Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hasan Hüseyin KEMAL

Hiçbir darbe başarılı olamadı

Akademisyen sosyolog Ferhat Kentel, bugüne kadar ülkemizde yapılan askerî darbelerin hiçbirinin başarılı olamadığını belirterek, “Eğer başarılı olsa, bir dahakine ihtiyaç duymazsınız. Ha bire ihtiyaç duyuyorsanız, yaptığınız darbe bir işe yaramıyor demektir. Yaptığınız şey beklenmeyen sonuçlar doğuruyor” dedi.

*Darbeler konusunda askerler suçlanırken bir taraftan da halkın sorumsuzluğu tartışılıyor. Bir sosyolog olarak halkın tepkisinin yetersizliğini nasıl yorumluyorsunuz?

Bu toplum, aslında acınacak bir durumda. Toplumsal ilişkiler sonunda oluşmuş olan bir güç dengesi var. Bu, toplumu sürekli olarak iğdiş ediyor, yıpratıyor, konuşmasına izin vermiyor, sakat ediyor. Toplum böyle bir yapı içersinde konuşmayı beceremiyor.

*Devlet toplumu konuşmak için rahat bırakmıyor demek mi istiyorsunuz?

Osmanlıdaki Devlet-i Âli geleneği, modern Türkiye’yi kurma iddiasında olanlar tarafından aynen devam ettirildi. Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasıyla beraber, devleti yönetenlerin kafasında bölünme korkusu yer etti. Bir taraftan Ermeniler yok edilmeye çalışılmış, bir taraftan da Müslümanlar aynı şekilde darbe yemiş. Bu topraklar travma üzerine oturmuş, ancak bu travmayı iyileştirecek bir yapı meydana getirilmemiş.

*Yani TC’nin devlet anlayışındaki olumsuzluklar Osmanlıdan mı kaynaklanıyor?

Tam olarak böyle söylenemez. Ben devlet birey ilişkisinden bahsediyorum. Osmanlı için bireyin önemi yok ki. Vergisini aldığı cemaatler var. Bu cemaatler arasında da bir denge var. Bitkisinden hayvanına Ermeni’sinden Rum’una, Müslümanından Yahudisine farklılıkların bir arada yaşadığı bir devlet Osmanlı. Yani nizam-ı âlem... Her şey süt liman olmasa da, devlet o denge içinde yaşıyor hakikaten. 1900’lere kadar Ermeniler kiliseleriyle, okullarıyla iş yerleriyle var olmuşsa, Osmanlı bir şeyleri yaşatmış demek ki…

*Ama TC kurulurken Batıyı model almış bir yapı değil mi?

O dönemde, Batıda eskiyi ve dini aşmaya çalışan, yeni bir din kurmak isteyen yeni bir cemaat hayâl eden bir ulus devlet milliyetçiliği var. Yükselen modernizm, heves uyandıran ilerleme, güçlü ordular, fabrikalar, çıplak güç üzerine bina edilen bir dünya doğuyor. Osmanlı bu güç karşısında etkisiz kalamıyor. O gücün yanındaki Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan milliyetçilikten etkilenip kopuyorlar. Ermeniler de kopmak istiyorlar. Türklerde de bu etkiyi yapıyor. İttihat Terakkiciler Osmanlıyı bir şekilde aşmaya çalışan insanlar, Türk kelimesini kullanmaya çalışan insanlar. Bu anlamda Ermenilerden farkları yok...

*Kurulan TC’de, milliyetçilik, modernlik ve çıplak güç ön plana çıkarılıp dinî faktörler reddedildiği için sistem tıkandı diyebilir miyiz?

Modernlik, ‘din artık aşılacak’ diyor. ‘Artık ırkınıza güveneceksiniz’ diyor. Kurulurken toplumda güçlü olan unsurlar kimlerse, onlar da toplumları kendi zihnindeki gibi hayâl etmeye çalışıyor. Süreyya Aydemir’in anlattığı gibi, inanılmaz çökmüş Anadolu, üzerine uymasa da şapka oturtulmaya çalışılıyor. Uygulamış olunan politikalar darbe niteliğinde aslında. Bu travmalar burada başlıyor. Şapka takmayan adamı götürüp İstiklâl Mahkemelerinde asıyorlar. İdam edilen insanların çocukları “Benim dedem vatan haini olduğu için asıldı” mı diyecek? Bu olaylar insanların içinde bir yara olarak duruyor.

* İstiklâl Mahkemeleri kurulmadı, Meclis kapatılmadı… Bunları gözönüne aldığınızda 28 Şubat sizce darbe midir?

Açıkça bir muhtıra vermedi, ama ordu verdiği brifinglerle gücünü ortaya koydu ve “dikkat et” dedi. Sonuç olarak darbe özelliği taşıyor. Darbeler toplumun gitmekte, akmakta olduğu dere yatağında görülen anormallikler sonrası yapılır. Demokrat Parti’yle yukarıdan yönetilmeye çalışılan toplum, aşağıdan konuşmaya başladı. Belki Menderes’in hataları vardı, ancak bu sivil toplumun kendi iradesiyle yürüme isteğiydi. Devlet kontrolü kaybedeceğini düşünerek müdahalede bulundu.

* Yani darbeler toplumun anormal hareketleri neticesinde mi yapılıyor?

Yönetenler için anormal olan, iktidarlarının sarsılmasıdır. Cahil, Müslüman, Ortaçağ’ın zihniyetini taşıyan bir toplum olarak görülen halk; eşitlik, özgürlük, birey olma, yani özne olmak istediğinde tepedekilerin özne olma özelliği sarsılıyor. O yüzden de tekrar biat ettirmek için topluma çeki düzen veriliyor. DP’nin izlerini silebilecek köylülükle, Müslümanlıkla özdeşleşebilecek akımın önünü keserek, öyle bir anayasa yapıyorsunuz ki, toplum o zaman başka bir şey yapmaya başlıyor. ‘Tamam o zaman, ben de bana verdiğin dille konuşurum’ diyor.

*Bu dil nasıl bir dil?

27 Mayıs sonrası anayasanın kurmuş olduğu özgürlükçü bir dille konuşmaya başlandı. Bunun üzerine sol hareket çıktı. Bu aslında insanların akmakta olduğu dere yatağının önüne koyulan engeller sonrası, yeni bir yataktır. Gittikleri yol sol oldu. Bu sefer de solun dili otoriteyi sarsmaya başladı. 1980 darbesinin mimarı Evren, Kur’ân’dan âyetlerle konuşmaya başlayan bir adam oldu. Müslümanlığı popülistçe kullandı. O zaman sol alabildiğine ezildi ve konuşmaz bir toplum haline geldi.

*O zaman konuşma sırası sağa mı geçti?

O zaman İslâmcılık konuşmaya başladı. Bu darbelerle engellenmeye çalışılan şey, toplumun yürüyüşüdür. Toplum konuşabildiği kadar konuşuyor. Önce bu dil, önüne engel çıkarılırsa başka bir dil... O zaman şeffaf olmayan bir dil kullanıyoruz. Kelimelerle başka şeyler anlatmaya çalışıyoruz aslında.

*Galiba ortak dil bulmakta zorlanıyoruz?

Toplum hareketlerinin en büyük problemi, konuşurken devletin dilini yeniden üretmesi. O da ulus devletin düşmanlara ihtiyacı olan kutuplara bölen dili. Sağcılık, solculuk, İslâmcılık, hepsi bunları yaptı. Aslında kullanılan dil, zavallı insanlık halinin kendisini zavallılaştırdığı bir dil. Belki de burada bir eksiklik aranabilir.

*Siz dil dediniz de, 28 Şubat’ta askerler tarafından medyaya, üniversiteye, iş dünyasına ayrıştırıcı bir dil mi öğretildi?

28 Şubat’ta otoriter bilgi aracılığıyla açılmış bir savaş var. Asker; yargıya, akademiye, medyaya, meslek odalarına brifingler verdi, onlara doğru öğretildi. Bilim özerkliğinden bahseden bilim adamları, burada el pençe divan durdular. “Tabiî paşam” dediler. Bağımsız dediğimiz yargı mensupları da el pençe divan durdular. Her defasında ‘gene bir şey yapamadım, gene bana izin verilmedi, gene konuşamadım’ dedirten bir duygu aslında. Sizi temsil ettiğini düşündüğünüz kelli felli adamlar böyle yaparsa, halk ne yapsın?

*28 Şubat’ta iktidarda olan RP’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Merkeziyetçi, otoriter devlet anlayışı dışında başka bir şeyler konuşmaya çalışan, yeni bir ses üretmeye çalışan, düşünmesi dumura uğramış bir toplum için alternatif bir referans özelliği taşıyan bir hareket olarak düşündüm. Böyle bir hareket toplumu zenginleştirir.

Sadece Refah Partisi değil, onun ötesinde İslâmî hareket demokrasinin, çoğulculuğun olabilmesi potansiyeline işaret ediyor. Adamın biri çıkıp, ‘Aklımla, kalbim birlikte hareket etmeli, İslâm Ortak Pazarı, faizsiz kazanç’ diyor ve beni düşünmeye itiyor.

*Refah Partisi’yle ona oy veren halk kitlelerinin farklı bir arayış içinde olduğunu mu söylüyorsunuz?

Erbakan’ın Susurluk olayında yapılan eylemlere ‘gulu gulu dansı yapıyorlar, bunlar faso fiso’ demesi arkasındaki sivil, toplumsal hareketi silmez. Erbakan ve Çiller devletin içine girmekle devletleştiler aslında. Bu toplumsal hareket hâlâ demokratikleştirici bir rol oynuyor. 28 Şubat döneminde solcuların sesi gibi sivil bir ses susturuldu.

* 28 Şubat başarılı oldu mu?

Hiçbir darbe başarılı olamıyor ki, eğer başarılı olsa, bir dahakine ihtiyaç duymazsınız. Ha bire ihtiyaç duyuyorsanız yaptığınız darbe bir işe yaramıyor demektir. Yaptığınız şey beklenmeyen sonuçlar doğuruyor. İslâmcı hareket üzerinde darbenin başarısını düşündüğünüzde, blok olarak, akım olarak yürüyen toplumsal hareketin önü kesildi. Muhtemelen hareketin içindeki adamlar ders çıkardılar, belki de AKP bunun ürünü. Onlar da başka bir dil konuşmaya başladılar.

*Yani takiye mi yapıyorlar?

Hayır takiye falan yapmıyorlar. Takiye yapılıyorsa, herkes takiye yapıyor zaten. Bugün herkes Türkiye’de takiye yapıyor bilerek ya da bilmeyerek. Konuşmanın koşulları mutlak şekilde demokratik değil. İstemediğiniz halde, sizin kelimeniz olmadığı halde toplumla bağınızı koparmamak için, dışlanmamak için konuşurken kullandığınız kelimeleri içselleştiriyorsunuz, AB de, insan hakları da içselleştiriliyor...

*Darbelere dönecek olursak, “darbeciler hiçbir şey olmamış gibi içimizde dolaşıyor” diye bir eleştiriniz var. Toplum bunu nasıl sindiriyor?

Stockholm sendromu diye bir şey vardır. Cellâdına aşık olmak gibi bir şey.

*Nazi subayına aşık olan bir esir gibi?

Stockholm’de birileri banka soyuyor ve oradakileri esir alıyor. Eylem sona erdiğinde, rehin alınan kişiler kendilerini rehin alanı hayranlıkla anlatıyorlar. Çünkü adamın uğruna savaştığı dâvâsı varmış falan…

*Bunun nedeni nedir?

O kadar çaresizsiniz ki, içerde bütün savunma mekanizmalarınız, kimliğinizi oluşturan unsurlar, hepsi teker teker düşüyor. Siz o andan itibaren o güce tapmaya başlıyorsunuz. O güç sizin her şeyiniz oluyor. Sizin hayatınızı almak, ya da almamak gibi bir karara sahip kişi haline geliyor. Küçük bir tanrınız oluyor. Diktatörlere veya darbecilere saygı gösteren insanlarda silâhlarının gücüyle böyle bir durum yaşanıyor galiba. Silâhların gölgesi kalksa bile o bağlılık biat alınmış oluyor.

*Biat edilen kişiler 28 Şubat’ta çağdaşlığın tanımını yaptırdılar topluma. Sizce çağdaşlık ne demek?

Çağdaşlık tamamen ideolojik bir laftır. Bir iktidar ideolojisidir. Esas olarak çıkarlar üzerine kurulu, insan kalbini ve duygusunu reddedip, dünyada varolmak için çatışmacı mücadeleye dayanan bir ideolojinin tezahürüdür.

İktidarda olanlar, “Benim değerlerimi benimse, köylü kalırsan utanırsın” diyor. Hakikaten utanmaya başlıyorsun. Annemin başörtüsü, benim muhteşem utanç hikâyemdir. Galatasaray Lisesi’ndeki diploma törenime başörtülü annemi davet etmemiştim, çünkü gelirse utanacaktım. Esas ben annemi davet etmediğim için şu anda utanıyorum. Utanmayı aşmak demek, “Ben bu halimle varım, beni bu halimle kabul et. Benim olduğum hal utanç verilecek bir hal değildir” demektir. Ama bütün darbeler modernlik çağdaşlıkla utandırmaya çalışan, utandırıp kendi ideolojisini, söylemini benim de dilim yapmayı hedefleyen bir ideolojidir.

‘Din her şeyin üstünde yer alır’

*“Din, demokrasiyi aşan bir kavram” demişsiniz, biraz açar mısınız?

Demokrasi bir tür pratiklere tekabül eden bir şey. İnsan hayatlarını, asgari düzeyde uyumlu hale getiren sistem. İnsanın dünya ile, evrenle, kozmolojiyle, mikro kozmik dünyayla ilişkisini düzenleyebilecek bir güce sahip değil. Demokrasiyi kutsallaştırırsınız, oradan din gibi bir şey üretirsiniz, o zaman gene çuvallarız.

*Peki din?

Ama din, tüm zamanları kapsayan, insanlığın doğuşundan bu yana iyiliği ve kötülüğü tarif eden bir değer. Karşımızda Hıristiyanlık, Musevilik ve İslâmiyet’ten oluşan, diyaloglar halinde bir dünya var. “Hz. İsa, bizim de peygamberimizdir” diyen bir İslâm olgusu var.

Din, hem tarihsel, hem coğrafî olarak insanlara aynı anda düşünme imkânı veren, bu yönde düşüncemize kapılar açan bir yapı.

Din, bize hayata daha anlamlı bakmamızı sağlayan bir alan ve demokrasiyi, moderniteyi aşıyor. Modern devlet, ulus devlet dediğiniz kavramlar topu topu üç yüz yıldır kullanıla gelmiş kurgulardan ibaret.

*“Pozitivizmden etkilenen ulus devlet yapısında milliyetçilik, dinle mücadele ediyor” demişsiniz?

Çünkü milliyetçilik, modern bir şey. Fransız ithali üzerine Alman sosu bulaştırılmış olan Türk milliyetçiliğinin en büyük rakibi dindir. Milliyetçilik, kendinden daha zengin ve ulvî bir dünya karşısında her zaman yenilmeye mahkûm aslında. O yüzden, dine karşı inanılmaz savaş veriyor. O yüzden, kendini din gibi sunuyor. Din karşısında, ancak onun alternatifi olarak sunabilirse, kendini din gibi yapabilirse, tapınaklarını, sembollerini ikonalarını kurabilirse, törenleri, duâları, marşlarıyla dinle mücadele edebileceğini zannediyor. Böyle bir şey pek mümkün değil.

*“Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” demek gibi bir şey mi bu?

Bunu söylerken, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu reddediyorlar aslında. Atatürk, “Ne mutlu Türküm diyene” derken, tarih öncesine gönderme yapmıyordu. Bu topraklarda yaşayan bütün etnik ve dinî kimlikleri, Fransız usûlü bir milliyetçiliği kastediyordu. Biz kaynaşacaktık, o yüzden Osmanlıyı unutacaktık.

Hasan Hüseyin KEMAL

01.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (28.02.2007) - Mehmet Altan: Darbecileri hayat ayıkladı

  (25.02.2007) - İçeceğimiz suyla araba yıkıyoruz

  (24.02.2007) - İklim değişiklikleri ile birçok medeniyet tarihe karıştı

  (20.02.2007) - Düşünce suç haline getiriliyor

  (19.02.2007) - "Devlet vatandaşından korkuyor"

  (18.02.2007) - Şifalı bitkiler kitabından Bioder markasına

  (16.02.2007) - Meslekî eğitimde büyük bir dram yaşanıyor

  (15.02.2007) - "Her bir mesleğin piri bir peygamber"

  (12.02.2007) - Devlet, “benim psikopatım iyidir” dedi

  (08.02.2007) - Anne sütü ile ilgili çalışma uluslar arası ödül aldı

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004