Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Belirsizlik içinde mutlak belirlilik

Karmakarışık bir zeminde ve eşyanın genel belirsizliği içinde doğru karar verebilmek çok zor. Bütün bu şartlar içinde ferdin en sağlam dayanağı Rabbi’dir. Bu, varlık âleminin karmakarışık çarkları içinde ferdin gerçek kimliğini fark etmesi ve acziyetini idrak ile Rabbi’ne yönelmenin zeminidir.

Doğrular ve yanlışlar konusunda varlığın genelinde bir belirsizlik hep olacaktır. Bu anlamda edebi ile yorum yapan hiç kimse, varlıkla ilgili kesin yorumlarda bulunmamalı ve bu belirsizliğin farkındalığını hep dile getirmelidir. Varlıkla ilgili olarak doğru olduğuna inanılanlar söz konusu olabilir. Net kesinlik ancak vahye dayalı bilgi ve verilerde olabilir. Kesinlik için bütünü görebilmek gereklidir. Oysa insan sınırlılığı içinde bütün, hiçbir zaman kuşatılamayacaktır.

Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller başka bir toplumda kabul gören, el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh halinin algıladığı her hangi bir nesne ya da olayı, güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay, farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkanı, maddi alemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta, insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte, bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin, insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk, onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Halık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlara, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar, genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh olan, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi, maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey, nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse, aynı şey, zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey, genel bir değerlendirmenin yanında, anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak, herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey, O’nun güzel demesi ile güzelleşir. Aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın asli değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsü’l-emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Bu temel düstur, eğer siyasette ve toplum idaresinde de nazara alınmazsa ve esbaba riayet adı altında, sebepler ön plana çıkarılıp onlara çok büyük önem atfedilirse, büyük hatalar yapılması ihtimali ve Âlemlerin Rabbi yerine küçük firavuncukların memnun edilmesi gibi dehşet verici bir hataya düşme ihtimali vardır. Din adına hizmet ya da devlet idaresi için ortaya çıkan herkesi, bu müthiş varta her an beklemektedir. Bu hal kaygan zeminde kendisini ve etrafındakileri istikamet üzere götürmek gibi zor ve çetrefilli bir iştir. Allah manevî liderlerin ve dinî hayatın önemli bir parçası sayan devlet adamlarının ve idarecilerin yardımcısı olsun. Çünkü karmakarışık bir zeminde ve eşyanın genel belirsizliği içinde doğru karar verebilmek çok zor. Bütün bu şartlar içinde ferdin en sağlam dayanağı Rabbi’dir. Bu, varlık âleminin karmakarışık çarkları içinde ferdin gerçek kimliğini fark etmesi ve acziyetini idrak ile Rabbi’ne yönelmenin zeminidir.

20.04.2007


 

İslâm dünyasının maddî ve manevî saadeti birlikten geçer - 6

Bediüzzaman Said Nursî, İslâm dünyasının maddî ve manevî çöküşten kurtularak saadetinin temininin ancak “birlik” ile olacağını ve bu birliğin en önemli unsurlarının da İslâm dininin mukaddesleri ve İslâmiyet ile mezc olmuş milletler olduğunu söyleyerek; birliğin cehalet ile olmayacağını, birliğin en önemli şartının ilim ve fikirlerin kaynaşması olduğunu, birliğin pratik hayata yansımalarının da hayâ, hamiyet, hürmet, merhamet gibi insan fıtratında var olan yüksek seciyeler olduğunu belirtir.

4- İSLÂM DÜNYASININ

BİRBİRLERİ VE BATI İLE İLİŞKİLERİ

A- İSLÂM ÜLKELERİNİN

BİRBİRLERİ İLE İLİŞKİLERİ

İslam Dünyasının Genel Görünümü

Günümüz İslâm dünyasının kuşkusuz en önemli olayı, hilafetin kaldırılması ve Osmanlının yıkılmasıdır. I. Dünya Savaşı sonrasında İslâm dünyası Türkiye, Afganistan ve İran dışında bütün halkları ve toprakları sömürge altına alınmış, İslâmî kurum ve kuruluşlar tamamen ortadan kalkmış, hayat tarzı ve İslâmî kurallar ciddî bir şekilde tahrip edilmiştir.

II. Dünya savaşından sonra Müslüman ülkeler tek tek bağımsızlıklarını kazanmaya başlamışlardır. Bu dönemde İsrail devletinin kurulması Filistin halkının insanlık dışı zulüm ve işkencelere maruz kalması ve İslâmın mukaddeslerine saldırı, İslâm dünyasını derinden etkilemiştir. Bu olaylar İslâm ülkelerinin İKÖ çatısı altında toplanmasını zorunlu kılmıştır. 1970’li yılların sonunda İran Devrimi, Afganistan’ın işgali ve Filistin topraklarında başlayan intifada hareketleri sonucunda İslâm dünyasında Batı karşıtlığı ve Batı ile çatışma başlamıştır.

1990’lı yılların başında komünizm ve SSCB’nin çöküşü ile iki kutuplu dünyada Batı ve Amerika için en önemli tehlike ortadan kalkmıştır. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Batıda ve özellikle Amerika’da İslâm karşıtlığı başlamıştır. Bu karşıtlık, belirli mihraklar tarafından organize edildiğinden şüphe edilmeyen 11 Eylül olayı ile de dünya genelinde artış göstermiştir. ABD, 11 Eylül olaylarını bahane ederek Irak’ı işgal etmiş, Suriye ve İran’ı da işgal için çeşitli bahaneler aramaktadır.

İslâm Birliği

18. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde İslâmiyet’in hamisi ve bayraktarı hükmünde olan Osmanlı devleti eski saltanat ve hâkimiyetini yitirmiş, savaşları kaybetmeye başlamış, maddî ve manevî bir çöküş sürecine girmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî, İslâm dünyasının bu çöküşten kurtularak saadetinin temininin ancak “birlik” ile olacağını ve bu birliğin en önemli unsurlarının da İslâm dininin mukaddesleri ve İslâmiyet ile mezc olmuş milletler olduğunu söyleyerek; birliğin cehalet ile olmayacağını, birliğin en önemli şartının ilim ve fikirlerin kaynaşması olduğunu, birliğin pratik hayata yansımalarının da hayâ, hamiyet, hürmet, merhamet gibi insan fıtratında var olan yüksek seciyeler olduğunu belirtir.

Allah’a ve imanın diğer şartlarına iman olan manevî bağlar, birlikteliği gerektiren en önemli dinamiklerdir. İslâm dünyasının birlikteliğinden maksat; “doğru İslâmiyeti ve İslâma lâyık doğruluğu tesis ve temin” etmektir. İttihat ile Müslümanlar arasındaki bu nurânî bağ, irâdî ve şuurlu hale getirilir, ibadethaneler ilim yuvası haline dönüştürülürse, İslâm dünyası mutluluğun zirvesine ulaşacaktır. Aksi takdirde, sahipsiz ve müttefiksiz kalan İslâm ülkeleri, yüzlerini başka yerlere çevirecekler, ancak kendilerinde bulabilecekleri gücü yanlış yerlerde arama yoluna gideceklerdir.

Asrın başında üç temel düşmandan biri olarak, Müslümanlar arasındaki ihtilâfı gösteren Bediüzzaman Said Nursî, ırkçılığın başkasını inkâr ve yutmakla beslendiğini, bunun ise yaratılış gayesine ters düştüğünü ve Allah’ın insanları ayrı ayrı yaratmasının hikmetinin birbirleri ile yardımlaşma ve tanışma olduğunu ifade eder. Sağlıklı bir toplum hayatı için, fertlerin, benliklerini bir kardeşlik havuzunda eritmesi gerektiğini belirten Bediüzzaman, İslâm milletlerinin de kendi benliklerini İslâmiyet suyunda, birlik havuzunda eritmeleri gerektiğini vurgular.

İslâm ülkelerinin birbirleri ile olan ilişkilerinde asıl olan “muhabbete muhabbet” yani, sevgiye sevgi ile mukabele edip, genel barışı tesis etmektir. Müslümanlar arasındaki birlikteliğin asıl amacı da İslâm ülkelerinin günümüzde içinde bulunduğu, “cehalet-fakirlik-ihtilaf” düşmanlarına karşı birlikte mücadele vermek ve İslâm dünyasını bu üç tehlikeden kurtarmaktır. Bu sebeple bu birliktelik, Batı dünyasına ve Batının değerlerine karşı değildir.

Günümüzde İslâm dünyasının sınırları daha da genişlemiş, hızla gelişen iletişim ve teknoloji karşısında İslâmî meselelerde görüş ayrılıkları ve fikir karmaşası yoğunlaşmış, İslâmî fikirler ve topluluklar arasındaki kopukluk ve dağınıklık daha da artmıştır. Batı medeniyetinin menfîlikleri, gelenek ve görenek adı altında bütün İslâm dünyasında sosyal çöküntüye sebebiyet vermiş, Diyanet görevinin bir tek şahsın görüş ve yargısına bırakılmasını imkânsız kılmıştır.

İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü)

21 Ağustos 1969 tarihinde Yahudilerin, Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı ateşe vermeleri üzerine, İslâm Dünyasında meydana gelen huzursuzluk ve tepki sonucu Eylül-1969 tarihinde Fas’ın başşehri Rabad’da bir araya gelen 57 İslâm Ülkesi İKÖ’nün kurulmasına karar verir. Türkiye, İKÖ’ye 1976 tarihli İstanbul Zirvesi’nde tam üye olmuştur.

İKÖ’nün kuruluş amacını şöyle özetleyebiliriz:

* İslâm mukaddeslerini koruma altına almak ve muhtemel saldırılardan korumak.

* Bütün Müslüman ülkelerin ve özellikle Filistin halkının hak ve özgürlüklerini savunarak, bağımsızlığını kazanmasına yardımcı olmak.

* Irk ayrımı ve sömürgeciliği ortadan kaldırmak

* Üye ülkeler arasında ekonomik, siyasî, sosyal ve kültürel ilişkilerin tesisi ile devamını sağlamak.

İKÖ, Genel Sekreterlik bünyesinde ;

- İSLÂM KALKINMA BANKASI

- İLİM-EĞİTİM VE KÜLTÜR ÖRGÜTÜ (İSİSKO)

- İSLÂM ÜLKELERİ SESLERİ ÖRGÜTÜ (İSBOVA)

- ULUSLAR ARASI İSLÂM HABER AJANSI

- KUDÜS KOMİTESİ

olmak üzere beş organ vardır.

11 Eylül olayları ile dünya genelinde ortaya çıkan İslâm fobisini, İslâm aleyhtarlığını ve düşmanlığını önlemek için gerekli tedbirleri almak amacına yönelik olarak Türkiye’nin girişimi ile 13 Şubat 2002 tarihinde İKÖ-AB ortak forumu düzenlenmiştir. Bu forum, İKÖ tarihinde Batılı kurumlar ile yapılan ilk forumdur.

Aralık-2005 tarihli zirvede, Bediüzzaman Said Nursî’nin tarif ettiği şekilde, örgüt bünyesinde mevcut İslâm Fıkıh Konseyi’nin yeniden yapılandırılarak, Konseyde bütün üye ülkelerden temsilcilerin bulundurulması, genel başkanının ve sekreterinin seçimle işbaşına gelmesi kararlaştırılmıştır. Yine bu zirvede; özellikle 11 Eylül olayları ile ortaya çıkan ve İslâma mal edilen terör olaylarının İslâm’a mal edilemeyeceğine, İslâm’ın her türlü terör ve insanlık dışı hareket ve davranışı reddettiğine, İslâm dünyasında var olan mezhep çatışmasının gereksizliğine vurgu yapılarak Şiî ve Sünnî düşüncelerin İslâma dahil olduğu belirtilmiş, ayrıca İslâm Ülkelerinde cehalet ile mücadele için “OKU FONU” altında bir fon oluşturulması kararlaştırılmıştır.

Arap Birliği

22 Mart 1942 tarihinde bütün Arap ülkelerini bir araya getirmek amacıyla 7 devlet tarafından kurulan Arap Birliği’nin hâlihazırda 22 üyesi vardır. Arap Birliği sadece etnik kökene dayalı bir kuruluş olup, bir değerler manzumesi esasına dayanmamaktadır. Menfî milliyetçilik esasına dayalı bir örgüt oluşu sebebiyle, İslâm’ın özüne aykırı bir kuruluştur. Ayrıca İKÖ’ye alternatif bir örgüt olması hasebiyle tasvip edilemez. Nihayetinde kuruluşundan beri hiçbir ciddî faaliyet ve varlık göstermemiştir.

KEİT (Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı

Karadeniz’e komşu 11 ülkenin katılımı ile 1992 yılında Türkiye’nin etkin rolü ve girişimi ile İstanbul Zirvesi’nde kurulmuş bir bölgesel kuruluştur. Amacı üye ülkeler arasında ekonomi, enerji, bilim, ticaret ve turizm alanında işbirliğinin tesisidir. KEİT, üyeler arasında serbest ticareti hedeflemesine rağmen, aralarındaki mevcut ekonomik ve siyasî problemlerin ciddî boyutlarda olması birliğin etkinliğini sarsmaktadır.

CENTO (Bağdat Paktı):

CENTO, etnisite-ırkçılık esasına dayanmadığından ve İslâm ülkeleri ile bir Batı ülkesi olan İngiltere arasında tesis edilen bir örgüt olması, ırkçılığa karşı bir tedbir olması ve İslâm birliğinin tesisine vesile olması noktalarından hareketle Bediüzzaman Said Nursî, paktın kuruluşunu desteklenmiş ve o zamanki Menderes Hükümetine; “...Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimdir. Sizin bu defa ki, Irak ve Pakistan ile pek kıymettar ittifakınız, inşallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını defedecektir” cümlesi ile bu düşüncesini iletmiştir.

STK (Sivil Toplum Kuruluşları)

Dünya barışının ve güvenliğinin tesisi amacıyla, uluslararası arenada kurulan küresel, bölgesel, etnik ve ideolojik örgütlerden sonra, dünya genelinde baskı ve zulüm altında yaşayan etnik kimlikleri ya da her türlü hak ve özgürlükleri ellerinden alınmış grup, halk veya insanların hak ve özgürlüklerini korumak ve bunları belli bir seviyeye getirmek amacıyla hükümetler dışı örgütler olarak nitelenen, sınır tanımayan sivil toplum kuruluşları 1950’li yıllardan itibaren kendini göstermeye başlamıştır.

Kendi görüşlerini serbestçe ifade edebilen STK’lar şu özellikleri taşırlar;

* Özel girişimlerden kaynaklanır.

* Yapılanmaları hiçbir zaman hükümetler arası bir yapılanma değildir.

* Gönüllü, özel örgütlerdir.

* Genel ve evrensel yararlara hizmet ederler.

* Kendi görüşlerini özgürce ifade etmeyi amaçlarlar.

* Faaliyetleri karşılıksızdır, herhangi bir maddî menfaat beklemeksizin yürütürler.

STK’lar, İslâm ülkelerinde genelde vakıflar bünyesi altında, devletle uyumlu olarak ve devletin himayesi altında varlık göstermelerine rağmen, Batıda ise kiliseye ve devlete karşı birleşme ve hak arama şeklinde varlık göstermiştir. Tarih boyunca devletlerin ekonomik ve demokratik gelişimi ile STK’ların varlıkları doğru orantılı olmuştur. Devletlerin ekonomik ve demokratik düzeyleri arttıkça, hak ve özgürlükler geliştikçe STK’lar da daha rahat ve daha geniş bir yelpazede faaliyet göstermişlerdir.

Hac

Hicretin 9. senesinde farz kılınan ve bedenî ve mâlî ibadetler arasında yer alan haccın, mukaddes toprakların ziyaret edilmesi ve bu mânâda fertte meydana gelen ruhî ve manevî değişiklikler ile diğer hikmetlerinin yanında konumuz açısından en önemli olan özelliği; yeryüzündeki tüm Müslümanların birbirleri ile görüşüp, tanışmaları, kaynaşmaları, ticârî ilişkilerde ve fikir alış verişinde bulunmaları, bu mânâda İSLÂM BİRLİĞİNİN TESİSİ’ni gerçekleştirmesidir.

Bediüzzaman, 1. Dünya Savaşı sonrasında İslâm Dünyasının içinde bulunduğu parçalanmışlık halinin en önemli sebebini, haccın terk edilmiş olmasına bağlar. Böylece “Hayr-ı Mahz (Mutlak Hayr)” olan hacca şevkle gitmemenin bir cezası olarak Allah’ın “gazap ve kahrı” celp edilmiş, cepheden cepheye uzun seferlere çıkılmaya mecbur kalınmıştır.

Bütün Müslümanların kaynaşmaları, fikir, iş, kalp ve gönül birliği sağlamaları hacc ibadetinin işlerlik kazanmasına bağlıdır.

20.04.2007


 

Hasan Fehmi Bey (1874-1909)

İttihat ve Terakki Cemiyetinin uyguladığı baskı rejimine çok sert eleştiriler getirmiş ve yazılarından dolayı iktidar partisinin büyük tepkisini çekmiştir. Aldığı tehditlerden sonra da eleştirilerine devam etmiştir. Bu eleştirilerinden ötürü İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından öldürtüldüğü ifade edilmiş ve cinayet aydınlatılamamıştır. Risale-i Nur’da ismi zikredilmiş, 31 Mart Olayı’nın ortaya çıkış sebeplerinden birisinin bu cinayetin aydınlatılması olduğu ifade edilmiştir. Bu olay İttihat ve Terakki idaresine olan tepkiyi daha da arttırmıştır.

Hasan Fehmi 1874 yılında doğdu. Çocukluk yılları ve aldığı ilk eğitim ile ilgili olarak fazla bir bilgi yoktur. Mülkiye Mektebi’ne başlamadan önce hangi okulları okuduğu biyografilerinde pek belirtilmemektedir. Üniversiteyi bitirdikten sonra Paris’e gitti. Burada İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin mensuplarıyla tanıştı. Prens Sabahattin ve çevresini de burada tanıdı. Daha sonra Mısır’a gitti. İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine İstanbul’a geri döndü.

İstanbul’a dönen Hasan Fehmi Bey, Mevlanzade Rıfat Beyin sahibi bulunduğu Serbesti gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Gazetenin başyazarlığını da üstlendi. Yazılarını ateşli, heyecanlı bir dille yazdı. Ülkedeki değişimleri savunan bir kişi olarak ortaya çıktı. Bir bakıma dönemin radikal yazarlarından biri sayılıyordu. Düşüncelerin özgürce sergilenmesinden yana bir tavır koydu. Bu kişiliği ve yazıları sebebiyle kısa zamanda ilgi odağı oldu. Gazete bu vesile ile çok sayıda insanın eline ulaşmaya başladı. Diğer taraftan bazı yazarlar da bu gazetede yazı yazmak için girişimde bulunmaktaydılar.

İttihat ve Terakki Cemiyeti özgürlükleri genişletme ve daha fazla özgür ortamı sağlamayı hedef edindiğini açıklamış ve muhtelif vesilelerle bu konuda tahşidatta bulunmuştu. Ancak, iktidara gelen İttihat mensupları geçmişe oranla çok daha fazla tahammülsüz ve eleştiriye kapalı bir tutum sergilediler. Baskı rejimine karşı çıkarak taraftar bulan ve bu yüzden iktidar şansı elde eden parti, daha fazla baskı yapmaya başladı. Cemiyetin bu tavrı, çok sert eleştirilere sebep oldu. Bu sert eleştiriyi yapanlardan önemli birisi de Hasan Fehmi idi. Yazıları sebebiyle iktidar partisince adeta nefret edilen isimlerden biri oldu. Sürekli tehdit edilmeye başlandı. Ülkede fikri tahribat yapmakla ve milletin dimağını tahrip etmekle itham edildi.

Muhalif gazeteci durumunda olan Hasan Fehmi 6 Nisan 1909 günü okul arkadaşlarından Kaymakam Ertuğrul Şakir ile Beyoğlu’ndan Sirkeci’ye gitmekteydi. Galata Köprüsü’nü geçtikten sonra Sirkeci Postahanesinin önünde meçhul bir kişinin kurşunlarına hedef oldu ve hayatını kaybetti. Ertesi gün gazetesi öldürülüşünü, “Serbesti-i matbuatın (basın özgürlüğünün) ilk kurbanı, ömrünü menfalarda (sürgünlerde) geçirmiş olan evlad-ı hürriyetten Hasan Fehmi Beyin ruhuna fatiha.” yazısıyla okuyucularına duyurdu. Hasan Fehmi Beyin katledildiği “6 Nisan Günü” Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından, “Basın Şehitleri Günü” ve “Hasan Fehmi Bey Anma Günü” olarak kabul edilmekte ve bu vesile ile bazı etkinlikler yapılmaktadır.

Bilindiği gibi Sultan Abdülhamit döneminde yapılan bazı yanlış uygulama ve baskılar eleştirilere sebep olmuş, özellikle fikirler önüne konan engeller, hür düşünce ortamının gelişmesine mani olmuştur. 1907 tarihinde İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri de basın yoluyla yanlış uygulamaları eleştirmiş ve bunlara karşı çıkmıştır. Akabinde Meşrutiyet’in ilânını “Hürriyetin ilânı” olarak görüp alkışlamış ve şeriat adına sahiplenmiştir. Gerek Meşrutiyetin ilânından evvel ve gerekse ilânından sonra, Meşrutiyet konusundaki vehim ve endişeleri sözlü ve yazılı ifadeleriyle ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Ancak, 31 Mart Hadisesinin ortaya çıkışı ve sonrasındaki baskı, hür ortamı adeta ortadan kaldırmıştır. Divan-ı Harbe verilen Bediüzzaman da İttihat ve Terakki hükümetinin uyguladığı baskıyı sert bir şekilde eleştirmiştir.

İttihat ve Terakki’nin bazı mensupları ile önceden Meşrutiyet’i savunan Bediüzzaman daha sonra onları eleştirmekten de çekinmemiş ve yanlışlarını sert bir şekilde dile getirmiştir; “Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husûmet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn, yaşasın mevt, zalimler için de yaşasın Cehennem!..” Tarihçe-i Hayat, s. 54) demek suretiyle yeni hükümetin Sultan Abdulhamit dönemindekilere kıyasla çok daha büyük yanlışlar içinde olduğunu yüzlerine haykırmıştır.

Bediüzzaman, Hasan Fehmi Bey’in ismini zikrederken 31 Mart Hadisesine de değinmiş ve sebeplerini izah etmiştir. 31 Mart Olayını “müthiş fırtına” olarak belirten Bediüzzaman, büyük bir felakete sebep olacakken, lisanlardaki “şeriat” lafzının fırtınanın gayet hafif atlatılmasına vesile olduğunu kaydetmiştir. Bu arada gazetelerin yanlış ve abartılı yorumlarını da tenkit etmiştir. Olayın anlaşılabilmesi ve gerçeğin ortaya çıkması için aşağıdaki yedi durumun incelenmesinin yeterli olacağını sözlerine eklemiştir:

“1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakkinin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.

2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil idi.

3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne set olmaktı.

5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin kàtilini meydana çıkarmaktı.

6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

7. Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâğat yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi…” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 43-44).

20.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004