Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Derin sivil toplum arayışı

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşmasıyla birlikte yaşanan tartışmalar Türk demokrasisinin pekişmesinin önündeki sorunların yeniden su yüzüne çıkmasına yol açıyor. Son çeyrek yüzyılda işbaşına gelen Cumhurbaşkanları bu Anayasa hükümleri doğrultusunda belirlenmemişçesine, sanki hükümler ilk defa keşfediliyormuşçasına sürdürülen Meclis toplantı ve karar yeter sayıları tartışmaları aslında arka planda derin bir anayasal güvensizliğe de işaret ediyor. Demokratik geleneklerin yerleşmesi için yurttaşlar arasında oyunun kuralları ilkesine saygının, demokratik kurum ve kurallara güvenin yüksek olması gerekir.

SİVİL TOPLUMUN SERÜVENİ

Demokratik rejimlerin temel güven (emniyet) unsurlarından olan Anayasa Mahkemesi’nin olası bir itiraz durumunda ne yönde karar alabileceğini tahmin etmeye çalışmak, bunu yaparken mahkeme üyelerinin geçmiş kararlarındaki tutumlarına ve hangi Cumhurbaşkanı döneminde atanmış olduğuna bakmak güvensizlik göstergesi değilse nedir? Bu tartışmaların başka boyutu da sivil toplumdur. Konu üzerinde düşünmek, bugünlerde kendilerini sivil toplum örgütü olarak tanımlayan bazı örgütlerin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine taraf olma yönünde öncülük ettiği eylemler dikkate alındığında daha önemli hale geliyor ve kaçınılmaz olarak sivil toplum malzememizin içeriğinin sorgulanmasını gerektiriyor.

1980’lerin ikinci yarısı Batı’da sivil toplumun yeniden keşfedildiği yıllardır. Özellikle Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan otoriter rejimlerden demokratik rejimlere geçiş sürecinde sivil toplumun üstlendiği rol hızla onları demokratikleşme sürecinin tamamlayıcı ve dengeleyici birer parçası haline getirmiştir. Yeni bağımsızlığına kavuşan bu ülkelerden çok daha önce cumhuriyet ve demokrasiyi siyasal rejim olarak kabul etmiş Türkiye’de ise siyasal analizciler halen güçlü devlet karşısında zayıf sivil toplum yapılanmasının varlığı ve bunun nedenleri üzerine kafa yoruyor, demokrasiye geçiş sürecinin bir türlü tamamlanamamasını bu yapıya gönderme yaparak açıklamaya çalışıyorlar. 1990’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de sivil toplum alanında hareketlilik ve canlanma arttıkça iyimserliğimiz de artmıştı. Bu bağlamda demokrasiye geçiş sürecinin nihayet pekişmeye doğru evrilmesi beklendi. Susurluk kazasının ardından kendiliğinden başlayan umut, 28 Şubat’ın ardından ciddi bir umutsuzluğa dönüştü.

2000’li yıllar Türkiye’si ise sivil toplum açısından farklı gelişmeleri gözler önüne sermekte. Son dönemde sivil toplum örgütü adı altında toplananların aydınlara yönelik linç girişimlerine, yurtseverlik adı altında militarist özlemleri barındıran ritüellerine şahit oluyoruz. Nokta Dergisi tarafından geçtiğimiz günlerde gün ışığına çıkarılan birkaç yıl öncesine ait muhtemel darbe planlarında sivil toplum örgütlerinin de harekete geçirilmesinden bahsedilmiş. Bugün yaşanan gelişmelere baktığımızda, klasik bir parlamenter sistemde rutin bir görev değişiminden ibaret olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik senaryoların özüne baktığımızda, sözkonusu planın bizzat emekli askerlerin eliyle hayata geçirilmeye çalışıldığını, dolayısıyla bir ölçüde doğrulandığını görmekteyiz. Sivil toplum örgütlerinin birileri aleyhine rüştlerini ispata davet edilirken, seçimsel-prosedürel ilkelerin de aleyhine çekilmesi dikkat çekici ve sivil toplum açısından düşündürücüdür. Türkiye’de kim bilir ne kadar sivil toplum örgütünün ve/veya platformunun başında emekli asker bulunmakta, bunların desteklediği ne kadar sivil kurultay var? Bu tür sorular vasat bir Batı demokrasisinde bile akla gelmez.

Bizde sivil toplumculuk, önceleri burjuvazinin bir boş zaman etkinliği iken, bugün sivil toplumculuğun öncü kadroları değişiyor. Burjuvazinin yürüttüğü sivil toplumculuk önemli bir dışsallık olarak demokrasinin pekişmesinde 90’larda ne kadar hızlandıran etkisi yapmışsa, bugün burjuvazinin aktörlerinden çok emekli askerlerin bir üniformasız asker emekliliği uğraşısı olarak sivil toplum alanını doldurması, sivil toplumun sınırlı da olsa var olan demokratik, sivil özünü törpüleyerek, tektipleştilen, askerileştilen bir örgütlenmenin önünü açmaktadır. Bunun en büyük tehlikesi son tahlilde sivil toplumun sistemi demokratikleştirici işlevinin yerini sivil toplumun devletleşmesine-askerileşmesine bırakmasıdır ki, bu gidişatın en uç örneği derin sivil topluma doğru evrimleşmesi olur.

TSK’DAN STK’YA

Türkiye’de devlet iktidarının sınırlarına ve meşruluğuna ilişkin tartışmada emekli askerlerin kullanmak/girmek istediği yeni mevzinin sivil toplum alanı olduğu açıktır ve özünde siyasal iktidarın sivil ve askeri kanatları arasındaki mevzi savaşında oldukça önemli bir meşruluk aracı haline gelmiştir sivil toplum. Bir meşruluk aracı olarak kullanılacak, desteklenecek, manipüle edilecek derin sivil toplum tahriklere açık, her an patlamaya hazır bir bomba olarak özellikle emekli askerlerin elinde önemli bir silaha dönüşmektedir. Derin sivil toplumun oluşumunun ardında mevcut AK Parti hükümeti karşısında ana muhalefetin yetersiz kalması gibi siyasal dinamiklerin bulunduğunu da belirtmek gerekir. STK’larla işbirliğinin geliştirilmesine yönelik emekli askerlerin öncülüğündeki uygulamaların Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle sınırlı kalmayacağı açıktır. Demokratikleşme süreci açısından asıl tehlike de burada yatıyor. Askeri alan ile sivil alan arasındaki ilişkiler hiçbir zaman eşitler arası bir ilişki olmaz. Sivilleri küçümseyen ve karmaşık bir hal almış olan sivil toplum alanını yukarıdan tanzim etmeyi, hizaya sokmayı amaçlayan bu girişimlerle, zaten devlet iktidarı karşısında zayıf olan mevcut sivil toplum yapılanmasının devletin emekli askeri kanadının hegemonyası altında hepten zayıflayacağı, daha da önemlisi sivil ve demokratik niteliklerini tamamen kaybedeceğini tahmin etmek zor değildir. Demokratik pekişmeyi destekleyecek sivil toplumun taşıması gereken belli başlı özellikler vardır. Bunlar; demokratik geleneklere sahip bir toplumun varlığı, sivil toplumun örgütlenme ve kurumsallaşma düzeyi, katılımcılarının düşüncelerini, eylemlerini, değerlerini demokratik yönde biçimlendirmesi ve kendi içinde çoğulculuğa izin vermesi ve ötekinin varlığına saygı gösterme derecesidir. Askeri bir tektipleştirme düzeni içinde bu demokratik unsurların yeri olmayacaktır.

Demokratik bir sivil toplumdan devlet iktidarını kontrol, katılım düzeyini yükseltme, demokratik tutumların geliştirilmesi, çıkarların-taleplerin şekillendirilmesi ve eklemlenmesi, kutuplaşmaların yumuşatılması, yeni siyasal liderlerin yetiştirilmesi gibi işlevleri yerine getirmesi beklenir. Sivil iktidar ile askeri iktidar arasındaki sınır mücadelesinden/gerilimden doğan derin sivil toplum pratiklerinin yaygınlaşması sivil toplum alanının bu iki eksen arasında bölünmesine, giderek kutuplaşmasına, sivil alanın askeri alanın kontrolü altına girmesine, uygun adım yürüyen, demokrasinin ve çoğulculuğun değil, statükonun ve her alanda tekliğin savunucusu haline gelmesine yol açacaktır. Toplum mühendisliğinin yeni(den) keşfedilmiş araçlarından biri olarak sivil toplumun emekli askerlerin ellerinde hangi işlevleri yerine getireceğini önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz. Deneme yanılma yoluyla, ağır aksak giden demokratikleşme sürecimizde sivil toplumu demokratik-çoğulcu unsurlardan tamamen temizledikten ya da sivil toplum alanını askeri ve sivil iktidar çatışmasının bir mevzii haline getirdikten sonra, Türk demokrasisinin pekişmesi adına hizmet etmeyeceği açıktır. Umudumuz odur ki, gidişatın vahameti bir an önce anlaşılır ve sivil toplum yeniden sivillere terkedilerek ağır aksak da olsa yolunda ilerlemeye devam eder.

Yeni Şafak, 17.4.2007

Doç. Dr. Gülgün Erdoğan TOSUN

18.04.2007


 

Bir kez daha 14 Nisan’ın dili, havası!

Ben, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini, AB yolunda ilerlemesini savunuyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, asıl AB yolundan çıkan bir Türkiye’nin ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa düşeceğini, asıl o zaman bölünme tehlikesiyle karşılaşacağını düşünüyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesine karşıyım.

Vatan haini, satılmış!

Ben, cumhuriyetin elden gittiğine inanmıyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Türkiye’de laik cumhuriyetin demokratik rejim içinde korunacağı görüşündeyim.

Vatan haini, satılmış!

Ben, ekonomide dışa açılmayla yabancı sermaye olmadan, özelleştirmeler olmadan, kısacası serbest rekabete dayalı pazar ekonomisi olmadan, Türkiye’de aş ve iş sorununun çözülemeyeceği kanısındayım.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Çankaya’nın laiklik açısından bir ‘son kale’ olduğunu kabul etmiyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, cumhuriyet elden gider diye düşünenlere katılmıyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına taraftar değilim; ancak olursa da, bu dünyanın sonu olmaz; Meclisin kararına, iradesine saygılı olmak demokrasinin gereğidir diye düşünüyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, AKP’li değilim; AKP’yi baştan beri birçok açıdan eleştirmiş bir gazeteciyim; ancak dört buçuk yıllık AKP iktidarı sonrasında artık Tayyip Erdoğan’ın ‘gizli gündem’i olabileceği görüşünü inandırıcı bulmuyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, “Ermeni soykırımı yoktur!” demek gibi, “Ermeni soykırımı vardır!” demenin de serbest olmasından yanayım.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Kıbrıs’ta Annan Planı’nı savundum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Kürtlerin haklarını savunuyorum; Kürtlerin kimlik sorunlarının çağdaş demokrasi ve hukuk devleti içinde çözülmesinden yanayım.

Vatan haini, bölücü!

Ben, Türkiye’nin AB’ye olduğu gibi ABD’ye de sırtını dönmesinin bu ülkenin çıkarına olduğu düşüncesinde değilim.

Vatan haini, satılmış!

Ben, ülke işgal altındaymış gibi, yeni bir Kurtuluş Savaşı eşiğindeymiş gibi, Türkiye’nin düşman kamplara bölünerek siyaset yapılmak istenmesini çok tehlikeli buluyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Türkiye’nin böylesine siyah-beyaz kutuplaştırılmak istenmesini, bu ülkenin barışına, huzuruna, istikrarına bir komplo olarak görüyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Türkiye’nin böylesine cepheleşme ve kutuplaşmalardan, düşman kamplara bölünmekten çok çektiğini, bu açıdan özellikle 1970’lerde çok fazla kan ve gözyaşı döktüğünü ısrarla söylüyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, laik cumhuriyetin bu ülkenin tarihsel gelişiminde büyük bir kazanım olduğuna inanıyorum; ama Türkiye’nin bu kazanımı demokrasi içinde koruyacak güce ve tarihsel deneyime bugün artık sahip olduğunu bir kez daha belirtmek istiyorum.

Vatan haini, satılmış!

Ben, Türkiye’nin bugün laik cumhuriyet rejimine yönelik olarak tarihinin en büyük tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanmıyorum; bu görüşün herhangi bir inandırıcılığı olmadığını düşünüyorum; bu görüşün ortaya sürülmesinin ardındaysa, demokrasiye dönük tuzakların olabileceğinden kuşkulanıyorum.

Vatan haini, satılmış!

Evet, Ankara’da geçen cumartesi günü yapılan büyük 14 Nisan mitinginin dili, söylemi, havası, yani ruhu aynen böyleydi.

Kendi düşüncesinden başka her şeyi vatan hainliğiyle, satılmışlıkla, Türkiye düşmanlığıyla eşanlamlı görebilen bir ruh, bir inançtı bu.

Bir zamanların komünistleri, bir zamanların faşistleri gibi, nasıl onlar ‘laik din’ haline getirdikleri kendi inançlarını meydanlarda bayraklaştırdılarsa, kendi düşüncelerinden başka her düşünceyi nasıl lanetledilerse, iktidarı ele geçirdiklerinde kendilerinden farklı olanı nasıl tümüyle yasakladılarsa, Tandoğan Meydanı’ndaki 14 Nisan ruhu da bu bakımdan pek o kadar farklı değildi.

Evet, görkemli bir mitingdi.

Çok kalabalık ve coşkuluydu.

Ancak, 14 Nisan’ın bu coşku ve heyecanını paylaşanlar, bu mitingi “bir demokratik hakkın kullanımı” olarak görenler, bu gösteriye biraz da ‘demokrasi penceresi’nden bakıp soğukkanlı bir durum muhakemesi yapabilirlerse, bu tavır da barış ve demokrasi, huzur ve istikrar adına işe yarayabilir diye düşünüyorum.

Milliyet, 17.4.2007

Hasan CEMAL

18.04.2007


 

Fransa doğru yolda, ya biz?

Çivi battığı yerden çıkacak. Siyaset ve düşünce hayatımızı boydan boya bölen kırılmaların neredeyse tamamını Fransa’dan aldık. Sonu gelmez verimsiz tartışmaların arka planında da yine Fransa’dan aldığımız kavram ve düşünce dünyası var.

Fransızlar, bizi dinlerken ve Türkiye’deki tartışmaları izlerken bir zaman tüneline girdiklerini düşünüyorlar. Bizler, çok önemsediğimiz ve her şeyin merkezine aldığımız prensiplerin boyut değiştirdiğini, aşılarak farklı bir kimyaya dönüştüğünü görüyoruz. Laiklik, cumhuriyet, demokrasi, özgürlük gibi; iki asırdan fazla zamandır dünyanın çekim gücünü oluşturan kavramlar içerik ve nitelik değiştirerek yollarına devam ediyor.

Fransız aydınlar laikliği tartışmaya yeniden başlamışlar; ama bunun sebebi Fransa’nın kendi Müslümanları. Beş milyonluk Müslüman nüfus, laikliği farklı bir boyutta gündemin merkezine yerleştiriyor. Başörtüsü sorunu bizim değil, Fransa’nın da en çok tartışılan meselesi.

Fransa Türk toplumunu değil ama, okumuş-yazmış takımını derinden etkiledi. Belki de bizim Jakoben aydınlarımız, Fransız cumhuriyetçiliği ve laikliğinde, iddialı bir seçkin-bürokrat yönetiminin elverişli araçlarını buldular. Bugün Fransız laikliği ile Türkiye’deki laiklik tartışmaları arasındaki bağ tamamıyla kopmuş durumda. Joseph Mailla, dünyevî ve dinî ayırımının imkansız hale geldiğini; çünkü dünyevî alanın dinî olmayan açıklamalarının imkânsız hale geldiğini söylüyor. Seküler bir toplum, bireyleri toplumsal bir varlık olmaktan uzaklaştırıyor. Türkiye’de gözlediği laiklik ile Fransa’daki arasına şöyle bir fark koyuyor: Fransa’da laiklik dinle toplum ve devlet arasına mesafe koymak demek; Türkiye’de ise bütün dikkat dini devletten ve toplumdan uzak tutmaya teksif ediliyor.

Fransızların Türk laikliğinde farklı buldukları çok şey var. Nüfusun ancak % 8 gibi küçük bir azınlığının haftada bir kere pazar günü kiliseye gitmekten ibaret olan dinî vecibelerini yerine getirdiği dikkate alınırsa, derin farklılıkların ortaya çıkması kaçınılmaz. Aslında tam da Fransızların, dinî alanı bir kavga konusu olmaktan çıkartan çözümleri Türkiye’ye uzak duruyor. Fransızlar, kendi imalatları olan felsefî ekollerinin dinlerle kavgaya girişmesini önlemek için laikliği sadece dinler değil, felsefî inançlar arasında da tarafsızlık haline getirmişler. Bizde, dinler karşısında bir felsefî inancı savunmak normal ve doğal karşılanıyor. Daha ötesi laiklik, 19. yüzyıla özgü ve büyük ölçüde Fransa damgası taşıyan pozitivizm zannediliyor. Laikliği, aklın ve bilimin insanlara rehberlik ettiği bir dünya düzeni zannetmek, Fransızlara göre çok arkaik bir düşünce; ama Türkiye işte bu arkaik düşüncenin kıskacında kıvranıyor. Aklın aydınlığındaki bilimden elimizde kalan eleştirel düşünce sadece. Bilim de, bir dünya düzeni vaat etmek yerine, rekabet eden farklı kuramların çatıştığı ve bilimsel düşüncenin mütevazî sınırlara çekildiği bir vasat içinde anlam kazanıyor. Bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu gösterecek, ahlâkî düsturlarımızla yer değiştireceğimiz bir “bilim” ortada yok.

Laikliği, dini toplumdan uzaklaştırmak olarak anlayınca ortaya yeni bir kavga konusu çıkıyor. Dinler arasındaki kavgayı sona erdirmek için icat edilen laikliğin bu sefer dinler ile felsefî inançlar arasında kavga konusu olmasını engellemenin bir tek yolu var. Oliver Roy, bunun çaresinin, ideolojik ve politik laiklikten uzak durmak olduğunu söylüyor. Abant Platformu tarafından ikincisi gerçekleşen “Türkiye-Fransa Söyleşileri” siyaset ve düşünce hayatımızın tam merkezinde yer alan tartışma ve kavga konularına yeni ve canlı bir boyut getiriyor. Bir zamanların ileri düşünceleri, şartların değişmesi ile dönüşüme uğruyor. Biz şartları değiştirmek için ödünç aldığımız kavramsal araçları, hâlâ değişen şartların gerisinde kalarak savunuyoruz. İkna edemediklerimiz için rehber edindikleri Fransa’nın kendisi, karşımızda farklı bir dünya olarak duruyor.

Zaman, 17.4.2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

18.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004