Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Tâ ki adâletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın.

Rahman Sûresi: 8

11.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Büyük günahlardan sakının ve istikamet üzere olun ki, müjdeye eresiniz.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 105

11.04.2007


Meşrutiyet libası giymiş istibdat

Ey paşalar, zabitler! (...)

Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım. Tâ ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.

Zira, biliyoruz ki, “En büyük hile, hileleri terk etmektir.” Fakat, meşrû, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.

Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez.” En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmek olduğundan, hatâmı itiraf ederim ki, nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmârufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.

Hem de tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun sûretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

Ey ulû’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avâma nasihatımı tesir ettiriyordum; maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifim var; kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Suretâ mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatımdaki tesiri kırdınız.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 39-41

Lügatçe:

zabit: Subay.

ağraz: Garazlar, maksatlar.

sebeb-i tefrika: Ayrılık sebebi.

cemiyat-ı akvamiye: Milletlerin ortak cemiyetleri.

istibdat: Baskı.

şube-i müstebidane: İstibdat şubesi.

sulh-u umumî: Umumi barış.

aff-ı umumî: Umumi af.

ref-i imtiyaz: Ayrıcalığı kaldırmak.

nifak: İkiyüzlülük, münafıklık.

müsemmâ: İsimlendirilen, isim sahibi.

ahd ü peyman: Söz ve yemin.

libas: Elbise.

hilâf-ı şeriat: Şeriata aykırı.

tebeddül-ü esmâ: İsimlerin değişmesi.

tebeddül: Yenilenme, değişme.

nâs: İnsanlar.

emr-i bilmâruf: İyiliği emretmek.

tenzil: Kıymetten düşürme.

ulû’l-emir: Reis, başkan, âmir.

şöhret-i kâzibe: Geçici, yalancı şöhret.

maalmemnuniye: Memnuniyetle.

sûretâ: Görünüşte, zâhiren.

intac: Netice verme, doğurma.

11.04.2007


...Ve Nisan’da hazan yağmuru

- 9 -

Bediüzzaman Hazretleri bir gün Zübeyir Gündüzalp’i odasına çağırarak, “Zübeyir, benden önce mi, yoksa sonra mı ölmek istersin?” diye sormuştu.

Gündüzalp şöyle cevap vermişti:

“Üstadım, siz olmadan dünyada yaşayamam, sizden önce ölmek isterim.”

Bediüzzaman bunun üzerine, “Yaa, öyle mi? Erkenden kabre yatıp rahat etmek istiyorsun! Hayır, benden sonraya kalacak ve çile çekeceksin!” demişti.

Odası ilâç doluydu

Mehmet Emin Birinci anlatıyor:

Zübeyir Ağabey bedenen sağlıklı bir insan değildi. Zübeyir Ağabey, hastalıklarını kimseye söylemiyordu. Kendi kendine yaptığı ilâçlarla idare ederdi. Şafi-i Hakikî onu muhafaza ediyordu.

Dr. Macit Türkmenoğlu ve Dr. Mehmet Akay ne kadar ısrar ettilerse de, bir tek defa hastahaneye götüremediler.

Bu arkadaşlar benim yanımda Zübeyir Ağabeye ne kadar yalvarırlardı:

“Ağabey ne olur bir defa götürelim” derlerdi.

Zübeyir Ağabey de, “Kaç gün kalacağım?” diye sorardı.

Onlar da, “Ağabey, on beş gün yeter” derler, şu cevabı alırlardı:

“Kardeşim bir gün olsaydı, belki olurdu; ama on beş gün duramam.”

Kirazlı Mescit’teki odasına girdiğiniz zaman odanın arkasında bir dolabı vardı. O dolap ilâç dolu idi. Dolabın üstü de tavana kadar ilâç kutuları ile dolu idi. Kendisi hal lisanı ile şunu söylerdi:

“Kardeşim işte ben bu ilâçlarla yaşıyorum.”

(...)

Sekeratta, nesillere ağlayan şefkat abidesi

Eyüp Ekmekçi anlatıyor:

Zübeyir Ağabeyle yıllarca birlikteydim. Sürekli rahatsızdı. Vefat gününde de Kirazlı Mescit’teki odasında yanındaydım. O gün yine rahatsızdı, fakat ben her zamanki durumuna bağladım.

Cuma sabahıydı; baktım Zübeyir Ağabeyin nefes alıp vermesinde bir farklılık oldu. Sık sık nefes alınca bir anda korkmaya başladım. O anda Tahirî Ağabeyi çağırmak aklıma geldi. İstanbul’da kalıyordu, ama o günlerde Atabey’e gitmişti.

Vefatından yaklaşık bir iki saat önce idi. Kısık sesi ile bir şeyler anlatmaya başlayınca, durumun tamamen farklılaştığını anladım. Zübeyir Ağabeyin heyecanına her zaman şahit olan birisiydim. Ama bu sefer durum farklıydı. Ağzına doğru iyice eğildim, anlattıklarını anlamaya çalıştım, ama fazla anlayamadım.

İyice telâşlanmaya başladım, ne yapacağıma karar veremeyince hemen Bekir Ağabeyin yazıhanesine telefon ederek Fırıncı Ağabeyi çağırdım. Fırıncı Ağabey geldi. Sonra Dr. Sadullah Ağabeyi çağırdık. Sadullah Ağabey son anlarına yetişti.

Zübeyir Ağabey hâlâ bir şeyler anlatmaya devam ediyordu.

Bu sefer Fırıncı Ağabey eğilip dinlemeye başladı. Fırıncı Ağabey o zaman bana yedi-sekiz isim duyduğunu söylemişti. Bazı kişilerden bahsettiği kesindi, ama kimden bahsettiğini tam ayırt edemiyorduk.

“Ahmet Emin” ismini iyi hatırlıyorum. Bir de Tevruz Apartmanı sahibinin “Ahmet Kudret” adında bir oğlu vardı. Kendisi ile ilgilenmiştik. İyi yetişmeye başlamıştı. Ama bir anda irtibatımız kopmuştu. Son konuşmasında, “Onunla ilgilen” mânâsında bir şeyler söylediğini hatırlıyorum.

…Ve Nisan’da hazan yağmuru

Zübeyir Gündüzalp, başında Mehmet Fırıncı, Eyüp Ekmekçi ve Dr. Sadullah Nutku’nun olduğu 2 Nisan 1971 Cuma günü ruhunu Allah’a teslim etmişti.

Ahirzaman Müceddidinin hizmetkârı, Zemzem suyu içerek dâr-ı bekaya irtihal etmişti.

Dr. Sadullah Nutku, son nefesinde başında ağlayarak Zemzem suyu içirmişti.

Nutku, “Tıbben su içmesi mümkün değildi, ama verdiğim Zemzem suyunun hepsini içti, öyle vefat etti” demişti.

Mehmet Fırıncı, o anda telefonla ilgili yerleri aramış ve ağlayarak, “Zübeyir Ağabeyi kaybettik” demişti.

Bütün ehl-i imanın ve Nur Talebelerinin gönlüne, Nisan ayında hazan yağmuru gibi düşmüştü, bu haber.

Kalpler hüzünlüydü. Said Nursî’nin “harim-i ismetindeki hizmetkârı ve sır kâtibi” emanetini hakikî sahibine teslim etmişti.

Üstad yadigârı ve ağabeyler ağabeyi, artık ruhunu Rahmana teslim etmişti.

Zübeyir Ağabeyin vefatı herkeste şok etkisi yapmıştı.

İhlâs kahramanı, sadakatın menbaı, sıddıklar serdarı ve fedailer şahı. Dünyadan göçmüştü artık.

Ayrılık acısı Hamdi Sağlamer’in kalemine şöyle yansımıştı:

Baharda hazan var, yazda kış olmuş.

Bülbüller neşesiz, gül kırış olmuş.

Sanki yaşamaktan bir bıkış olmuş.

Gönüller hüzünlü, dostlar kan ağlar,

Gündüz gece olmuş asuman ağlar,

Tullab-ı Nur ağlar, nevcivan ağlar.

Vefat haberi Türkiye’nin her tarafına bir anda ulaşmıştı.

Bütün Nur Talebeleri akın akın İstanbul’a gelmişti. Cenazenin başında binlerce Nur Talebesi, Kur’ân ve Cevşen okuyordu.

Mahşeri bir kalabalığın omuzlarında Fatih Camii’nin avlusuna götürülen cenaze, Osman Demirci Hocanın kıldırdığı namazdan sonra ebedî istirahatgâhı olan Eyüp Sultan Mezarlığına defnedilmişti.

—Son—

İbrahim KAYGUSUZ

11.04.2007


Mehmet Birinci'den Hatıralar

Fatih’te Cuma namazı

Üstad Hazretlerini ziyaretimden kaç gün geçtiğini bilemiyorum. Bir gün dediler ki: ‘Yarınki Cuma namazını Üstad Fatih Camiinde kılacak.’ Namaz vakti, camiye gittim. Daha evvel tanıdığım birkaç arkadaş da orada idiler. Osman Köroğlu ismindeki bir arkadaş, hemen orada bulduğu seyyar bir fotoğrafçıya tembihleyerek, Üstad Hazretleri camiden çıkarken fotoğrafını çekmesini söylemişti.

Hz. Üstad, ezan okunurken camiye geldi. Namazı müezzin mahfelinde kıldıktan sonra, Nur Talebeleriyle birlikte dışarı çıktık. Üstad bizim beş metre kadar önümüzde gidiyordu. Tam Fatih türbesine girilen kapının önüne gelince durdu. Kabristana yarım dönük vaziyette ellerini açıp Fatiha veya duâ okumaya başladığı zaman fotoğrafçı hemen birkaç resim çekti.(*) Hz. Üstad ses çıkarmadı. Hep beraber Reşadiye Oteli’ne kadar yürüdük. Onlar yukarı çıktılar. Biz de yerlerimize gittik.

İkinci defa Üstadımızı görmüş olmak bana dünyalar verilse değişmeyeceğim bir sevinç verdi. Artık sık sık Süleymaniye’deki 50 numaralı eve gidiyor ve oradaki Nur Talebelerinden hizmetin usûl ve metodlarını öğreniyordum. Baktım, olacak gibi değil. Otelde çalışırken biriktirdiğim bir miktar param vardı. ‘Tevekkeltü alellah, bu bitinceye kadar Allah Kerim’dir’ dedim ve otelden ayrılarak ben de onların yanında kalmaya başladım. Her hallerini dikkatle takip ediyordum.

Sabah dersleri

Sabah namazını evde kılıp çıkıyor, sabah derslerine Aksaray ve Saraçhanebaşı’ndaki parka münavebeli gidiyorduk. (Aksaray ve Saraçhanebaşı’nın şekli o zaman başkaydı.) Sabahın erken saati olduğu için etraf sessizdi. Oralarda bir-iki saat Risâle-i Nur’dan okur ve tefekkür ederdik. Ara-sıra bazı kimseler de derslerimize iştirak ederlerdi.

Yine bir gün Aksaray parkında Risâle-i Nur’dan haşre dair bir bahis okunmaktaydı. Bir genç karşı kanepeye oturmuş, bizi dinliyordu. Her meseleyi olduğu gibi, haşir meselesini de iki kere iki dört eder derecesinde isbat eden Risâle-i Nur’un muknî ve müdellel izahlarına o genç hayran kalmış, bilhassa ‘İncir ağacı kendisi çamur yer, yavrusu hükmündeki meyvelerine süt içirir’ meâlindeki cümle çok hoşuna gitmiş. Bundan sonra derslerimize devamlı gelmeye başladı. Artık yavaş yavaş arkadaşlara ısındım. Beraber hizmete devam ettik. Bir gün Abdülmuhsin ‘Arkadaşlar! Üstad bir yerde diyor ki: ‘Ben dünya yükümü bir elimle kaldırabilirim’ (elindeki büyükçe bir bohçayı göstererek), ‘İşte Üstadın dünyadaki malı mülkü, hepsi bu kadar’ dedi.

Son Şahitler, c. 4, s. 389

* Bu resimlerden bir tanesi, Tarihçe-i Hayat'ta bulunmaktadır.

11.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004