Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

İslâm birliği

Birliği parçalayan asıl etken menfî milliyetçilik duygularıdır. Yani farklı yaradılışın sebeplerinin yanlış anlaşılması ve Kur’ân’ın bu konudaki irşadından uzaklaşılmasıdır. Bu olumsuz gidişe dur diyenlerin başında ittihad-ı İslâmı yeniden canlandırmayı esas maksat yapan fikir ve dâvâ adamları gelmektedir. Hepsinin ortak özelliği, hilâfetin, saltanata dönüşen sembolik haliyle dahi birleştirici bir yönünün olduğu konusundaki kabulleridir.

İslâm birliğinin anlamı

Birinci olarak dünyadaki tüm Müslümanların birlikte hareket edebilmeleridir. “Mü’minler sağlam bir binanın taşları gibidir; birbirlerine kuvvet verirler.” (Süyûti, el-Fethü’l-Kebîr, 2:309) İkinci olarak İslâm ülkelerinin ve bu ülkeleri yöneten devletlerin kendi aralarında çeşitli alt birlikler ve “tek bir üst ittifak” kurmalarıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “ittihad-ı İslâm”dır. O bunu; “Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, tali’siz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi” olarak sunar. (Mektubat, Sayfa 452)

İnsan olmak şüphesiz tüm dünya insanları ile ortak paydamızdır. Ancak bu payda dünyaya aittir, geçicidir ve hemcinslerimizle zayıf bir bağ kurar. Vazgeçilmez aslî kimliğimiz ise Müslümanlığımızdır ve bu kimliğimiz birbirimizle dayanışmayı gerekli kılar. Tüm insanları İslâma dâvet etmek elbette ki bir Müslüman’ın başta gelen görevlerinden biridir. Ama bu dâvete icabet etsinler veya etmesinler, bütün insanlara karşı adalet ve iyilikle davranılması şarttır. Yine, Müslüman olmayan topluluklarla verimli ve faydalı diyaloğun temini için de esasen İslâm ittifakı şarttır. Bu ittifak ve dayanışmayı Bediüzzaman, “ibâdet” ve “bu zamanın en büyük farz vazîfesi” (Hutbe-i Şamiye, s. 94) olarak görür.

İslâm birliğini gerekli kılan sebepler

Bediüzzaman; Müslüman’ları birbirine kardeş ve maddî-mânevî yardımcı yapan temel unsurun İttihad-ı İslâm olduğunu ifade etmektedir. (Emirdağ Lâhikası, s. 336) Birlik ve dayanışma, İslâmların birbirinden destek alarak gelişmelerine; Allah’ın adını yayma ve dünyayı anlamlı hale getirmelerine; İslâm Dünyasının gücünü, varlığını ve söz sahibi olduğunu, küresel ortamda “ittihadla” (Nursî, Divan-ı Harbi Örfi, s. 57) göstermelerine vesile olacaktır.

İslâm birliği, İslâm dinine karşı yapılan ve yapılacak olan saldırıları bertaraf edecektir. İslâm ülkelerinin, egemen ülkelerin baskılarından, saldırılarından ve yağmalamalarından kurtulabilmeleri ve hukuklarının korunabilmesi için birlik olmaları ve güçlenmeleri gereklidir. Nursî’ye göre bu saldırıların karşısında ancak ittihad-ı İslâm ile durulabilecektir. (Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 271)

İslâm birliği, ekonomik fakirliğin ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin de önüne geçecektir. İslâm coğrafyasının millî serveti durumunda olan ekonomik kaynaklar da ancak bu sayede korunabilecek ve adil biçimde dağıtılabilecektir. Böylece Müslümanların fakr u zaruret içinde oldukları ve bunun da İslâm dininden kaynaklandığı yolundaki yanlış fikrin de önüne geçilebilecektir.

Sünnette İttihad-ı İslâm

Peygamberimiz Medine’ye hicretinden hemen sonra, öncelikle sosyal alanda birliği sağlamıştır. Kabilelerin arasını düzeltmiştir. Ardından bir anayasa hazırlayarak siyâsî birliği kurmuş ve geliştirmiştir.

Hulefâ-i Râşidîn döneminde ve sonrasında bu siyâsî birlik genişlemiş ve Hilâfetin Osmanlı’ya geçişi ile birlikte daha da büyümüştür. Yavuz Sultan Selim’in İslâm Birliği çabaları ve önemli ölçüde başarıya ulaşması bunu göstermektedir. Bu dönem İslâm’ın muzafferiyet yılları olmuştur. Ancak daha sonraları İslâm birliği parçalanmış ve Müslümanlar güven ve emniyetlerini kaybetmişlerdir.

Birliğin düşmanı; ırkçılık ve çaresi

Birliği parçalayan asıl etken menfî milliyetçilik duygularıdır. Yani farklı yaradılışın sebeplerinin yanlış anlaşılması ve Kur’ân’ın bu konudaki irşadından uzaklaşılmasıdır. Bu olumsuz gidişe dur diyenlerin başında ittihad-ı İslâmı yeniden canlandırmayı esas maksat yapan fikir ve dâvâ adamları gelmektedir. Hepsinin ortak özelliği, hilâfetin, saltanata dönüşen sembolik haliyle dahi birleştirici bir yönünün olduğu konusundaki kabulleridir. Bu sebeple Bediüzzaman da bazı selefleri ve çağdaşları gibi, bütün İslâm âleminin temsilcilerinden oluşacak demokratik bir meclisin, modern çağın Müslümanlarının manevî önderi sayılan halifeyi temsil edeceğini ve birlik beraberlik ihtiyacını karşılayacağını savunmaktadır.

Bediüzzaman ayrıca, ittihad-ı İslâmın, dağıldığı noktadan toplanacağını ifade etmiş, Anadolu ve İstanbul’u bu özelliğinden dolayı terk etmeyi hiçbir zaman düşünmemiş ve “Mekke’de de olsam buraya gelmem lâzımdı.” diyerek mücadelesine yılmadan devam etmiştir.

İslâm milletleri uyanıyor

Bediüzzaman’a göre; büyük ekseriyeti Müslüman olan bazı milletler, büyüklükleri ve İslâm tarihindeki rolleri sebebiyle İslâm birliğinin temel taşları hükmündedir. İslâm birliğinin yeniden tesisi için bu milletlerin uyanması gereklidir. Üstelik bu milletler, tarihten ve esaretten aldıkları dersle uyanmaya ve ittifaka hazırdırlar.

1910’da Rusya’da esarette bulunduğu sırada Tiflis’te, İslâmın parça parça olduğunu söyleyen Rus Polisine Bediüzzaman’ın cevabı şudur: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan (Pakistan), İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor. İlâ âhir... Yahu, şu asılzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.” (Nursî Sünûhat, s. 84)

İslâm birliğinin prototipi; İKÖ

İslâm ülkelerinin kurduğu birlikler içinde en kapsayıcı, en belirgin ve istikbali en parlak olan örgüt 57 üyeli “İslâm Konferansı Örgütü”dür.

Şüphesiz bu örgüt Birleşmiş Milletlerin alternatifi değildir. Yine bu örgüt, Arap Birliği, Afrika Birliği gibi başka bölgesel örgütlerin alternatifi ya da engelleyicisi de değildir.

İslâm birliğine engel olmamak kaydıyla bu tür alt birlikler faydalı olabilir. Ancak alt birlikler için ana tema, Arap ya da Türk milliyetçiliği ve sair dışlayıcı yaklaşımlar olmamalıdır. Nitekim Bağdat Paktı ya da CENTO Bediüzzaman’ın heyecan duyduğu, ancak akim kalmış bir projelerdir.

İKÖ’nün, 1969’da kurulmasına sebep olan Kudüs’ün kundaklanması hadisesi de gösteriyor ki, günümüzde olduğu gibi, gelecekte de İslâm dinine büyük saldırılar olacaktır. Bu saldırıları püskürtmek ve “doğru İslâm”ı güçlü bir ifade ile dünya kamuoyuna anlatmak için bu kuruluşun güçlenmesine ve aktif hale getirilmesine şiddetle ihtiyaç vardır.

Yine İslâm birliğine engel olmamak kaydıyla, Avrupa Birliği ve benzeri birliklere üye olmak da faydalıdır. Zira İslâm birliğinin nihaî hedefi, Müslümanların kendilerini, dış dünyaya, daha doğru ve huzurlu bir anlayış ortamında tanıtabilmeleridir.

İslâm birliğinin sonraki aşaması dünya birliğidir. Yani dünyanın sulh ve sükûn dünyası haline gelmesidir. Bunun için de Müslümanlarla diğer dinlerin mensupları arasında işbirliği yapılmasına ihtiyaç vardır.

Doğuyu ayağa kaldıracak ve canlandıracak olan vasıtalar ekonomi, milliyet gibi sun’î ve dünyevî bağlardan ziyade, kudsî din hisleridir. İslâm coğrafyasındaki birliklerin, dine dayalı birlikler olmasını, Kur’ân’da isimleri geçen Peygamberlerin çoğunun Asya’da çıkması ve sosyolojik olgular zorunlu kılmaktadır.

Birliğin şartları

İslâm ülkelerinin yeniden birlik tesis etmeleri için lâzım olan ana malzemeler, yani birliğin harcı şunlardır:

1- İslâm birliği için olmazsa olmaz durumundaki birinci şart; Müslümanlar arasında ittifakın sağlanması ve mevcut istibdatların sona erdirilmesi, yani İslâm ülkelerinin demokratik yönetimlere kavuşturulmasıdır. Ancak demokratik yönetimler sayesinde İslâm milletleri ittifak edebilir. Bunu Bediüzzaman şöyle ifade etmektedir: “Meşrutiyet-i meşrua; Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder” (Beyanat ve Tenvirler, s. 48)

Halktan kopuk yöneticilerin başka ülkelerin yöneticileriyle gerçekten ittifakı mümkün değildir. Görünüşteki ittifaklar ise zayıftır ve en önemlisi yıkıcı dış etkilere açıktır.

Demokratik sistemi ayakta tutan, demokrasi kültürü ve özellikle örgütlenme özgürlüğü ile gelişen sivil toplum kuruluşlarıdır. Tüm İslâm ülkelerinin tam bir hürriyet ortamını ve bu arada kamu özgürlüklerini tesis etmesi şarttır.

Hürriyetçi demokratik ortam, hem ittifakın parçası durumundaki devletler içinde İslâmiyet’i parlatır. Hem de ittifakın içine bazılarının diğer bazılarına üstünlük iddiasının önüne geçer. Böylece farklılıklar korunarak ve farklılıklara saygı duyularak uzun ömürlü bir ittifak kurulmuş olur.

2- İkinci şart Müslümanların kendi aralarındaki nûrânî bağların farkına varmalarıdır. Yani millet; “tenvir ve irşad” edilmelidir. Hac bu bağların anlaşılmasına, kurulmasına ve geliştirilmesine hizmet eden çok önemli bir ibadettir.

3- İslâm toplumları arasında muhabbet duygusunun yerleştirilmesidir. Yani, husumeti yok etmektir: Husumetin cehalet, zaruret ve nifaka yapılmasını öneren Bediüzzaman, özellikle ittihadın meşrebinin muhabbet olduğuna vurgu yapmaktadır. (Hutbe-i Şamiye, s. 95)

İslâm birliğine giden

sürecin kilometre taşları

İslâm birliğinin temel dayanaklarından biri bilgidir. Bilgi toplumu olmak, bilimsel metotlara bağlı kalarak karşılaşılan her meseleyi, bilimsel verilerle çözmek demektir. Kısaca Bediüzzaman, “mârifetin şua-ı elektriğiyle” “imtizâc-ı efkâr”a oradan da “ittihad” a (Münazarat, s. 113) uzanan bir süreç olarak tarif eder.

İslâm birliğinin devletler seviyesinde gerçekleşmesi, öncelikle bu tür bir şuurun her bir İslâm toplumuna ve bireylere yerleşmiş olması ile mümkündür. Bunun için öncelikle o toplulukların kendi içlerinde ittifakı sağlamış olmaları lâzımdır. Başta toplumun sosyal dinamikleri durumundaki dînî cemaatlerin amaç ya da amaçlar doğrultusunda ittifak etmesi bir zorunluluktur.

Dînî cemiyet ve cemaatlere üye olma veya birleştirme hususlarında meslek ve meşreplerde değil de maksatta birleşme olmalıdır. Meslek ve meşreplerin tümünü tek bir meslek altında toplamanın hem fıtrata, hem de ahlâka uygun olmadığı bilinmelidir. Birbiriyle imtizaç etmeyecek mizaçları, sadece birlik sağlamak amacıyla bir araya getirmeye çalışmanın faydadan çok zarar vereceğini izaha bile gerek yoktur. Bu, “hedefe birlikte yürümek” şeklinde olmalıdır. Aksi halde Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “…taklit yolunu açar ve ‘Neme lâzım, başkası düşünsün.’ sözünü söylettirir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 105).

Birliğin olması gereken özellikleri

* Birlik, müsbet İslâm milliyeti esası üzerine tesis edilmelidir. Farklılıklara saygılı olmalıdır.

* Tam demokratik bir temsil ve yönetim yapısına sahip olmalıdır.

* Çıkış noktası İslâm milletinin kendi öz varlığı ve değerleri olmalıdır. BOP gibi dış etkenli oluşumlar fayda değil, zarar verir.

* İdarî yönden federasyona benzer, esnek bir yapıda olmalıdır.

* Bir “tek çatı” organizasyonu olmalı ve aynen güneş sistemi gibi uyum içinde bulunmalıdır. İslâm güneşinin “câzibesine ittibâ ile muvazene ve âheng-i umumiyeyi muhafaza” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 57) etmeli yani dünya barışını tesis etmelidir.

* Bütün mensuplarına ortak şeref sağlamalı “…herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren…” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 57) bir yapıda olmalıdır.

*Birliğin ortak ekonomik, diplomatik ve caydırıcılığı sağlayacak savunma gücü bulunmalıdır.

02.02.2007


 

Hayat ve anlamı

Varlıkla ilgili irtibatımız sadece maddî alana, olayların içine sığıştırıldığı için pek çok olay içinde boğuluyor ve hadiselerin içinde sıkışmışlığın getirdiği problemler ile yüzleşiyoruz. Hayatı derinlerde ve özde anlama ihtiyacı var. Bu olmadan sonsuzluğa namzet olan ve sonsuzluktan gelen ruh ve kalp yırtılıyor ve yaralanıyor. Belki de en büyük problemlerimizden biri, hayatı anlamlandırmaktan çok yaşamaya çalışmak.

Hayat özünde çok basitken kesreti içinde insanların algılamakta zorlandıkları ve karmaşık bir hal alan yapıya benziyor. Bütün soruların temelinde yer alan kimlik tanımı yani kişinin kim olduğu ve esas itibarı ile niçin yaşıyor olduğu, aslında cevabı çok kolay bulunabilen bir soru olmalıdır. Belki de en temel problem, sorulması gereken sorunun bu olduğunun farkına varabilmek. Oysa insanlar çok daha karışık ve felsefî sorularla uğraşırken bu temel ve hayatı kökten etkileyecek sorular kayboluyor. Maddî âlemin yakın bağlantılarında algılanan hayat ferdi gerçek kimliğinden uzaklaştırıyor, çok derin ve şatafatlı bağlantılar ve komplo teorileri ile büyük işler yaptıklarını zannedenler, hayatın özü ve anlamı dikkate alındığında sadece kendilerini eğlendiriyorlar. Oysa varlığın yaratılış gayesi ferdin, eşyanın gerisindeki isimleri görmekle, varlığı ve şahsî âlemini nurlandırmaktır. Hayatın güzelliği de ancak bu şekilde nurlanmış bir âlem içerisinde açığa çıkacaktır.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Halık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tâbi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kâinat’ı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır. Varlık bize bakan boyutu ile dar bir çerçeve çizerken Âlemlerin Rabb’ine bakan yönünde çerçeveler ortadan kalkmaktadır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında, anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Âdil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir. Aynı şekilde maddi âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsü’l-emri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabbü’l-Âlemîn’in kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Maddî âlemin işleyişinin gerisindeki sırları, kaderi, hayır ve şerlerin yaratılmasının arka planındaki güzellikleri ve her haliyle Âlemin Yaratıcısı’nın güzelliklerine nasıl işaret ettiğini anlayabilmek için bu temel düsturu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Aksi halde kendi tanımladığımız ve pek çok açılardan çok sınırlı bakışlarımızla tanımladığımız bir âlemin güzellik ve doğruluk tarifleri içinde her özelliği ile mutlak, zamandan ve mekândan münezzeh bir Yaratıcı’nın her şeyi bir anda kuşatan özellikleri ile ortaya koyduğu işleyişi çok sınırlandırmış oluruz. Bütündeki tarif edilmez güzelliği algılama şansımız kalmaz.

Algılar sınırlıdır ve çoğu zaman bütünün ahengini kuşatmaya yeterli değildir. Algıların sınırlılığında anlamlanan hayat çoğu zaman gerçek anlamından uzaklaşmakta, kişi ve varlık arasında kalın bir perde oluşmaktadır. Bu perdenin arkasında çok silik şekilde algılananlar ile anlam yüklenen hayat bir kargaşa ve karmaşa zemini gibidir. Çoğu zaman içinden çıkılamaz bir muamma şekline dönüşür. Bu durum gerçekten ruha azap veren ve belirsizliklerin, çözümsüzlüklerin sıkıntısı ile psikolojinin iyice bozulduğu bir hal oluşturur.

Oysa kulluk tanımı ile her şeyi asıl sahibine vermek ve tamamen O’na dayanmak tarifi imkânsız bir rahatlıktır. Her şeyi kulluk ile şekillenen bir kimlik üzerine oturtmak, tanımları ve hayatı çok kolaylaştıracaktır. Tevhid nazarı ile olaylara kuş bakışı baktığınızda hayatınızda çok önemli olan olayların ne kadar küçük olduğunu görüyorsunuz.

02.02.2007


 

Mustafa Sungur (1929 - ...)

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmektedir. Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır. Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu. Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Bayram Yüksel’in babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Bediüzzaman 20 ay, Ceylan Çalışkan 3 yıl hapis alırken, Mustafa Sungur’a da 6 ay hapis verilmişti. Dört ay Afyon Hapishanesinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Hapis cezası aldığı için memuriyetten de atıldı. O zaman yürürlükte olan kanuna göre on gün içinde Danıştay’da dâvâ açma hakkına sahipti. Ancak, dâvâ vekili kendisine bu sürenin 81 gün olduğunu söyleyince, dâvâ açmayı geciktirmiş ve ancak, 65 gün sonra itiraz başvurusunda bulunmuştu.

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini hâlâ sürdüren Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış, “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

02.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004