baskı Türkiye’de dile getirilenden çok daha güçlü. Bu arada gelecek başkanlık seçiminde aday olacak siyasetçiler Irak konusunda seçmen tarafından radikal kararlar almaya itiliyor.

Başkanlık adayları Irak’tan çekilme yönünde tavır almak zorunda kalacak. Bu şimdiden başladı bile...

Star, 1.2.2007

Salih NEFTÇİ

02.02.2007


 

YÖK kesmedi, Atatürkçü Düşünce Derneği’ne girdiler!

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Kurulu’nu yaptı. Başına eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’u getirdi. Hayırlı olsun da...

Türkiye gibi rejimi Atatürkçü temellere dayanan bir ülkede Atatürkçü Düşünce Derneği gibi marjinal yapıların ülkeye ne gibi olumlu katkıları olabilir ki? Bu derneğin yaptığı şey “Cumhuriyet elden gidiyor”, “Cumhuriyet tehdit altında” diye bağırmaktan ibaret. Bu bana Osmanlı’da “Din elden gidiyor, şeriat isterik” diye bağıranları hatırlatıyor. Fonksiyonları ters taraftan aynı... ADD’nin olağanüstü genel kurulunda dikkat çeken şeylerden birisi Üniversite Rektörlerinin bazılarının ADD yönetim kuruluna girebilmek için Şener Eruygur’un listesinde yer almalarıydı. Bunu gelişmeyi nasıl anlayacağız?

Şöyle diyelim: Rektörlerin önemli bölümü Türkiye’de Atatürkçü düşüncenin savunulması adına YÖK’ten ümidini kestiler. Kendilerine yeni faaliyet alanları arıyorlar. İşte ADD onlar için irtica ile bilimsel mücadele yapabilecekleri bir zemin sağlıyor. Sonuç şöyle: Şu rektörler ADD Yönetim Kuruluna seçildiler. Başkanları da Jandarma Eski Komutanı Emekli Orgeneral Şener Eruygur. Vatana, millete, ADD’ye, üniversite camiasına, bilim alemine, YÖK’e, Albert Einstein’e, Newton’a... hayırlı olsun... İşte Şener Eruygur Paşa’nın yeni askerleri: Ferit Bernay (Rektör), Mustafa Yurtkuran (Rektör), Fatih Hilmioğlu (Rektör), Kadri Yamaç (Rektör)

Bugün, 1.2.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

02.02.2007


 

Irak’la ticareti kesmek...

Irak’la yapılan ticarette de problemler çıkmaya başladı. Bazı siyasi sebeplerle, sınır kapısı kapanma noktasına geldi. Kimin haklı ya da kimin haksız olduğunu işin uzmanları bilir. Ama yetkililerin, sorumluların görevi bu problemleri ortadan kaldırmak olmalı; sınırı tamamen kapatmak değil.

O kapıların kapanması karşı tarafa zarar verir, onları cezalandırır, bu doğru. Peki bu kapıların kapanmasının bizim vatandaşlarımıza ne kadar zarar vereceği, o bölgede yaşayan insanları ne hale getirebileceği de düşünüldü mü?

Zaten vatandaşlardan gelen mesajlardan anlaşıldığı kadarıyla, rahmetli Özal’ın başlattığı ticaret, kırpıla kırpıla kuşa dönmüş. Şimdi de tamamen bitirmek mi gerekir?

Peşin fikirli bazı bürokratların tek yanlı kararlarına teslim olup, ülkeyi 80 öncesine götürmek doğru mu? Yıllardır bu sınırlarda yapılan ticaretin terör örgütüne yaradığını öne sürerek, bu ticaretin kısıtlanmasını isteyen ve isteklerini kabul ettiren ilgililerin ellerinde ne gibi raporlar var, vatandaş bunu bilmek istiyor. Bu hususta hazırlanmış bilimsel bir rapor var mı? Başka geçim yolu bulamayan, işsizlikten bunalan vatandaşın ekmeğini kazanacağı tek yol olan bu ticaretin de kısıtlanması terör örgütünün işine yaramıyor mu?

Bazı bürokratların yüzeysel yargılarına dayanılarak verilen kararların ne büyük zararlar verdiği düşünülüyor mu?

Petrol akışını durdurdunuz, et girişi de durdu; günlerce kuyrukta bekleyen o tanker sürücülerinin ve ailelerinin ne halde olduğunu da düşündünüz mü?

Mevcut kısıtlamaların kaldırılması, ticaretin canlandırılması, bölge insanının iş ve aş sağlaması beklenirken, bazı bürokratların görüşleri doğrultusunda sınırları tamamen kapatmak Türkiye’ye zarar vermez mi? Sorumluluğu üstlenmiş politikacıların bu pürüzleri çözmeleri gerekirken, işi kesip bitirmeleri Türkiye’ye zarar vermez mi?

Ticareti artırmak için Güney Amerika’ya, Uzak Doğu’ya seferler düzenlenirken, komşularımızla olan sınır kapılarımızda günden güne kısıtlamaya gidilmesi anlaşılır gibi değil...

Türkiye, 1.2.2007

Behçet FAKİHOĞLU

02.02.2007


 

Said Nursî’nin cümlesi

Üç gün boyunca yayımladığım “Slogan meselesi”ne ilişkin çok güzel tepkiler alıyorum okurlarımdan. İçlerinden birisi, anlamlı mesajının arkasına Said Nursi’nin konuyla doğrudan ilgisi olan bir cümlesini de eklemiş. Bilmeyenler mahrum kalmasın diyerek, olduğu gibi aktarıyorum:

“Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşerse hakikate inkılap edermiş.”

Görüyorsunuz; üç gün boyunca boşa nefes tüketmişim... Bu cümleyi aktarıp noktayı koyabilirmişim... Varolsunlar, bu okurları hiç mi hiç unutmamak gerekiyor.

Yeni Şafak, 31.1.2007

Kürşat BUMİN

02.02.2007


 

Sıkı durmak

İnsan son haftalarda yaşanan olaylara, ortaya çıkan araştırma verilerine, ülkedeki kutuplaşmanın boyutlarına baktığında dümeni kiltlenmiş gemide kaptansız gidildiği izlenimine kapılıyor. Görünen o ki Türkiye’de hemen tüm kurumlar kilitlenmiş durumda. Bu kilitlenme bir yanıyla kurumların içindeki dikey bölünmelerden kaynaklanıyor. Ancak daha da önemlisi ve tehlikelisi kurumlar arasındaki ayrılıklar ve hiç bir kurumun siyaset tercihlerinin diğerlerine kabul ettirilememesi ülkeyi kararsız ve siyasetsiz bırakıyor.

Bu gibi durumlarda eskinin yaklaşımları eldeki yegane rehber olarak benimseniyor. Halbuki eskinin haritalarıyla yola çıkmak yanlış durakta kendini bulmak anlamına gelecek. Hükümet, dört yılın yorgunluğu ve kendi çapının sınırlarına dayanmış halde. Cumhurbaşkanlığı seçimini yönlendirebilmek dışında bir amacı yok gibi ve yönetim kabiliyeti sergileyemiyor. Günü kurtarmaya odaklanmaktan yılların birikimiyle ortaya çıkmış, her biri özel ilgi bekleyen yapısal toplumsal dinamiklerle ilgilenmiyor.

Biriken toplumsal sorunların taşıdığı zehrin tehlikesini, ülkenin nasıl bir gerilim hattında olduğunu ne ölçüde anladığı kuşkulu. Anlasa bile bunlara yönelik siyaset üretmeyi beceremiyor veya riskli bulduğu için teşebbüs etmiyor. Siyaset kurumunun yalnızca korku, endişe ve tehdit üzerinden pozisyon üreten yaklaşımları korkan, ürken ve bu nedenle saldırganlaşan toplumu iyice zıvanadan çıkarıyor. Tüm bunların da ötesinde gerek içerde gerekse dış politikada Türkiye’nin çözmemeyi marifet saydığı sorunların giderek ülkeyi sıkıntıya soktuğuna tanık oluyoruz.

Ortak akıl harekete geçmeli

Böylesi bir sahipsizlik, pusulasızlık ve iç kavga görüntüsüyle de tabii ki etkili siyaset üretmek ya da başkaları tarafından ciddiye alınmak mümkün olmuyor. Son günlerin çarpıcı örneklerinin birinde Kıbrıslı Rumların Mısır’dan sonra Lübnan ile de “münhasır ekonomik bölgelerin sınırlandırılmasına” dair anlaşma yapmaya kalkmasını Ankara ancak ağır tehditlerle durdurabiliyor . Yani her ülkeyi ziyaret etmekle, herkesle konuşmakla ağırlık sağlanmıyor, büyük ve etkili ülke olunmuyor. Bu arada KKTC’nin yalnızca Batı ülkeleri değil Türki Cumhuriyetler ve İslam ülkeleri tarafından da tanınmadığı, Rumların ise iş ortağı kabul edildiği çarpıcı şekilde ortaya çıkıyor.

Hoşlanılmayan gerçekler karşısında kafayı kuma gömmek, yeni strateji, söylem ve politika üretmemek de Türkiye’yi kilitliyor. Kamuoyuna yönelik olarak en katı söylemler geçer akçe kılındığından Irak konusunda aklı başında seçenekleri denemek yüksek maliyetle geliyor. En sonunda bir işadamı bile isyan ederek “Kürdistan orada kurulmuş, biz hala ahkam kesiyoruz. Bundan sonra hadiselerin stratejiyle halledilmesi lazım. Kavga gürültüyle silahla halledilmez” deyiveriyor. Tüm bu hadiselerde en can sıkıcı yön ise bir ülkenin gücünün iç çekişmeler, siyaset üretememe ve kurumsal kilitlenme nedeniyle böylesine boşa harcanması daha doğrusu heba edilmesi.

Irak’ın Arap bölümü hızla iç savaşa sürüklenirken Türkiye hala bu gidişatın kapsamlı sonuçlarını aklı başında ve sakin şekilde tartışamıyor. Örneğin Türkiye olası bir iç savaşın yaratacağı göçmen, terörizm, toplumların daha da radikalleşmesi, ayrılıkçı akımların tüm bölgede güçlenmesi, ekonomik kayıplar, komşuların silahlı müdahalesi gibi sonuçlara karşısında nasıl bir siyaset izleyecek?

Aslında en sıradışı ve can acıtıcı senaryoların bile konuşulup tartışılması, ortak aklın harekete geçirilmesi gereken bir dönemdeyiz. Bunun yerine kavgayı seçmek toplumsal bir sorumsuzluk şahikasıdır.

Sabah, 1.2.2007

Soli ÖZEL

02.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004