Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Müslümanların tarihte kurduğu devletler ve medeniyete katkıları (3)

Osmanlı mimarisi, Mimar Sinan’la en zirve noktaya ulaşmıştır. Mimar Sinan sadece Osmanlı ve İslâm dünyasının değil, bütün dünyanın tanıdığı en büyük mimarlardandır. Bunun yanında daha birçok mimar; eşsiz san’at eserlerinin ortaya çıkmasını sağlamış ve İslâm mimarisine şahsiyet kazandırmışlardır.

5. EYYUBİLER (M: 1175 -1252)

Kuruluşu: Ünlü kumandan ve siyaset adamı Selâhaddin Eyyûbî 1175 yılında İsmâil Zengî ile Böri Gâzi’nin kumanda ettiği orduyu bozguna uğrattı ve Eyyûbî Devletinin temellerini attı. 1176 Selâhaddin Eyyûbî, Abbasî halifesi tarafından Suriye, Yemen, Filistin ve Kuzey Afrika’nın sultanı ilân edildi. Bu durum, aynı zamanda, halife tarafından, devletinin kabul edilmesi demekti.

Coğrafyası: Suriye, Filistin, Mısır ve Yemen’de kuruldu. Başşehri Şam’dır. 1205 senesinde Melik el-Efdal Samsat, Serve ve Re’su’l-ayn’ın şehirlerini Eyyûbî hakimiyeti altına aldı. El-Âdil döneminde Eyyûbîler, Ahlat’ı ve Yemen’i hakimiyetleri altına aldılar.

Yıkılışı: İslâm’ın özünden uzaklaşan ve ihtilafa düşen Eyyûbî Devleti iç mücadelelere sahne oldu ve 1252 yılında Memlûklülerin eline geçti.

Eyyûbîler hakimiyetlerini kurmasıyla birlikte ehl-i sünnet itikadının en önemli savunucusu oldu. Eyyûbî Hânedânının gerçek kurucusu olarak ortaya çıkan Selâhaddin Eyyûbî, ilk iş olarak Mısır’daki Fâtımî idaresinin son izlerini de ortadan kaldırdı. Onların eski toprakları üzerinde, din ve eğitimde kuvvetli bir siyasetin teşvik ve uygulayıcısı oldu.

Haçlı Seferleri: Selâhaddin Eyyûbî’nin takip ettiği siyasetin diğer bir yönü de, Haçlılara karşı başlatılan mücadeledir. Kürt, Türk ve Arapların aynı gaye etrafında toplanmasını sağlayan Selâhaddin Eyyûbî, 1187 yılında Haçlılara karşı, Hattin’de parlak bir zafer kazandı. Perişan bir vaziyete düşen Haçlıların elindeki bütün kaleler, Kudüs dahil Eyyûbîlerin eline geçti. Bu zaferle, bütün Müslümanların gönüllerini kazanan dâhi kahraman Selâhaddin Eyyûbî [10], büyük bir üne kavuştu. Avrupa, bu hezimet karşısında birbirine girdi ve üçüncü Haçlı seferi için çalışmalara başladılar. Ancak, bu yeni Haçlı ordusu, daha Akka’da iken hezimete uğratıldı ve yine onların aleyhine olarak bir antlaşma imzalandı.

5.1. Medeniyete katkıları

Selahaddin Eyyûbî İslâmiyet’in gerçek manada eşitliği, adaleti ve hakikî hürriyeti sağladığını, icraatlarıyla ve kurduğu adil mahkemelerle bütün dosta düşmana gösterdi [10]. İftihar kaynağımız olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile birlikte hâkim karşısına çıkması buna en güzel örnektir [11].

Fatımîlerin yaydığı yanlış itikadın önüne geçerek, Ehl-i Sünnet itikadının yayılmasına öncülük ettiler.

Eyyûbîler Haçlılara karşı ilk ciddî mücadeleyi başlattı. Ortadoğu’daki Haçlı varlığının belini kırarak asla eski gücüne kavuşamayacağı bir hale getirdi. Böylece Ortadoğu-İslâm dünyasının kudretini, bütün Avrupa’ya gösterdi.

Tarihte sinir ve ruh hastalıkları için ilk ilâçlar, Şam ve Kahire’deki hastanelerde hazırlanmıştır. Hastahanelerin yanında, kimsesiz, bakıma muhtaç çocukların ve fakirlerin korunması için birçok bakım evleri ve misafirhaneler açılmıştır.

İlmî hayat bakımından İslâm tarihinin en canlı ve hareketli dönemlerinden biriydi. Kahire ve Şam’da birçok medreseler açıldı. Burada tefsir, hadis, fıkıh ilimleri yanında, fen ilimleri de öğretiliyordu. Ayrıca Kur’ân ilimlerini öğretmek için Dâru’l-Kurrâlar, hadîs ilimlerini öğretmek için Dâru’l-Hadîsler ve fen ilimlerini öğretmek için Dâru’l-Hendeseler açıldı [20].

5.2. Maddî ve mânevi dinamikleri

Eyyûbîler Devletinin en önemli hedefi, Ortadoğu’da Haçlılar tarafından işgal edilen İslâm topraklarını kurtarmaktı. Bu sebepten sultan, her zaman, savaşa hazır güçlü bir orduyu beslemek zorundaydı.

Selâhaddin’in Haçlılara karşı tesirli bir şekilde başlattığı cihad siyaseti, bütün İslâmî gayret ve heyecanı onun etrafında birleştirdi. Türk ve Arap ordularının aynı gaye etrafında toplanmasını sağladı.

6. SELÇUKLU DEVLETİ

(M: 1038 - 1308)

Kuruluşu: Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrahim Yınal, 1038’de Nişabur’u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okutarak Büyük Selçuklu Devleti’nin bağımsızlığını ilân etti. Anadolu Selçuklu Devleti ise 1075’te Süleyman Şah’ın İznik’i fethetmesiyle kuruldu.

Coğrafyası: Büyük Selçuklu Devleti; Çin, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz, Yemen ve Rusya’nın iç kesimlerine kadar yayılan geniş bir coğrafyada kuruldu. Anadolu Selçuklu Devleti ise Anadolu toprakları üzerinde kuruldu, başşehri İznik daha sonra Konya oldu.

Yıkılışı: İslâm’ın ruhundan uzaklaşan Selçuklu kumandanları arasındaki mücadele, Büyük Selçuklu Devleti’nin sonunu getirdi (M: 1157) Anadolu Selçuklu devleti de, İslâm kardeşliği düsturlarına aykırı olarak Moğol istilâsına karşı kalkan görevi gören Harzemşahlarla mücadele etmiştir. Sonunda Moğol istilâsıyla birlikte ikisi de ortadan kalkmıştır (M.1308).

6.1. Medeniyete katkıları

Adliye; şer’î ve örfî kazâ olmak üzere ikiye ayrıldı. Şer’î dâvâlara kadılar bakardı. Örfî mahkemelerin başında adalet emîri bulunurdu. Siyasî suçlara bakardı.

Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayatı vardı. Avrupa ve Hindistan’daki gibi sınıf ve kast sistemi mevcut değildi. İslâmî hükümler karşısında herkes eşitti.

Selçuklu medreselerinde dinî ve fennî bütün ilimler, konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Anadolu Selçuklu Devleti’de medreselerde eğitim ve öğretim ücretsizdi. Selçuklular zamanında İmam-ı Gazali ve Abdülkadir-i Geylânî gibi değerli âlimler yetişti. Hâlâ değerini koruyan orijinal eserler yazıldı. Meşhur Bostan ve Gülistan sahibi Sadi-i Şirâzî gibi kıymetli edebiyatçılar ve Ömer Hayyam gibi meşhur şairler yetişti. Anadolu Selçuklu Devleti’nde de; Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Hacı Bektaş Velî gibi çok değerli âlimler yetişti.

Selçuklular, İslâmî ilimlerin eğitim ve öğretiminin yapıldığı ve zamanın fen bilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, üniversite mahiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat’taki Nizamiye Medresesidir.

Selçuklu mimârî ve san’at eserlerinin çoğu birer şâheserdir.

6.4. Maddî ve mânevî dinamikleri

Selçuklu ülkesinin her türlü zirâî mahsulün yetişmesine müsait iklim, coğrafî ve tabiî zenginliklere sahip olması sayesinde bol mahsul yetişiyordu. Buğday, pirinç ve pamuk tarımı yapılıyordu. Hayvan yetiştirilip diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve dokuma sanayii için şap madeni çıkarılıyordu.

Ülke içinde ve dışında, kıt’alar ve milletlerarası ticareti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar yapılmıştı. Devletin tüccara garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkânın yanında ayrı bir teşvikti.

Anadolu Selçukluları ticârî ilişkileri zorlaştıran engelleri kaldırıp, ülkenin bir çok yerinde kervansaraylar yaptırdılar. Yolcuların, buralarda hayvanları ile birlikte üç gün ücretsiz kalma ve yemek yeme hakları vardı. Buralara gelen Müslüman ve gayrimüslim, zengin-fakir, hür-köle bütün misafirlere aynı yemeğin verilmesi ve eşit muamele yapılması esastı.

7. OSMANLI DEVLETİ (M: 1299 - 1923)

Kuruluşu: Osmanlı Devleti 1299’da Söğüt’te Osman Gazi tarafından kuruldu.

Coğrafyası: Osmanlı Devletinin sınırları Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında en geniş sınırlarına ulaşarak Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya dağılan geniş bir devlet haline gelmiştir.

Yıkılışı: Osmanlı Devletinde 18. yüzyıldan itibaren özden ayrılmaya ve Batı kültürü benimsenmeye başlandı. Hayranlık derecesine ulaşan bu benimseyişte Rönesans ve reformların etkisi büyük olmuştur. Devletleri ayakta tutan değerler zarara uğrayınca yıkılmaları kaçınılmazdır. 1923‘te Osmanlı devleti yıkılarak yerini Türkiye Cumhuriyeti devletine bırakmıştır.

Osman Gazi tarafından kurulan Osmanlı Devleti o çok sağlam temellere oturtulmuştur. Günümüzde Avrupalı bilim adamları tarafından arşivlerimiz dikkatli bir şekilde incelenmektedir. Sebebi ise, Osmanlı Devleti’nin bu kadar uzun süre ayakta durabilme sebeplerini bulmak ve ülkelerine uygulayabilmektir.

Bugün Pakistan’la dostluğumuzun devem etmesi, Japonya’nın bize karşı sempatisi, İstiklal Harbi’nde Rus hâkimiyetindeki Türklerin altın toplayarak destek vermeye çalışması, Hindistan’daki Müslümanların halifeliği kurtarmak için koşarak Çanakkale’ye gelmeleri vs. gibi şeylerin hepsi Osmanlı’nın hoşgörü ve sağlam bir inanç sistemi üzerine kurulmuş olmasına ve gerçek adaletle devleti idare etmeye çalışmasına dayanır. Yapılan fetihlerle bu hoşgörü ve adalet sayesinde pek çok kişi Müslüman olmuş ve dünyanın büyük bir bölümüne hükmedebilmişlerdir.

7.1. Medeniyete katkıları

Osmanlı medeniyeti hem vahyî ilimlerde, hem de tabiî ilimlerde birçok âlim yetiştirdi. Fıkıhta Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, Tasavvufta Hacı Bayram Velî gibi.

Osmanlı mimarisi, Mimar Sinan’la en zirve noktaya ulaşmıştır. Mimar Sinan sadece Osmanlı ve İslâm dünyasının değil, bütün dünyanın tanıdığı en büyük mimarlardandır. Bunun yanında daha birçok mimar; eşsiz san’at eserlerinin ortaya çıkmasını sağlamış ve İslâm mimarisine şahsiyet kazandırmışlardır.

Osmanlı medeniyetinde hat ve tezhib san’atı ile musikinin önemli bir yeri vardır.

Piri Reis, mükemmele yakın haritalarıyla Osmanlı medeniyetinin başka bir yönünü temsil etmiştir. Yine tabiî bilimler alanında da birçok çalışmalar yapılmıştır. Kadızade ile başlayan matematik ve astronomi çalışmaları Ali Kuşçu ile devam etmiştir [19]

İslâm hukukunun ehl-i kitap olarak tanımladığı ve Yahudiler ile Hıristiyanlara sağladığı hak ve özgürlüklerin sınırları genişletilerek Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük gibi İslâm idaresine girmiş bütün dini azınlıkları kapsar hâle getirildi.

Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idaresi altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içinde yaşatıyorlardı. Osmanlılar, milliyetlerini tesis ederken dini hürriyet prensibini temel taşı olmak üzere vaz etmiş ilk millettir [22].

7.2. Maddî ve manevî dinamikleri

Din adamlarından vergi alınmazdı. Kurulan vakıflarda verilen hizmetlerde gayrimüslim-müslim ayırımı yapılmadan hizmet verilirdi.

Osman Gazi ve haleflerinin gerçekleştirdiği fetihler, Anadolu halkı için yeni gaza ve yerleşme sahaları açmakta idi.

Fethedilen bölgelere, Anadolu’dan göçen yörük ve köylü kitleleri, alp-erenler, dervişler, ahîler öncülük etmekteydiler.

Osmanlı fetihleri yalnız kılıçla değil, daha çok uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika neticesinde gerçekleşmekteydi.

Osmanlıların bütün unsurlara adil davranması, dinî ve vicdanî duygularına hürmet göstermesi, Balkan halkının, Osmanlı idaresini Katolik baskısına karşı, bir kurtarıcı olarak karşılamalarını sağladı.

Osmanlı fetihlerinin en bariz vasfı, gelişigüzel, macera ve çapulculuk şeklinde değil, bir program dahilinde, şuurlu bir yerleşme şeklinde olmasıdır.

KAYNAKLAR

[10] NURSî, Bediüzzaman Said, 2000, Divan-ı Harb-i Örfi, s.59, 84, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

[11] NURSî, Bediüzzaman Said, 2000, Tarihçe-i Hayat, s.73, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

[19] BALTACI, Cahid; 2005, İslam Medeniyeti Tarihi, s.51, M.Ü. İlahiyat Fakültesi yayınları, İstanbul.

[20] Akşit, Niyazi; 2004, A’dan Z’ye Kültür ve Tarih Ansiklopedisi, s.248,249, İstanbul.

[22]  GİBBONS, Herbert Adams; 1992, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, s.63, Trc. Rağıb Hulusi, İstanbul.

16.03.2007


 

Varlık algısı ve sağlam kişilik

Sağlam bir psikoloji temelinde sağlam bir varlık olması gereken bir durumdur. Bunun için, varlık ile fert arası irtibat kişiliğin anımlanmasında ve sosyal hayata yansımasında çok önemli olmalıdır. Dolayısıyla, eğitimin, sağlam bir kişiliği oluşturacak doğru bir zemine oturtulması, sosyal düzenin sağlığı açısından şarttır. Bu anlamda, din eğitimi teknik bir bilgi verme şeklinde değil, ferdin âleminde doğru varlık algısı oluşturma şeklinde kabullenilmeli ve uygulanmalıdır.

Günümüz toplumunun en önemli problemlerinden birini, psikiyatri biliminin “anksiyete bozuklukları” şeklinde tanımladığı hastalık grubu oluşturmaktadır. Bu, dinî yaşantıya önem veren ya da İslâm dininin şekillendirdiği bir hayat şeklini tercih eden sosyal kesimde, vesveseler şeklinde gözlenmektedir.

İnsan vücudunun işleyişinde biyolojik ve sosyal faktörlerin etkisiyle psikolojik sonucu doğurduğu kabul edilmektedir. Aslında sosyal faktörlerin içinde ele alınması gereken çok sayıda çevre faktörü de psikoloji üzerinde etki etmektedir. Beslenme, çevreden gelen koku ve ışıklar, karşılaşılan insanların yüz ifadeleri, kulağımıza ulaşan seslerden başlayan ve uzaydan dünyaya ulaşan yıldızların ışıkları ve nötrinolara kadar bir dizi faktör bedenimiz ve psikolojimiz üzerinde etkili olmalıdır. Sonra, görünen âle-min ötesinde görme sınırlarımız ve algılarımızın ötesinde hayâl, misal ve ruhlar âlemi gibi pek çok farklı varlık boyutunun günlük yaşantımız, bedenî fonksiyonlarımız ve psikolojimiz üzerinde şu an bilemediğimiz ve tesbit edemediğimiz etkileri var olmalı. İnsan ve onun psikolojisinin tarifi yapılırken bütün bu faktörler dikkate alınmalı ve problemlere çözüm arayışı içine girilirken kâinat insan bütünlüğü göz ardı edilmemelidir. Bilimsellik ve pozitivizm adına inkâr edilen bazı şeyler, insan ve dolayısı ile hastalıklarının tanımını çok sınırlı bir varlık alanına hapsetmekte sığlaştırmaktadır.

Günlük yaşantıda karşımıza çıkan problemler ve varlığımızın, ruh ve beden olarak başka âlemlerle irtibatını dikkate alan bir yaklaşım örneği, Yirmi Birinci Söz’ün İkinci Makamında ortaya konmuştur. İnsanlık âleminin psikolojik rahatsızlıklarından ve belki de en önemlilerinden olan vesvese ile ilgili bölümün başına “Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ya Rabbi, Sana sığınırım (Mü’minûn Sûresi: 97-98.)” mealindeki âyetlerin konmuş olması bu anlamda üzerinde durulması gereken bir konudur. Kur’ân-ı Azimüşşan maddî âlemde yaşanan bir problemi, şehadet âleminin önümüze koyduğu bir hali farklı bir âlemle irtibatlandırmaktadır. Bu da günlük yaşantımızda, ruh halimizde, psikolojimizde yaşadığımız hallerin madde ve mânâyı birlikte kuşatan bir bakışla algılanmasına ve tarifine örnektir. Bu bakış maddî âlemde meteor düşmesi ya da yıldız kayması olarak gözlenen bir halin şeytanların recmedilmesi şeklinde ortaya konulabilecek derecede genişliğini yansıtmaktadır.

“Psikiyatri biliminin ölçüleri ile ele alındığında otonomik sinir sisteminin hiperaktivitesine bağlı somatik belirtilere eşlik eden, korku hissi ile belirli patolojik bir durumdur. Belirli bir nedene yanıt olan korkudan ayrılır.” Burada ifade edilmek istenen şudur: İnsan bedeninin fonksiyonlarında çok önemli bir rol üstlenen sinir sisteminin iki tür işleyişi vardır. Biri bizim isteklerimizle şekillenir ve istemli adını alır. Meselâ elimizi kaldırmamız, yürümemiz, gözümüzü kapamamız kendi istek ve irademizle olan işleyişlerdir. Bu işleyişlerde sinir sistemi ve isteklerimiz arasında bir irtibat vardır. Sinir sisteminin diğer tür bir işleyişi ise istemsiz hareketler şeklindedir. Kalp atışlarımız, belirli dış uyarılara cevap olarak kan damarlarındaki değişiklikler, utanınca cildimizin kızarması gibi durumlar isteğimizin haricinde cereyan eder. İşte korku anında da kalp atışlarımızın hızlanması, benzimizin atması, nefes alıp verme sıklığının artması ve kalbimizin yerinden çıkacak gibi olması bizim kontrolümüz dışında, istemsiz işleyen sinir sisteminin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkar. Dışarıdan bir uyarı ya da korkutacak bir sebep varken bu gayet fıtrî ve bedenin normal işleyişinden kaynaklanmaktadır. Ancak bazen dışarıdan bu durumu oluşturacak herhangi bir sebep yokken, bu sonuçlar ruh âleminde ve psikolojik boyutta yaşanır. Kişi, karşısında korkunç bir köpek varken hissettiği ve yaşadığı bedenî değişiklikleri, böyle bir uyarıcı sebep yokken yaşar. Şuur planında da bunu izah edecek bir sebep bulamaz. Sanki iç âleminde korku sebebiyle oluşan olaylar zincirini başlatan bir düğme vardır ve zaman zaman bu düğmeye içeriden böyle bir sebep olmaksızın basılmaktadır.

Korkunun çoğunlukla kaynağı güvensizlik ve yalnızlıktır. Fıtratının derinliklerinde acz ve fakr hep var olan insan doğduğu andan itibaren bir himayeye muhtaçtır. Yalnızlığa müsait olmayan fıtratı hep bir sığınak arayışı içindedir. Bu ana rahminden şehirleri dolduran gökdelenler şeklindeki barınaklara kadar uzanan farklı şekillerde tezahür eder. Doğduğunda ağlayan çocuk bir ölçüde ana rahminin güvenli ortamından çıkmanın sıkıntısını dile getirmektedir. Evinden, memleketinden uzaklarda insanın hissettiği tedirginlik ve huzursuzluk aynı refleksin uzantısı olmalıdır.

Aslında her ruh, ruhlar âleminden şehadet âlemine geldiğinden dolayı özünde bu sıkıntıyı, vatanından uzaklık duygusunu barındırmaktadır. Hele dünyada aslî özelliklerini ve gerçek vatanını unutup, orada kulluk sözü verdiği Rabb-ı Kerim’in mutlak şefkatini ve her an yanında olduğunu hissedecek ruh halinden uzaklaşmışsa, ruh boyutundaki tedirginlik daha fazla olacaktır. Elest Meclisinde verilen sözlerin muhakkak ruhumuzun derinlerinde bir yerlerde yansımaları ve izleri olmalıdır. Bu yüzden belki de zaman zaman efendisinden kaçmış köle ruh halini yaşıyoruz. Başıboş algıladığımız varlık âlemi içinde kendimizi güvensiz ve yalnız hissediyoruz. Vehimler üzerine bina edilmiş varlık algısı, bizi akıl almaz ölçüde korkutuyor, ama bu korkularımızdan da kaçış halindeyiz. Bu da bizleri çözümsüzlükler yumağı olan bir kısır döngüye itiyor.

Gece yatağınızdan bir tıkırtıyla uyanıp, pencerede bir gölgenin hareket ettiğini gördüğünüzde yapılacak en doğru şey, bu olayın aslını anlamaya çalışmak olacaktır. Bu gölgenin bir hayalet ya da hırsız olduğu vehmi ile yorgana gömülüp sabahı korku ve kan ter içinde etmek, sabah havanın aydınlanması ile üstteki komşunun balkona astığı çarşaf yüzünden geceyi kendimize büyük bir azaba çevirmemiz sonucunu doğurabilir. Oysa ışığı yakıp da olan biteni anlamaya çalışmak, bütün kâbusun beş dakika sonra rahat yatağında uyku şekline dönüşmesi olabilirdi. Varlık âleminin karanlığı içinde bizleri korkutan çarşaflardan kurtulmanın tek yolu, iman nuru ile eşyanın hakikatini anlamaya çalışmak olmalıdır.

Aslında hep üzerinde durduğumuz ve duracağımız noktaya tekrar geliyoruz. Sağlam bir psikoloji, temelinde sağlam bir varlık olması gereken bir durumdur. Bunun için, varlık ile fert arası irtibat kişiliğin tanımlanmasında ve sosyal hayata yansımasında çok önemli olmalıdır. Dolayısıyla, eğitimin, sağlam bir kişiliği oluşturacak doğru bir zemine oturtulması, sosyal düzenin sağlığı açısından şarttır. Bu anlamda, din eğitimi teknik bir bilgi verme şeklinde değil, ferdin âleminde doğru varlık algısı oluşturma şeklinde kabullenilmeli ve uygulanmalıdır.

16.03.2007


 

Abdullah Yeğin

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra ömrünü iman hizmetinde geçiren simalardan biridir. Dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Henüz orta okul öğrencisi iken Risâle-i Nur’u tanımış ve arkadaşlarıyla birlikte sordukları soru, Risâle-i Nur’un bir konusu olarak kayda geçmiştir. Bediüzzaman tarafından Urfa’da hizmet etmek üzere görevlendirilmiş, bundan sonra askerlik hizmeti hariç buradan hiç ayrılmamıştır. Ancak, Bediüzzaman’ın vefatından sonra Urfa’da kalmasına izin verilmemiştir. 23 Mart 1960 tarihinden sonra ülkemizin değişik beldelerinde iman hizmetini devam ettirmiştir.

Abdullah Yeğin, 1924 yılında Kastamonu’ya bağlı Araç ilçesinin Kıyan köyünde dünyaya geldi. Öğretmen bir babanın oğlu olup Süleyman ve Ayşe çiftinin oğludur. Ailesi asırlar öncesinden Bağdat taraflarından göç edip Kastamonu’ya gelmiş ve Araç ilçesinin Kıyan köyüne yerleşmişlerdir. Dindar biri olan Süleyman öğretmen, oğlunu da dindar bir kişi olarak yetiştirmeye gayret etti.

Abdullah Yeğin, ilkokula 1930 yılında ve babasının öğretmenlik yaptığı komşu Muğamlar köyünde başladı. Babası ile birlikte, uzun bir yolu kat etmekte, yaya olarak okula gitmekteydi. İlk üç yıl burada okuduktan sonra, dördüncü ve beşinci sınıfları Araç ilçesinde devam okudu. Orta okulu ise, Kastamonu’da bitirdi. Henüz ikinci sınıfta iken gördüğü bir rüya ve sınıf arkadaşı Rıfat ile çevresindekilerin sıkça övgüyle yâd ettikleri Bediüzzaman ismi kendisini etkilemeye başladı. Bu arada babasının getirtmiş olduğu dinî kitapları okumakta ve böylece dine meyilli bir insan olarak yetişmekte idi.

Kastamonu’da “hocaefendi, evliyadan bir zât” olarak konuşulan Bediüzzaman Hazretlerini arkadaşı Rıfat ile birlikte ilk defa 1940 yılında ziyaret etti. Akabinde ziyaretlerine devam etti. Bunlardan birinde, Bediüzzaman Hazretleri; “Seni büyük biraderim Molla Abdullah yerine kabul ettim. Sen benim kardaşımsın” diyerek iltifatta bulundu. Bediüzzaman Hazretleri 1936 yılından itibaren Kastamonu’da zorunlu ikamete tabî tutulmuş ve bir polis karakolunun karşısında oturmaktaydı. Onun ziyaretine gitmek için bazı sıkıntı ve takibatları da göze almak gerekmekteydi. Dolayısıyla ziyarete gidenler cesaret sahibi ve dindar kimselerdi.

Abdullah Yeğin ile birlikte Bediüzzaman’ı ziyaret eden gençler, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor. Bize Hâlıkımızı tanıttır” isteği üzerine, kendilerine geniş bir izahat yapıldığı gibi, soruları ve verilen cevap Risâle-i Nur’un da bir konusu olarak kayda geçti. Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret eden Abdullah, önce öğretmeni tarafından azarlandı. Hakkında soruşturma yapıldı ve disiplin kuruluna verildi. Sorguya çekilerek ziyaret sebebi soruldu. O da dinini öğrenmek için gittiğini söyledi. Disiplin kurulu tarafından bir hafta okuldan uzaklaştırma cezası verildi.

Kastamonu’da bulunduğu sürece Bediüzzaman’ı ziyaret eden Abdullah Yeğin yeni yazı ile Risâle-i Nur’u yazan talebelerin ilklerinden oldu. Kendilerine verilen Risâleleri örnek alarak yeni nüshalar yazma işinde kendisi de istihdam edilmiş olmaktaydı. Bediüzzaman 1943 yılında mahkeme için Denizli’ye gittiği gibi, Abdullah Yeğin de lise eğitimini tamamladıktan sonra üniversite eğitimi için Ankara’ya gitti. Burada Hukuk fakültesine kaydını yaptırdı. Denizli Mahkemesinden sonra Bediüzzaman’ın yeni ikamet yeri Emirdağ oldu (1944).

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine başlayan Abdullah Yeğin, umduğunu bulamadı. Özellikle İslâm Hukuku aleyhindeki konuşma ve sözler kendisini rahatsız etti. Bu rahatsızlık sınıfta kalmayla sonuçlandı. Buraya ısınamayınca, ayrılıp Dil Tarih Fakültesine geçiş yaptı. Yeni fakültesinde başta Arapça olmak üzere Farsça, Almanca ve felsefe ağırlıklı alanda eğitimini sürdürdü. Risâle-i Nur’la da alâkası giderek arttı. Memuriyete atılmaktan çok, iman hizmetinde bulunmayı ciddî ciddî düşünmeye başladı.

Bediüzzaman, “Araçlı Abdullah” dediği, talebesine iltifatta bulundu ve yaptığı hizmeti övdü; “Ankara Dar'ül fünûnunda Nura ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mektep gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araçlı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarâne ve müjdekârâne yazması ve orada okuyucuların çok olmasıyla ellerindeki Risâlenin kâfi olmadığına … bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur ettiği gibi, bu bayramda da büyük bir manevî hediye olarak kabul ediyoruz. Cenâb-ı Hak, onların umumundan razı olsun. ...” (Emirdağ Lâhikası, s. 236)

Abdullah Yeğin, fakülte son sınıfta iken yaz tatilinden istifade ederek 1950 yılında Bediüzzaman’ı ziyarete gitti. Ancak bu, bir ziyaretten çok yanında kalma ve okulu bırakma amaçlı idi. Düşüncesini açıklayınca Bediüzzaman Hazretleri; herkesi yanına kabul etmediğini, şartları olduğunu, kendisinden hiçbir şeyin beklenmeyip istenmemesini, sırf Allah rızası için hizmet etme amacını taşımayı; hasta, ihtiyar, kimsesiz, bakıma muhtaç bir kimse olarak görüp bu düşünce ile kendisine hizmet edilmesi gerektiğini belirtti. Yaz boyunca yanında kaldığı Bediüzzaman tarafından hizmet için Urfa’ya gönderildi.

Urfa’da hizmet etmek üzere görevlendirilen Abdullah Yeğin hemen görev yerine hareket etti. Askerlik hizmeti için ayrıldığı süre hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar Urfa’da kalarak hizmette bulundu. Ancak, buradaki hizmet kolay olmadı. Çok sınırlı imkânlar çerçevesinde insanlara iman ve Kur’ân dersleri verirken, diğer taraftan da takibata uğramaktaydı. Sadece dinî hizmet ifa etmesine rağmen on beş defadan fazla mahkemeye verildi. Dört defa hapis cezasına çarptırıldı.

Abdullah Yeğin’in üniversite öğrenciliği sırasında da basında sık sık irtica yaygarası koparılmaktaydı. Bu durumdan rahatsızlık duydukları için elliden fazla arkadaşıyla birlikte Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi ziyarete gittiler ve başbakanla görüşme arzularını dile getirdiler. Bakanın da yardımıyla Başbakan Adnan Menderes tarafından kabul edildiler (1951). Gayet sıcak karşılanan üniversiteli gençler, “Üniversitede irtica olmadığını ilân edeceğiz, gazetelere yazacağız” demeleri üzerine, Başbakan, gazeteye yazmaya gerek olmadığını, üniversitede irticanın olmadığını bildiğini kendilerine söyledi.

Adnan Menderes ile görüşen Abdullah Yeğin ve arkadaşları, zamanın Diyanet İşleri Başkanı olan Ahmet Hamdi Akseki’yi de Keçiören’deki evinde ziyaret ettiler. Sohbet sırasında, Bediüzzaman’ı tanıyıp tanımadığını sordular. Akseki; onu tanıdığını, hakikî bir hoca olduğunu, kendileri gibi olmadığını, Risâle-i Nur’u okumalarını, ancak durumun nezaketinden ötürü dikkatli davranmalarını tembihledi.

Abdullah Yeğin'i Urfa’ya gönderen Bediüzzaman Hazretleri, kendisinin de Urfa’ya geleceğini ifade etmiş ve bir kısım eşyalarını da önceden göndermişti. Ancak, bu gayesini vefatına sadece birkaç gün kala gerçekleştirebildi ve 22 Mart 1960 tarihinde Urfa’ya geldi. Bir gün sonra da burada vefat etti. Vefattan sonra, hiçbir gerekçe ve sebep olmamasına rağmen, Abdullah Yeğin’in Urfa’da kalmasına izin verilmedi. Buradan ayrılıp Kastamonu’ya gitti. Ardından Ankara’ya geçti. Bu sırada Bediüzzaman’ın mezarının açıldığı, naaşının nakledildiği haberini duyunca, hemen, gizlice Urfa’ya gitti. Yirmi gün kadar burada kaldı. Dışarı çıktığı gün, polisler tarafından tutuklanıp Urfa dışına çıkartıldı.

Urfa’da ikametine izin verilmeyen Abdullah Yeğin, en yakın il olan Gaziantep’e yerleşip iman hizmetini burada devam ettirdi. Ancak, burada da sürekli takip edilip kitapları toplatılmakta ve karakollarda gözetim altında tutulmaktaydı. Bir süre sonra Adana’ya gitti ve on sene kadar burada hizmete devam etti.

Risâle-i Nur'dan örnek metinlerle de desteklenen ve büyük emekleri geçtiği lûgat çalışması “Yeni Lûgat” adıyla kendi imzasıyla neşredildi.

16.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004