Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bizim başımıza gelenlerde Yahudi parmağı vardı!

Hrant Dink cinayeti hakkında her şey yazıldı çizildi. Fakat Hrant Dink’in “Ermeni soykırımı” hakkındaki düşünceleri kargaşa içinde kayboldu gitti. Oysa Hrant Dink’in ağzından asla “Ermeni soykırımı” diye bir kelime çıkmadı. O bunu hiç söylemedi.

O sadece bir kurban ne yazık ki! Hrant Dink ile ölmeden önce yapılan son röportajlardan birini Aydoğan Vatandaş yaptı.

Bu röportaj Vatandaş’ın “Asala Operasyonları aslında ne oldu” adlı kitabında yer aldı. Burada Hrant Dink, Ermenilere uygulanan tehcirin arkasında Saray döner sermayesine hâkim olmaya çalışanların olduğunu söylüyor ve tabii ki Ermeniler ile Yahudiler arasındaki ekonomik çekişmeye dikkat çekiyor! Bu nokta çok önemli. Hatta o zamandan bu yana Türk Derin Devleti içinde yapılanan, ittihat ve terakki geleneği ile birlikte bu günlere kadar gelen yapının ermeni tehciri konusundaki yoğun etkisini bir Ermeninin dile getirmesi önemli olmalı.

Bakın ne diyor Hrant Dink: “Ben buna Almanları muhakkak katarım. Rusları kesinlikle katarım ve Amerika’yı da kesinlikle katarım. Bütün bunların hakikaten o zaman, yeni bir fil gibi etrafı yıkıp geçen o yöntemlerinin çok etkili payının olduğunu düşünüyorum. Hatta bana sorarsanız baş sorumluydular derim. Ama tabi bunun içerisinde, Türkler demeyelim, o zaman Osmanlı’nın İttihat ve Terakki yönetiminin çok net olarak içindeki bu lider kadrolarının o gün artık kafalarında oluşturdukları ve hakikaten buna ilişkin destek de buldukları politikayı hayata geçirmelerinde özellikle Almanların ve Avusturya Macaristan imparatorluğunun çok büyük rolünün olduğunu biliyorum. Belgelere bakınca her şeyi ne olarak görüyorsunuz. “ “Abdülhamit reform sözü veriyor Ermenilerle ilgili. Bunları yapmak için bir takım çabalar içerisine bazen giriyor ya da girmiyor. Ama girmemesinde bir de bakıyorsunuz Almanların ya da Avusturya’nın etkisi çok büyük. Bu reformları uygulamana gerek yok diyorlar mesela. Oysa belki o reformlar uygulansa bu kapışma o noktalara varmayacaktı. Ya da İngilizler ya da Fransızlar böyle, bu topraklara üstten bakan bir bakışla dayatmacı bir bakışla bir tür hamilik rolüne soyunarak burada yaşayan bir takım hristiyan kesimlerin hayatıyla oynamayacaklardı.

“ Dink, konuyu ne kadar sarih bir biçimde ortaya koyuyor. Konu tehcirde Sabetaycıların etkisine geliyor: “Bugün Ermenilerin içselleştirdiği tarihe baktığınız zaman da hakikaten bir Alman mililter gücünün arasında da Almanya’daki Yahudi sermayesinin var olduğu dile getirilir... Ben Sabetaycılık gibi şeylerin de içine çok girmek istemiyorum. Evet, bahsettiğiniz İttihat ve Terakki liderlerinden bir kaçının, Dr. Nazım gibi falan, bunların Sabetay Sevi, yani işte yahudilikten dönme müslüman Yahudiler olduğunu söyleyen görüşler de var.

“Biliyorsunuz saray olgusu vardı, ve saraya ekonomik olarak hâkim olma meselesi de o dönem Osmanlı içerisinde yaşayan Ermenilerle Yahudiler arasında önemli bir yarışmaydı. Öyle kimi zaman Yahudiler, sarayın ekonomisine, ekonomik döner sermayesine bir tür sahip olabiliyordu. Bazen Ermenilere kızardı padişah Abdülhamit, yayınlardı fetva, işte bundan sonra Osmanlı devlet ihalelerine Ermeniler girmeye gibi şeyler. Böyle Ermenilerle Yahudiler arasında sarayın döner sermayesine hâkim olma, ticarete hâkim olma gibi bir dipten giden yarışın olduğu bir vaka....

Ermeniler şöyle bir şey söylerler onu çok açık yüreklilikle söyleyeyim, “Aslında bizim başımıza gelenlerde Yahudilerin parmağı vardı” diye bir cümleyi kullanırlar.. Aydoğan Vatandaş’ın bu kitabı oldukça doyurucu bir eser olmuş. Hrant Dink röportajı da gündemi itibariyle ona saldıranların aslında kimin ya da kimlerin maşası olduğunu ortaya koyuyor!

Bugün, 3.2.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

04.02.2007


 

301 gider, 216 gelir!

Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi ile ilgili tartışmalarda çok önemli bir gerçeğe işaret etti.

“141-142-163 kalktı da ne oldu? Bu maddelere ilişkin suçlara yönelik cezalar yok mu oldu? Daha önemlisi şimdi 301 kalkınca, hákim başka bir maddeyi bulup oradan ceza vermeyecek mi? 301 kalkarsa bu kez 216’dan tutturur.” (TCK 216. madde, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ile aşağılamayı cezalandırıyor.)

301. maddeyle ilgili olarak yaşadığımız sorunların temeli bu konu zaten:

Yargıçlarımızın ve savcılarımızın, kanunları özgürleştirici değil, kısıtlayıcı ve cezalandırıcı olarak yorumlamaları.

Bugün 301. maddeden kaynaklanan “düşünceyi açıklamayı suç sayma” eleştirilerini geçersiz kılacak bir hüküm, zaten maddenin içinde mevcut, ancak yargı bu hükmü işletmiyor.

Demek ki iş yasa yapıcıya düşüyor.

Hükümetin bu konudaki tavrı, “herkes bir noktada anlaşsın, ondan sonra düzeltelim” şeklinde.

Şunu anlamakta zorlanıyorum: Hükümet, başka yasaları yaparken böyle bir “mutabakat” arıyor mu ki 301 için de böyle bir toplumsal uzlaşma gereksin?

Hürriyet, 3.2.2007

Mehmet Y. YILMAZ

04.02.2007


 

Sıra geldi iktidara sorulara...

Hrant’ın öldürülmesinden sonra önce acımızı yazdık; sonraki günler “slogan meselesi”ni tartışmakla geçti. Ve dikkat ederseniz, bugüne kadar (kendi adıma konuşuyorum tabii ki) “iktidara sorular” yöneltmedik. İşte, bugünün konusu da bu olsun:

“Ana muhalefet” ile uğraşmıyorum, çünkü onlar (son dönemde çok tuttukları bir deyimle söylersek) “çıldırmış” zaten... “Milliyetçiliği de kimse suçlama konusu yapmasın” diyor son seçim kurnazlığıyla. “301”den söz edilince ise durumu daha da vahim: Sosyalizm Tarihi’ni utandıran bir pişkinlikle, “Katiyen dokundurmam” da hâlâ ısrarlı.

İktidara gelince: Bugüne kadar kendilerinden Mehmet Ağar’ın (hem de Elazığ bağımsız milletvekili olarak) Elazığ’da o malum pankartları açanlara yönelik sarfettiği “Kendini bilmezler” sözlerine denk düşecek bir söz işitmedik ne yazık ki. (Biliyorum, birçoğunuz gibi Ağar’ı ‘örnek’ olarak almam benim de ağrıma gidiyor ama hakikat böyle ne yazık ki...)

Hrant’ın öldürülmesinin üzerinden (şimdiden) iki hafta geçti. Ve ben kaç gündür “Haberler”in karşısına “Bakalım bugün kim istifa etmiş?” diye geçiyorum. Ama nerdeee... Ülkede “301 Tuzağı”nı (Yeni Asya) kuran Adalet Bakanı, ilk günlerin şaşkınlığını üzerinden atmış olarak giderek sesini daha da yükseltiyor. “301. maddeyi de hukukçular, öncelikle de ceza hukukçuları tarafından tartışılması gerekir. Ama herkes konuşuyor” diyor. Konuşuyor yani... 301’in herşeyden önce bu ülkenin politik bir konusu olduğundan haberi yok; “hukukçular” ve “ceza hukuçuları” tarafından altından kalkılabilecek bir konu olmadığını aklından bile geçirmiyor. Maddenin uygulamasının nasıl “görüldüğünü” ya da maddenin Yargıtay hakimleri de içinde olmak üzere ülkenin Yargı’sını nasıl esir aldığını düşündüğü filan yok. 19 Ocak akşamı ekranlara çıkıp görevini bıraktığını açıklamak gibi olması gereken bir jest ise hayalinden bile geçmiyor.

Ama şu bir hakikat: Cinayet sonrası ülkeyi sarmış olan “nöbet”in hiç değilse sakinleşmesi bu bakanın koltuğunu koruduğu müddetçe imkansız.

Bu konuda “iktidarın başı”, yani Başbakan hakkında da birkaç söz:

“301’i kaldırmayı kimse benden istemesin” diyor ve devam ediyor: “Bu tür hakaretler, değerlerimize saldırılar kabul edilemez. Avrupa birliği’nde de dünyanın başka yerlerinde de bu böyle...”

Bana göre bu tutum da yanlış. İsterseniz ben burada aradan çıkayım ve Başbakan’ın 301 benzeri yasaların Avrupa Birliği’nde de olduğuna ilişkin iddiasını anayasa profesörü Mustafa Erdoğan yanıtlasın:

“Şimdi, TCK 301 benzeri ceza normlarının demokratik ülkelerde de olduğu iddiası bir yanıltmacadan ibarettir.”

İçişleri Bakanlığı’nın (polis ve jandarma) sergilediği kabul edilemez tutumu hatırlatmıyorum bile. Okuyorsunuz, izliyorsunuz; işin çivisi hepten çıkmış durumda. Ama İçişleri Bakanı hâlâ yerinde. Son olarak ortaya düşen şu “poster” rezaletine bakın... İki gündür İçişleri Bakanlığı’nın “aşayiş ve kamu düzenini sağlamak, korumak ve kollamak için suç işlenmesini önlemek”le yükümlü iki biriminden hangisinin bir katil zanlısının eline bayrağı tutuşturduğunu konuşuyoruz. Bu birimlerin sadece birincisi değil, ikincisi de “emniyet ve asayiş işleriyle diğer görev ve hizmetlerinin ifası yönünden İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır.” Jandarma Genel Komutanı’nın “bakana karşı sorumlu” olduğunu da unutmayın. Peki ama İçişleri Bakanı kime karşı sorumludur? Ayrıca bu acz ve sorumsuzluk tablosu karşısında bakanın sorumlu olduğu makamın sorumlulukları nelerdir?

Yeni Şafak, 3.2.2007

Kürşat BUMİN

04.02.2007


 

Neo Con’lar akıllanır mı?

Başlıktaki sorunun cevabını The Guardian gazetesine yazdığı makalede bir zamanlar en hızlı Neo Con’lardan biri olan Francis Fukuyama şöyle veriyor:

-“Hayır akıllanmazlar, çünkü Irak’ta iflas eden politikalarına rağmen aynı yanlışı şimdi İran için yapmaya hazırlanıyorlar…”

Fukuyama The Guardian’daki yazısında uzun uzun ABD’nin Irak politikasını eleştiriyor ve çıkartılması gereken derslerin altını çiziyor. Fukuyama, “Bush Doktrini”ni deyim yerindeyse yerden yere vuruyor, dehşet verici askeri gücün aslında hegemonya kurmak için yeterli olmadığının ortaya çıktığını ifade ediyor.

(...)

Bush yönetimini kuşatan Yeni Muhafazakar (Neo Con) düşünce, ABD’nin küresel bir imparatorluk haline gelmesini amaçlıyor, “Yeni Amerikan Yüzyılı” projesiyle de bu amaca ulaşılması için neler yapılması gerektiğini ortaya koyuyordu. Bu “yapılması gerekenler” arasında, savunma harcamalarının artırılması, ABD’nin güvenliğini tehdit edebilecek potansiyele sahip ülkelerin hizaya getirilmesi ve uluslararası hukuku hiçe sayarak keyfi bir küresel düzen kurulması gibi hedefler vardı.

Princeton Üniversitesi’nde uluslararası hukuk dersleri veren Prof. Dr. Richard Falk, “Dünya Düzeni Nereye?” isimli kitabında Bush Doktrini için şu yorumu yapıyor:

“Tek taraflı bir biçimde uygulandığı takdirde sınırı olmayan, BM ya da uluslararası hukuka hesap vermeyen, sorumlu hükümetlerin kolektif kararlarına dayanmayan ve daha da kötüsü pratik bir zorunluluk olduğuna dair inandırıcı bir gerekçe gösterilmesini gerektirmeyen bir doktrindir. Bu doktrinin Irak için uygulanmasının geçerli hiçbir gerekçesi yoktur. Bush yönetimi, ya olguları yanlış analiz etmiştir ya da savaşı başlatırken açıklamadığı başka niyetleri bulunmaktadır. Her koşulda yaptığı harekat, genel küresel güvenliği ABD’nin küresel egemenliğine dayandırmakta ve sorumsuz radikal jeopolitikanın ifadesi olarak anlaşılmaktadır. Irak savaşı esasen bölgesel egemenlik elde etmek için tasarlanmış bir Amerikan harekatıdır!..”

Sağduyu sahibi herkes, Amerikan yönetiminin izlediği emperyal politikaların hem dünyanın huzurunu bozduğunu, hem de ABD’yi giderek yalnızlaştırdığını, nefret edilen, tepki duyulan bir ülke haline getirdiğini görüyor.

Fukuyama haklı olarak “Neo Con’lar akıllanmadı, hala aynı yanlışı yapmakta ısrar ediyorlar” tespitinde bulunuyor ve ekliyor; “İyi ki, Amerikan halkı artık Neo Con’lara kulak vermek istemiyor…”

Belki de akıllanmayan Neo Con’ları durduracak tek güç Amerikan halkının kendisi… “Ya benimle birliktesin, ya da düşmanımsın” dayatmasıyla toplumlar arasına nifak tohumları saçan Neo Con’lara ABD’nin içinden yükselecek bir sivil itiraz, önemli ölçüde yapılan yanlışın görülmesini sağlayacaktır. Amerikan halkının yanlış politikalara itiraz edip dünya genelinde dışlanan ve nefret edilen bir halk olmaktan kurtulmasında en büyük yardımcısı medya olacaktır. Amerikan medyasının sağduyulu yayınları arttıkça, Amerikan halkının uyanması da daha kolay olacaktır.

Millî Gazete, 3.2.2007

Dr. Abdullah ÖZKAN

04.02.2007


 

Nefes almak istiyorum

Midemin hemen üzerine yerleşmiş yumruk bir türlü gitmiyor yerinden. Oksijene açım ama nefes alamıyorum. Nefes almak istiyorum ben de, o yumruk oradan gitsin, içime umut dolsun, sabahları sevinçle uyanayım, mutlu olayım istiyorum. Ama izin vermiyorlar.

Bu ülkede insana nefes almayı bile çok görenler var maalesef.

Dün bir ara kendimi, Samsun’da Ogün Samast’ın yanında gururla poz verenlerin ve o videoyu çekerken çektiği insanlara ‘Saçını düzelt’, ‘Şapkanı çıkar’ gibi tavsiyelerde bulunanların yerine koyarken yakaladım.

Amacım, onların bunu yapmaktaki samimi niyetini tahmin edebilmek, bu aralar moda olan tabirle ‘empati’ (yani kendini karşındakinin yerine koymaya çalışmak) yapmaktı. Ama başaramadım. Kendimden utandım, yapamadım.

Şimdi bilgisayarımın başında oturmuş, ‘Herhalde’ diyorum kendi kendime, ‘Herhalde katille övündükleri için gidip birlikte poz verdiler.’

Katilin, benim de gururlandığım bayrağım olan o bayrakla poz vermesi için neler geçirdiler acaba akıllarından? Bir insanın, Türkiye’yi sarsan bir suçun failini yakaladıktan hemen sonra aklına gelen ilk şeyin TEMA Vakfı’nın erozyonla mücadele için bastırdığı ve Atatürk’ün o sözünü alıntıladığı posteri arka plan olarak seçmesinin mantığını anlamaya çalışıyorum. Gerçekten, mesela sizin ilk aklınıza gelen şey bu mu olurdu?

Ama baksanıza, Samsun’daki polis ve jandarmalar yalnız değilmiş. Ogün Samast tutuklanıp cezaevine gönderildiğinde de alkışlanmış, özel muamele görmüş, ‘kahraman’ kabul edilmiş.

Suçu övmenin, terörü övmenin bu kadar alenen yapıldığı, üstelik resmi üniforma taşıyan insanlar tarafından yapıldığı bir ülkede yaşamayı hazmetmek kolay değil, kabul edin.

Kurumları topyekün suçlamak gibi bir şey yapmıyorum. Her kurumun içinde iyiler ve görevini bi hakkın yerine getirmek isteyenler olduğu gibi kötüler de var. Neden polis ve jandarma istisna olsun?

Ama yine de, ortaya çıkan durumu iki kurumun kültürüyle benzetmeden de edemiyorum.

İstanbul’da terör örgütü evlerine baskın yapıp çatışmada herkesi öldürdükten sonra dışarı çıkıp zaferlerini havaya ateş ederek kutlayanların hiçbir disiplin soruşturmasından geçmediği kurumun adı polis teşkilatı.

Yıllar önce üst düzey bir Milli İstihbarat Teşkilatı yöneticisinin söyledikleri aklıma geliyor hemen: “12 Eylül’den sonra polis okullarında müfredat değişti, askeri eğitime benzetildi eğitim. Halbuki askerin düşmanı olur, düşmana karşı eğitirsiniz onu. Polisinse düşmanı olmaz, hizmet ettiği vatandaşı olur, yasalar olur.”

Bizim polisimizin düşmanı var. O düşman da açıkça belli ki bizleriz. Jandarmayı saymıyorum bile. Onlar zaten askeri eğitimden geliyorlar ve zaten düşmanları var. O düşman da yine bizleriz.

Bu ‘iç düşman’ edebiyatı o kadar yaygın, o kadar içselleştirilmiş durumda ki, herhangi bir siyasi tartışmada veya futbol rekabetinde bizden farklı düşüneni ‘düşman’ veya ‘hain’ ilan etmekten kaçınmıyoruz. Gündelik hayatımızda yapıyoruz bunu. Her gün. Defalarca.

İşte midemin üzerindeki yumruk bu yüzden orada duruyor. Bu ülkede bir arada barış içinde yaşama iradesinin resmi kurumların da katkısıyla nasıl aşındırıldığını gördüğüm için, ‘Ya sev ya terk et’ basitliğinin herkesin ideolojisi olma yolunda ilerlediğini gördüğüm için nefes alamıyorum.

Oysa nefes almak istiyorum. Mutlu ve huzurlu yaşamak istiyorum.

Eminim siz de istiyorsunuz nefes alabilmeyi, mutlu ve huzurlu bir hayat sürmeyi.

Nasıl alabileceğiz rahat bir nefes?

Radikal, 3.2.2007

İsmet BERKAN

04.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004