Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Vatanı kurtarıcılardan kurtarmak

Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndaki ağır yaralarını başarıyla sarmış devlet başkanlarının en önde geleni Konrad Adenuaur’ın düşündürücü bir tespitini hep tekrar ederim. Der ki: “Tarih, önlenebilecek felaketlerin toplamıdır.”

Önlenebilecek, yani insan eliyle meydana getirilen felaketler. Mesela? Mesela savaşlar... Ne bileyim, mesela işkenceler, yanlış kararlar veya darbeler. Özellikle darbeleri Adenauer’ın sözünü ettiği ‘önlenebilecek felaketler’e dahil etmemizde büyük fayda var.

Buraya bir başka Alman kökenli zatın, Yahudi sosyolog Norbert Elias’ın sarsıcı yakalayışını başka bir yazıda açmak üzere çengelli iğneyle asıyorum: İnsanoğlu doğal afetlerde birbirine yardımcı olmak için çırpınır ama siyasî afetlerde bunun tam tersini görürüz. Hatta bu afete maruz kalanlara acıma duygumuzu dahi yitiririz.

Neden acaba? 27 Mayıs ihtilâlinin gerçekleştiği hafta doğan kızların adını Nuray (anlarsınız ya, nurlu ay!) koyan CHP’lileri hatırlatmak yeterlidir bunun için. Bu iki Alman’ın tespitini peş peşe getirirsek şöyle bir manzara çıkar karşımıza: Önüne geçilebilir bir ‘felaket’ olan darbeler karşısında neden Akif’in dediği gibi yüreklerimiz toplu vurmuyor ve mesela bir deprem anında hemcinslerimizi korumak üzere hareket geçen beşerî refleksimiz bu felaketlerde dumura uğruyor, derhal sen-ben kavgasına düşerek gerçek felaketi unutuyoruz?

Galiba ipin ucu siyasetin eteğine düğümlendiği için…

Oysa darbeler bir avuç ihtilalci kadroya geçici bir şöhret ve kudret getirse de, hüsranla sonuçlanması kaçınılmaz gibidir. Belki 12 Eylül’de olduğu gibi terörü bitirmek, asayişi sağlamak bakımından geçici bir rahatlık getiriyor. Lakin yaranın kendisini iyi etmeyip üzerine tentürdiyot şişesini boşalttığı için yüzeydeki mikrop kırılıyor ama bir süre sonra bünye aynı yaradan onu yine üretmeye devam ediyor. 12 Eylül darbesinin gerçek bir sonucu olan 1982 Anayasası’nın son gediklerinden birisi, meclis toplantı yeter sayısı tartışmasında ortaya çıkmadı mı?

Bakın 27 Mayıs darbesinde görev alan Üçüncü Zırhlı Tugay Komutanı Orhan Erkanlı, hatıralarında hangi acı itiraflarda bulunuyor:

“Asker, sivil, gelip geçen bütün iktidarların gerekçesi ve gayesi hep ayni idi: “Vatanı kurtarmak, demokrasiyi yaşatmak.” Aslında ortada kurtarılmaya muhtaç, batmış bir vatan ve zorla yaşatılacak bir demokratik düzen olmadığını, kahraman veya hain olarak nitelediğimiz kişilerin iktidar mücadelelerinin galipleri veya mağluplarından ibaret bulunduğunu bir türlü anlamadık. Memleketimizin en ciddî, en önemli ve hayatî sorununun, VATANI KURTARICILARDAN KURTARMAK olduğunu bildiğimiz halde açıklamadık, bu yolda samimi gayretler harcamadık…”[1]

Peki bu noktaya nasıl gelmiş 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece tanklarıyla İstanbul’u ziyaret etmiş olan ihtilalcimiz? Öyle zannedildiği gibi fazla uzun sürmemiş. Henüz 27 Mayıs’tan iki gece sonra sivil hayatı yönetmenin silahları sivriltmekle alakası bulunmadığı dank etmiş kafasına.

29 Mayıs akşamı Ankara’ya giden Davutpaşa tank birliği komutanı Orhan Erkanlı, ihtilalci subay arkadaşlarının Başbakanlık’ta çalıştığını öğrenir ve içeri girer. Gördüğü manzara karşısında gayri ihtiyari şaşırır: “Bakanlar Kurulu’nun toplantı salonuna girince şaşkınlığım bir kat daha arttı; 50-60 kişilik bir kalabalık kabine toplantısı yapılan masanın etrafında kısmen oturmuş, kısmen ayakta, her kafadan bir ses çıkıyor… Bunlar kimdi, çoğunu tanımıyordum. M.B.K. [Milli Birlik Komitesi] denen bu topluluk muydu? Bizim Atatürkçüler Cemiyeti’ne ne olmuştu? Eski arkadaşlarımız nerede idiler? Kafam bir sürü soruyla doldu…”

Koskoca ihtilali silah zoruyla yapmış olan topluluğun bu darmadağınık hali son güne kadar yaşayacaktı. Ancak Orhan Erkanlı, o gece eve gitmek üzere dışarı çıktığında üç gün içerisinde memleketi ne hale düşürdüklerini daha iyi anlar. Şöyle yazar hatıratına o gece hissettiklerini: “Sabaha karşı Başbakanlık’tan çıktım, şiddetli bir yağmur yağıyordu, taksi bulamadım ve annemin Cebeci’deki evine kadar yaya yürüdüm. Üç gündür Türkiye’yi idare ediyorduk, fakat binecek bir araba bulamıyorduk. Bu yürüyüş bana iyi geldi; daldığım rüyalardan ayıldım, yıktığımız devletin altında kaldığımızı… idrak ettim.”

Devlete bir gecede el koyanların bunun arkasını nasıl getireceklerinin resmidir bir bakıma o gece gördüğü. Rüya sona ermiştir.

Darbeler, kesin çözüm gibi görünen kesin sorunların ebesidir, dersek Konrad Adenauer’e nazire yapmış mı oluruz?

1. Orhan Erkanlı, Anılar… Sorunlar… Sorumlular…, 3. baskı, İstanbul 1973, Baha Matbaası, s. X.

4 Mayıs 2007, haber7.com

Mustafa ARMAĞAN

05.05.2007


 

Olan bitenlerde AB kilit kavram mı?

Türkiye’de son günlerde olağandışı şeyler şeyler. Ben bu olağandışı gelişmeleri bir süredir ‘anormal’ yani normal olmayan, evrensel (üniversel) normlardan sapmış gelişmeler olarak adlandırıyorum.

Olağandışı, anormal, normlardan sapmış gelişmelerin yaşandığı bir ülkeye de ‘anormal’ demek çok yadırgatıcı olmaz diye düşünüyorum.

Oysa, bir süredir temel derdimiz de ülkemiz Türkiye’yi norm dışı, olağandışı, anormal bir çizgiden normal, olağan bir çizgiye çekmek idi.

Ben de bu çabaların bütününe bir süredir ‘normalleşme’ adını vermeyi tercih ediyorum ve Türkiye’nin de temel sorununun ‘normalleşme’ sürecinde çok gerilerde kalmış olduğunu ifade ediyorum.

İşte AB sürecinin önemi tam da bu aşamada gündeme geliyor.

Çünkü AB süreci özünde ülkemizin kısa bir süre içinde, isterseniz, şok terapi de diyebilirsiniz, normalleşmesi sürecinden başka şey değil.

Küreselleşme sürecinde hangi ülke evrensel normlara, standartlara daha yakın durursa yani daha normal bir ülke haline gelirse daha hızlı ve sağlıklı bir büyüme sürecine, daha demokratik bir ortamda giriyor.

Hangi ülke evrensel normlardan, standartlardan biraz daha saparsa, yani daha ‘anormal (norm dışı) bir ülke haline gelirse büyüme süreci ciddi biçimde aksıyor, demokrasiden biraz daha uzaklaşıyor.

Bunun belki tek istisnası Çin gibi, ücretlerin hâlâ yüz dolar düzeyinde olduğu ve nüfusu bir milyarı aşan ülkeler; bu ülke tipi ekonomilere yani yüz dolar ücrete özeniliyorsa durumu farklı yorumlamak mümkün.

*

Ülkemizde son günlerde yaşanan gelişmeleri de ben zaten çok iyi oturmamış evrensel normlardan yani normalleşmeden ciddi bir sapma olarak yorumluyorum.

Bunun yani normalden sapmanın da faturasını, temenni etmiyorum ama hem kısa hem orta vadede fakirleşme ve demokratikleşmeden geriye gitme olarak ödeyeceğiz.

Bunun da temel sorumlusu kanımca ortada.

*

Bu gelişmeler AB sürecinin önemini meseleye normalleşme gözlüğü ile bakmak isteyenler için bir kez daha ortaya koyuyor.

Geçtiğimiz iki sene içinde TBMM’nin ve AKP hükümetinin uygulamada ve beklenti yönetiminde AB meselesini ikinci plana atmasının muhatap olduğu askeri müdahalede çok önemli hatta birincil bir rol oynadığı ortada.

AB sürecine yani Kopenhag kriterlerini mevzuatımıza uyarlama ve yaşama geçirme sürecine aynen 2003, 2004 temposu ile devam edilebilse idi, ne Tandoğan ve Çağlayan mitinglerine orta sınıfların katılımının bu denli güçlü olması ne de Genelkurmay’ın gece gelen internet darbesinin olanaklı olamayacağını düşünüyorum.

AB sürecinin, biraz da AB ülke yönetimlerinin hatası ile askıya alındığı izleniminin oluşması ülkemiz Türkiye’de anormal gelişmelerin yaşanmasının temel nedenidir.

Darbe heveslileri de AB sürecinden uzaklaşılmasından güç almışlar, cesaret bulmuşlardır.

Sözün özü

Türkiye’nin temel sorunu normalleşme sürecinde gecikmişliğidir.

Daha normal bir Türkiye’de askerin darbe tehdidi de, bu tehdidi yapanların cezasız kalması da, TBMM Başkanı’nın ‘Cumhurbaşkanı dindar olmalı’ demesi de olanaksızlaşacaktır.

Ve normal bir Türkiye daha hızlı bir büyümeyi daha demokratik bir ortamda başaracaktır.

Bu son gelişmeler karşısında askerin de, ulusalcıların da, din devleti özlemcilerinin de neden AB karşıtı olduğu daha netleşmektedir diye düşünüyorum. Anahtar kavram AB sürecine bağlı normalleşme kavramıdır.

Star, 4 Mayıs 2007

Eser KARAKAŞ

05.05.2007


 

Anayasa Mahkemesi acilen halkı kapatmalı

Anayasa Mahkemesinin 367 hurafesini onaylaması Cumhurbaşkanlığı seçimini bloke etti. Kararın çürütücülüğü elbette bununla sınırlı değil. “Türedi 367” siyasal sistemi temelden kilitleyici bir rol üstlenmiş oldu.

Bundan böyle Cumhurbaşkanı seçmek fevkalâde zor bir hale geldi...

1982 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı seçimini neden kolaylaştırmıştı? Siyasal tıkanıklığı gidermek için. 1980 öncesinde tam 115 tur attığı halde Çankaya’da oturacak kişiyi seçemeyen bir Meclis vardı ve bu durum darbe gerekçesi olarak tepe tepe kullanılmıştı...

Günümüzde Meclis’in Çankaya seçimini suhuletle yapacak olmasından korkulduğu için ‘367 hurafesi’ adeta yastık altından çıkartılıp getirildi: Anayasa Mahkemesi üyelerinin siyasal tercihleri havada karada belli 9 üyesinin varlığı, malum kumpası icra edenlerin en büyük güvencesiydi!

367 hurafesi, Sabih Kanadoğlu’nun icraatı olarak hayata geçse de, evvelemirde Erdoğan Teziç’in yorumuydu. 367 bir nevi “uyuyan ajan”dı. “Günü geldiğinde düğmeye basılarak uyandırılan tetikçi” işlevi gördü...

Pazar günü birinci tur yenilenecek. Burada da 367 bulunamadığı takdirde Çankaya turları sonlandırılacak...

367 yorumunun hukuki olarak en büyük açmazı “üçte iki”nin toplantı yeter sayısı haline getirilmesi ve bulunamadığı takdirde diğer turlara geçilemeyişi. (...)

Baykal’a gelince, kendisi Erol Taş rolünde. Kızmayalım. Mazurdur. Krize oynamak babında asabidir ama mazereti de vardır!

Erdoğan’ın “Erken seçim artı cumhurbaşkanını halk seçmeli” atağı karşısında canı sıkıldı, Baykal’ın: “Aman ha, halk seçmesin” diyor...

Sahi, Cumhuriyet -ne partisiydi? Halk, değil: Cumhuriyet Halk Seçmesin Partisi! Doğru isim budur...

Temeli: İkinci İnönü Savaşı esnasında Bursa’dan göçen bir kafileye nasıl seslenmişti, İsmet Paşa? “Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır” demişti! (Kaynak: Ulus, 17 Mayıs 1968)

Baykal “Sezer gibi Cumhurbaşkanı olsun” istiyor. Aynı zamanda “Sakın ola halk seçmesin” diyor. Yani? Halkın Sezer gibi bir Cumhurbaşkanı’nı seçmeyeceğini gayet iyi biliyor. Öyleyse, bir an evvel halk ithal etmeliyiz...

Üç aylık uzatmalar falan da kesmez bizi. Sezer’i şöyle sonsuza kadar Çankaya’da tutacak bir formül yok mu?

Ce-Ha-Pes, genel seçimde “halk”ın karşısına çıkacak. Muhtemelen Çankaya seçiminde de maalesef yine halka gidilecek! O zaman, “367 Sabih Bey Amca”dan rica edelim. Kamuoyunu hazırlayalım. Anayasa Mahkemesi’nden dokuza iki halkı kapatma kararı çıkartalım. Kökten ferahlayalım...

Final: İki yıldır erken seçim isteyen CHP seçimin kapıya dayandığını görünce “Çok ani oldu/ sıcaktır/ tatildir” diye slalom yaptı; “Eylül”e kaçmaya çalıştı. Ancak başaramadı. Sonuçta onların oyları da eklendi. 22 Temmuz’da erken seçim kararı dün Meclis’ten geçti: Hayırlı işler, bol güneşler!

Zaman, 4 Mayıs 2007

Tamer KORKMAZ

05.05.2007


 

Muhtıra cuntaların eseri mi?

Kafamda bir dolu soru...

Darbeler ve cuntalar!

Cuntalar konusu ilginçti. Acaba bazı cuntaların varlığı olabilir miydi, muhtıranın sürpriz şekilde ve gece yarısına doğru verilmesini sağlayan?..

Yani dipten gelen bir dalga...

Bir noktayı biliyorum:

2003 ve 2004 yıllarından kalma bazı cuntaların varlığından, ya da ‘cuntasal yığınaklar’dan hükümetin tepeleri haberdar. Bunların ‘sivil bağlantıları’nın da yakın markajda tutulduğu anlaşılıyor.

Üst düzeyde bir hükümet yetkilisinin şu sözleri düşündürücüydü:

“Hükümet olarak vakıfız ne olup bittiğine... Tabii sivil ayağı da var cuntasal kalıntıların... Birkaç emekli büyükelçi, akademisyen...”

Nokta dergisinde yayınlanmış olan 2003-2004 darbe tertipleri ile ilgili iddiaların gerçekliği konusunda fazla bir soru işareti yok hükümetin tepelerinde...

Nitekim, Abdullah Gül bundan önceki bir görüşmemizde yazılması kaydıyla, daha Nokta’daki yayın öncesinde darbe tertiplerini bildiklerini söylemiş, bunların sadece bir takım iddialardan ibaret olmadığını belirtmişti.

Bu arada devrin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa da yaptığı açıklamada tertipleri reddetmemişti.

27 Nisan Muhtırası...

Dipten gelen bir dalga mı?

Gazı alan geçiçi bir adım mı?

Yoksa kalıcı mı?(...)

Bir an sesli düşündüm:

Darbe, Türkiye’yi bölmek isteyenlerin tuzağına düşmektir diye... Ve böyle bir darbede mutlaka bir dış parmak vardır diye... Bu dış güç, bölgede yeni bir devlet kurmayı kafasına koymuşsa, Türkiye’de açık bir darbenin zeminini çaktırmadan hazırlayabilir ya da darbe ortamının oluşumuna katkıda bulunabilir diye...

Türkiye bu tuzağa düşer mi?

Demokrasiyi rafa kaldıracak, AB yolunu dinamitleyecek, siyasal ve ekonomik istikrarını berhava edecek bir darbe yaşanabilir mi Türkiye’de?

Sanmıyorum.

Türkiye’nin askerinin de, sivilinin de aklını ekmek peynirle yemediğini düşünüyorum.

Milliyet, 4 Mayıs 2007

Hasan CEMAL

05.05.2007


 

Halktan korkarlar

(...)Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Prof. Baskın Oran geçenlerde Aktüel dergisinde benzeri bir saptamada bulunmuştu. (Baskın Hoca, “ AKP, Kemalizmin hem zaferi, hem de yenilgisidir “ diye formüle ediyor.)

Bunları akılda tutarak gelelim asıl konuya:

Bu halk, belediye başkanlarını seçiyor mu? Evet. Bu halk, milletvekillerini seçiyor mu? Evet. Peki cumhurbaşkanını niye seçemesin?

Seçer! Bal gibi seçer. İlk turda biraz savrulsa da, ikinci turda oyunu en uygun adaya verir.

Bu da halkın demokratik olgunluğa ulaşmasının son adımı olur.

(...)Kemalizm ise tam da bunu engellemek üzere geliştirilmiş bir ideolojidir.

“Halka seçtirelim” lafını duyduğu anda, bürokratik elitin siyasi sözcüsü olan CHP Başkanı Deniz Baykal’ın cinleri tepesine çıkıyor. “ Bunun adı padişahlıktır “ demeye başlıyor.

Meğer mevcut cumhurbaşkanı padişahmış!

Peki mümkün mü?

Halka bu imkânı verirler mi?

Hayır! Sonuna kadar direnirler.

Önce partiler engellemeye çalışır. Ardından cumhurbaşkanı set çeker. Anayasa Mahkemesi mutlaka bir kulp takar. Hiçbir şey olmazsa bir gece yarısı muhtırası daha patlatırlar.

Kendimizi kandırmayalım:

AKP de zaten bu öneriyi kabul edilmesi umuduyla ortaya atmadı. Yapılan sadece bir siyasi taktiktir.

Şimdi seçim meydanlarına çıkıp şunu diyecekler: “ Gördünüz işte... Sizin temsilciniz olan milletvekillerine cumhurbaşkanını seçtirmediler... ‘Halk seçsin’ dedik, ona da yanaşmadılar... Bize daha da fazla oy verin ki bu çarpık yapıyı düzeltelim. “

Öte yandan teklif büyük yankı uyandırdı. Şu anda, kahvelerden şirket koridorlarına, kantinlerden internetteki tartışma gruplarına, toplumun tüm kesimlerinde bu konuşuluyor. Çoğunluk “ Biz seçelim ki bir daha bu tip krizler olmasın “ diyor.

Arkadaşlar, üzgünüm ama boşuna heveslenmeyin. Cumhurbaşkanını size seçtirmezler.

Sabah, 4 Mayıs 2007

Emre AKÖZ

05.05.2007


 

Cumhuriyet, 4 Mayıs 2007

05.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004