Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Rahimlere döküldüğünde bir damla sudan erkek ve dişi çiftleri yaratan Odur.

Necm Sûresi: 45-46

19.02.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Evlilikleri hakkında kadınların fikrini alınız. Dul, kendi arzusunu açıkça ifade eder. Bâkirenin izni ise susmasıdır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 13

19.02.2007


Yağmursuzluğun mânevî sebepleri

(Bana hizmet eden küçücük bir Risâle-i Nur talebesinin çoklar namına sorduğu suâline cevaptır.)

Suâl: Üstadım, yağmur duâsı ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?

Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit duâ ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duâsının vaktidir. İbadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhidir, faydası uhrevidir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.

Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duâsında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.

Birinci nokta: Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celb ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.

İkinci nokta: Hadiste var ki: “Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır” derler. (Et-Terğib ve’t-Terhib, 1:28; Hayatü l-Hayavânü’l-Kübra, 1.381) Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, masum hayvanlar da azap çekerler.

Emirdağ Lâhikası, s. 31, Y.A.N.

—Devam edecek—

19.02.2007


ESMA-İ HÜSNA

Melik

Allah (c.c.), Mâlik’tir, Melik’tir, Melîk’tir. Yani Allah Teâlâ kâinat mülkünün tek sahibidir, tek padişahıdır, tek hükümdârıdır, tek sultanıdır; tek söz, tek güç, tek kudret, tek mülk, tek hüküm, tek emir ve tek kanun sahibidir. Hüküm ve emir Onun elindedir. Her şey Onun irâdesine ve emrine isyansız boyun eğmiştir. Sultan-ı Ezelî olan Cenâb-ı Hak emir verme, hayat verme, öldürme, yok etme, azap verme, mükâfâtlandırma gibi her çeşit fiillerde dilediği gibi tasarruf yapar. Mülkün dış yüzü ve iç yüzü Onundur.

Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâl, kâinat üzerinde gerçek tasarruf sahibidir. İnsanlara emir ve nehiy gönderen Odur. Emri her şeye geçer. Her şeyin sahibi ve Rabbi, her şeyi “Ol!” emriyle olduran, kâinatın hükümranlığı sadece Kendisine ait olan, dünyada insanlara mülk emânet eden, âhirette ise tek hüküm ve emir sahibi olan Cenâb-ı Haktır.

Mülk ve emir sahibi mânâsında olan Mâlik ile, bu ismin mübalâğa şekli olan Melîk ve Melik isimleri Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirildiği gibi, Kur’ân tarafından da zikredilmiştir.

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Mülk ve hükümdarlık elinde bulunan Allah yücedir. O her şeye kadirdir.” (Mülk Sûresi: 1) “O Allah ki, Ondan başka İlâh yoktur. Melik’tir, Kuddûs’tür...” (Haşr Sûresi: 22) “De ki, ‘İnsanların Rabbine ve insanların Melik’ine sığınırım.’” (Nâs Sûresi: 1-2)

İçinde sere serpe yaşadığımız mülkün Melik’e âit bulunduğunu, Melik’in ise bâkî olduğunu beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, Melik’in emirlerine boyun eğdiğimiz müddetçe mülkün fâni oluşundan ve elden gidişinden teessüf etmememiz gerektiğini, çünkü gidenin yerine yeni mülklerin yaratıldığını, öyle ise mülkün geliş-gidişinin tâzelenmekten ibâret olduğunu kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, “hâkimiyet” kâinatta esaslı bir hakîkattir. Nitekim, bu kâinata geniş bir dikkat nazarıyla bakan herkes, kâinatı gayet haşmetli ve gayet görkemli bir memleket ve gayet faaliyetli bir şehir hükmünde görecektir. “Yerin ve göğün orduları Allah’ındır” âyeti bitkilerden hayvanlara, zerrelerden yıldızlara bütün varlıkları birer Rabbânî ordu olarak vasıflandırır. Bu sayısız ordular içinden, hem küçücük memurlarda, hem de pek büyük askerlerde hâkim olan tekvînî emirlerin, âmirâne hükümlerin ve şâhâne kanunların cereyânları hiç şüphesiz, bir mutlak hâkimiyetin ve her şeye hüküm geçiren bir geniş âmiriyetin vücudunu göstermektedir.

Allah’ın her hükmüne ve emrine bütün varlıkların kayıtsız-şartsız boyun eğmiş olduklarını beyan eden Bedîüzzaman, kâinatta şerîke ve ortağa hiçbir mahal, hiçbir makam ve hiçbir imkân olmadığını, şirki destekleyen delîl de bulunmadığını, esasen şirk meselesinin delilden kaynaklanan bir ihtimal ve emâre de olmadığını; binâenaleyh hangi şeye bakılırsa Allah’ın birlik mührü göründüğünü, her şey üzerinde hakîkî tesir ve tasarruf sahibinin ancak ve ancak Cenâb-ı Allah olduğunu kaydeder.

Yerden göğe, zerrelerden yıldızlara, ezelden ebede kadar her ne varsa, göklerin, yerlerin, dünyanın, âhiretin ve her şeyin Allah’ın mülkü olduğunu kaydeden Bedîüzzaman, pek büyük zerreler âleminden tâ bir sineğin vücuduna kadar bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insanı o büyük mülke nâzır, müfettiş, çiftçi, tüccâr, dellâl, kul ve mülk emanetçisi yapan ve insanı Kendine muhterem bir misâfir ve sevgili bir muhatap kabul eden Cenâb-ı Hakkın bütün varlıklar üzerinde eksiksiz ve eşsiz bir biçimde tasarruf ve hüküm sahibi olduğunu beyan eder.

Bedîüzzaman’a göre, fânî dünyanın insanı üzmesinin sebebi, insanın, mülkün sahibinden ve Mâlikinden gaflet etmesidir. Mülk, Kadîr olan, Rahîm olan, Mâlik olan, Melîk olan Allah’ındır. Mâlik-i Hakîkîden gaflet edilmemelidir. İnsan Allah’ın hem mülküdür, hem de mülkü üzerinde Allah’ın emriyle tasarruf eden memlûküdür. İnsan kendini kendine mâlik saymamalıdır. Çünkü insan, kendini idâre etmekten âcizdir. O yük ağırdır. Mülkü sahibine teslim edip Allah’ın kudretine dayanan ve rahmeti ittiham etmeyen insan keder çekmez, sıkıntı çekmez, keyfine bakar, zahmeti atar, hoşnutluğu bulur. Çünkü, yerden göğe, serâdan Süreyyâ’ya, zerrelerden yıldızlara, ezelden ebede kadar her bir mevcut, semâvât ve arz, dünya ve âhiret, her şey Allah’ın mülküdür. Hakiki mâlikiyet mertebesi sadece ve sadece Allah’ındır.

O halde hiç şüphesiz Mâlikimiz Allah’tır, der Bedîüzzaman. Çünkü biz memlûküz. Bizim üzerimizde tasarruf eden bizden başkasıdır, Yaratıcımızdır. Cenab-ı Hak, Mâlik ünvanıyla bütün kâinatın ve bizim Rabbimizdir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

19.02.2007


Nurdan Dualar

Allah’ım! Senin vücûb-u vücuduna ve Vahdâniyetine delâlet, Senin Celâline, Cemâline ve Kemâline şehâdet eden; gördüğünü önce kendisi tasdik eden şâhid-i sâdık ve tahkik edici bürhan-ı nâtık, Peygamber ve resûllerin efendisi ve onların icmâ ve tasdik ve mucizelerinin sırrını taşıyan, evliyâ ve sıddîkların önderi ve onların da ittifak ve tahkik ve kerâmetlerinin sırrını kendinde bulunduran, apaçık mu’cizelerin, zâhir hârikaların, muhakkak, kesin ve kendisini doğrulayan delillerin sahibi; zâtında kıymetli hasletlerin, vazifesinde yüce huyların, şeriatında yüksek seciyelerin mâliki—ki, bütün bunlar, mükemmel ve kendisini hilâf-ı hakikat konuşmaktan tenzih ederler—Kur’ân’ı indiren Allah’ın, indirilen Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân inen Zâtın icmâıyla, Rabbânî vahyin iniş yeri, âlem-i gayb ve melekûtu gezip dolaşan, ruhları müşâhede edip meleklerle arkadaşlık eden, şahıs, nev ve cinsiyle kâinattaki kemâlâtın fihristesi, yaratılış ağacının en nurlu meyvesi, hakkın kandili, hakikatin bürhanı, rahmetin timsâli, muhabbetin misâli, kâinat tılsımının keşşâfı, Rubûbiyet saltanatının dellâlı, şahsiyet-i mâneviyesinin ulviyetiyle kâinatın yaratılışından âlemin Yaratıcısının maksadı olduğunu gösteren, kanunlarının genişliği ve kuvvetiyle kâinatı düzene koyan Zâtın nizâmı ve kâinatın Yaratıcısının kanunu olduğunu gösteren Şeriatın sahibi, (Evet, kâinatı bu eksiksiz nizam ile tanzim eden Zâttır ki, bu Dini, bu en güzel ve mükemmel nizâmıyla ortaya koymuştur) biz insanların efendisi ve biz mü’minlere imân yolunu gösteren, Abdullah bin Abdulmuttalib’in oğlu Muhammed’e salât eyle. Ona yer ve gökler durdukça en üstün salâvâtlar ve en mükemmel selâmlar olsun. İşte, bu gördüğünü önce kendisi tasdik eden şâhid-i sâdık şahitlerin huzurunda, asırların ve ülkelerin arkasından, bütün kuvvetiyle gayet ciddiyetle, nihayetsiz güveni kuvvet-i itminânıyla ve kemâl-i imânıyla, yüksek bir ses ile şöyle nidâ edip bildiriyor: “Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehâdet ederim. O tektir; hiçbir ortağı yoktur.”

Sözler, 22. Söz, 2. Makamın

11. Lem’ası, s. 276

19.02.2007


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

Haber verdiği gibi çıkmış!

Hem ferman etmiş ki: “Şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet o kadar mülk zaptetmemiş.” Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, gazâ-i Bedir’den evvel ferman etmiş: “Burası Ebû Cehil’in katledileceği yer, burası Utbe’nin katledileceği yer, burası Ümeyye’nin katledileceği yer ve burası da falan ve falanın katledileceği yerlerdir” deyip, müşrik-i Kureyş’in reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: “Ben kendi elimle Übeyy ibni Halef’i öldüreceğim.” Haber verdiği gibi çıkmış.

Mektubat, s. 102

19.02.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hacı Abdullah Efendi 1800’lü yılların Seydişehir velilerindendir. Bozkır’ın Karacahisar köyünde doğdu. Nakşî evliyasından Mehmet Kudsi efendiden ders aldı. Mehmet Kudsi Efendi’nin vefatı üzerine de onun yerine geçti.

Zamanın Konya Valisi Ferit Paşa, Abdullah Efendi’yi ziyaret etmek maksadıyla Seydişehir’e gelmişti. Birkaç gün Seydişehir’de kalan Paşa, nihayet Abdullah Efendi’nin sohbetine katıldı.

Sohbetten sonra Paşa ayrılmak üzere izin isteyince, Abdullah Efendi ona duâ etti.

Paşa da:

“Duânızı kesmeyin efendim. İlk fırsatta tekrar ziyaretinize geleceğim.” dedi.

Bu defa Abdullah Efendi:

“Bu Seydişehir’e son gelişiniz Paşa. Bir daha görüşemeyeceğiz.” dedi.

Bu söz karşısında Paşa birden bire beyninden vurulmuşa dönünce, Abdullah Efendi:

“Merak etmeyin Paşa. Allah’ın izniyle netice hayırlıdır.” dedi.

Seydişehir’den ayrılan Ferit Paşa teftiş için Antalya Sancağına gitti. Burada telgrafla sadrazam olduğunu öğrenen Paşa, buradan İstanbul’a gitti.

Paşa’ya bir daha Seydişehir’e gelmek nasip olmadı.

(Evliyalar Ansiklopedisi, 6/317)

Süleyman KÖSMENE

19.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004