Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Boşa geçen 47 yıl

Tam 47 yıl önce bugün Türk Silahlı Kuvvetleri darbe yapmış ve dönemin iktidarının başında bulunanları hapse atmıştı. Bu kişilerden üçü sonradan asıldı. Üç idam mahkûmundan biri olan Başbakan Adnan Menderes’in adını bugün ülkenin en büyük havaalanlarından biri taşıyor. Menderes bugün kendi anıt mezarında yatıyor.

Aradan geçen 47 yılda iki askeri darbe, bir postmodern askeri darbe, dört de darbe girişimi oldu.

Ve bugün Türkiye bir kez daha askeri darbeyi konuşuyor. Bir yanda bazı “sivil toplum örgütleri” askeri müdahalenin ideolojik ve kitlesel desteğiyle ilgili çalışmalar yapıyor, diğer yanda sandıktan umudunu kesmiş insanlar “asker gelsin bu iş bitsin” diye konuşuyor.

***

1960’ta iktidardan indirilen Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi ilk serbest seçimde iktidar oldu ve iki kez yüzde 50’nin üzerinde oy aldı.

AP’nin başında olan Süleyman Demirel 1971’de yine askeri müdahale ile başbakanlıktan indirildi. 12 Mart 1971’in gerekçesi “anarşi” ve “bölücülük” idi. Bu müdahalenin ardından “anarşi” denilen durumun sona ermesi bir yana, ülke bir iç savaşın kıyısına kadar geldi.

***

12 Eylül askeri darbesinin gerekçelerinden biri, artan bölücülüktü. Bu yüzden Diyarbakır askeri hapisanesi bir temerküz kampı gibi çalıştı. “Bölücülük” böylece bitirilemedi. Bitirilmesi bir yana birkaç yıl sonra PKK adlı örgüt cumhuriyet tarihinin en büyük silahlı kalkışmasını başlattı. Bu kalkışma hâlâ devam ediyor.

1997 yılının 28 Şubat’ı ilk postmodern darbe için düğmeye basılan tarih oldu. “İrtica” yani Erbakan, Çiller’in desteğiyle iktidara gelmişti, yüzde 20 dolayında bir oyu vardı.

12 Eylül’ün askeri yöneticileri sol dalgaya karşı “Müslümanların desteklenmesi” şeklinde bir politika benimsemişlerdi. Ve bu desteğin ucunda Erbakan iktidara kadar gelişini gördük...

***

Askeri darbenin bir kez evine bir kez de hapse gönderdiği Süleyman Demirel tekrar başbakan sonra da cumhurbaşkanı oldu.

Erbakan 28 Şubat müdahalesi ile gönderildi, onun partisinin içinden çıkan AKP, 2002 yılında, yani son darbeden beş yıl sonra bütün diğer siyasi partilere fark atarak iktidar oldu.

AKP de cumhurbaşkanı seçimi dolayısıyla bir askeri muhtıraya hedef oldu. Türkiye seçime gidiyor ve AKP yine sandıktan birinci parti olarak çıkacak.

***

Şimdi askeri müdahaleleri yapanlar, halen askeri müdahaleleri özleyenler bir sorunun cevabını vermek zorunda: Bütün bu müdahaleler neye yaradı?

Şuna yaradı:

Her askeri müdahalenin ardından Türkiye biraz daha geriye gitti. “Çağdaş uygarlık” tan uzaklaştı, üçüncü dünya kıskacına takılı kaldı.

27 Mayıs 1960’ta doğanlar bugün 47 yaşında olgun kişiler ve ömürleri “asker darbe” konuşmaları içinde geçti.

Burada “ama” diye başlayan gerekçeleri sıralamaya gerek yok.

Elbette Türkiye’yi siviller iyi yönetemedi.

Ama askeri yönetimler sivillerden daha kötü yönetti. Hiçbir askeri darbe, gerekçesi olan sorunu gideremedi, tam tersi sonuçlara yol açtı.

Bu ülkede hâlâ “asker gelsin sorunlar bitsin” diyenlerin bulunması çağdaşlık ölçütlerine göre büyük bir ayıptır. 47 yıldır aynı tartışmaların içinde kapanıp kalmış olmamızın açık sonuçlarını görmemek için gerçekten kör olmak gerekir. 47 yıl önce Türkiye ile aynı toplumsal ve ekonomik düzeyde olan ülkelerin tümü şu anda “ileri ülkeler” ligindedir. Peki, Türkiye nerededir? Herkes çevresine baksın, kör değilse görecektir.

Vatan, 27.5.2007

Okay GÖNENSİN

28.05.2007


 

27 Mayıs, Türkeş, ABD ve 50 milyon dolar

27 Mayıs’ta Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde askerî ataşe olarak görevli olan Fred Haynes anlatıyor:

‘İhtilal oldu... Biz, bütün personelimiz ve ailelerimizle büyükelçilik binasındaydık. Ön güvenlikte görevli deniz piyadeleri, bir Türk tankının elçilik dış kapısına dayandığını ve üzerindeki albayın bizden biriyle mutlaka görüşmek istediğini bildirdiler. Askeri ataşe olarak görüşmekle ben görevlendirildim. Gittim. Gerçekten de büyükelçiliğin Atatürk Bulvarı’na bakan tarafındaki kapısına dayanan bir Türk tankının namlusu, bahçemize kadar girmişti ve üstünde son derece sert görünümlü bir Türk albayı bulunuyordu. Kapıya yanaşınca albaya selam verip kendimi tanıttı, o da tanktan aşağıya atlayıp kendini tanıttı: Albay Türkeş!..

Ne istediğini sorduğumda son derece düzgün bir ifadeyle, yıkılan hükümetin devletin kasasında bir tek dolar bile bırakmadığını, acil para bulunmazsa devletin işini yapamayıp, memur maaşlarını bile ödeyemeyecek duruma geleceğini ve ihtilalin parasızlık nedeniyle daha başlamadan biteceğini söyledi. İsteği, benim, kendisiyle başbakanlığa gitmem, oradaki kriptolu teleksten Washington ile temas kurarak, ihtilalin acil ihtiyacı olan 50 milyon dolarlık transferin gerçekleşmesini sağlamamdı.

Büyükelçi izin verdi, Türkeş’le birlikte başbakanlığa geçtik, ben teleksi ilettim, sonra Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı’ndakilerin saat farkı nedeniyle uyanıp işlerinin başına gelmelerini beklemeye başladık. Saatler sürdü bu ve çok sıkıntılı bir bekleyişten sonra teleksten, istenilen paranın Türkiye’ye transferin yapılacağı bildirildi.

Albay Alpaslan Türkeş çocuklar gibi sevinmişti... O günden sonra Türkeş’le ne zaman karşılaşsam, 27 Mayıs’ta olduğu gibi selamlaşırım...’

Star, 27.5.2007

Ardan ZENTÜRK

28.05.2007


 

Kuzey Irak maceradır

Sınır ötesine TSK operasyonlarından sonra gazeteci grupları Kuzey Irak’a götürülürdü. O gruplarda ben de bulundum. “İşte PKK kampı” dedikleri dağ başındaki kamp yakınlarına önce helikopterlerle taşınırdık, sonra yürüyerek giderdik. “Kamp” dedikleri odak, müthiş bir şey sanılmasın. Dallarla, yapraklarla örülmüş birkaç çardak... Ekmek ve yemek pişirdikleri bir de fırın.

Boğucu sıcaklarda o çardakların altında eğitim alıyorlar, yemek yiyorlar, geceleri de uyuyorlar.

TSK oralara vardığında, kamplar çoktan boşaltılmış oluyor.

Bir keresinde karşımıza 13-14 yaşlarında, henüz bıyıkları bile terlememiş, zayıflıktan bir deri bir kemik kalmış, korkudan titreyen, bitler içinde, peşmerge giysili iki çocuk getirilmişti.

Anlattıklarına göre, “TSK’nın vuracağı” haberi gelince, kamplar boşaltılmış, PKK’lılara “araziye dağılın, köylerde halkın arasına girerek saklanın” emri verilmiş.

İran-Irak-Türkiye sınırında köşe yapan dağlarda PKK mevzilerini de göstermişlerdi.

Kayalarda binlerce mermi izi vardı.

Oralara “TSK helikopterlerine taciz ateşi için” 8-10 PKK’lıyı bırakmışlar. Birkaç saat sonra çoğu kaçmış.

Bunları gören bir gazeteci olarak, sınır ötesi harekâtın vereceği sonuç konusunda “iyimser olduğumu” söyleyemem.

Kuzey Irak’a sınır ötesi harekâtın “kesin çözüm” olacağı yolunda kimsenin iddialı konuşacağını sanmıyorum.

Peki... Bazen Irak içlerine 150 km girerek yapılan TSK harekâtlarının hiç mi yararı olmamıştır.

Olmuştur elbet.

PKK’nın lojistik kaynaklarına darbe vurulmuştur.

Silah, yiyecek depolarının bir bölümü bulunarak, kullanılmaz hale getirilmiştir.

İnsan kaynakları destek noktalarıyla göbek bağları kesilmiştir.

En önemlisi... Caydırıcılığıdır.

“TC kafamıza çökebilir” korkusunu yüreklere salmıştır.

Ama... O zaman PKK bölgede izoleydi. Barzani ve Talabani’den ancak “kerhen” ve çok zayıf destek alabiliyordu.

Kuzey Irak, Bağdat yönetiminin erişemediği bir sahipsiz arazideydi.

Şimdi ise daha önce katır sırtında gittiği yerlere PKK’lı taksiyle gidiyor.

Köylerde, kasabalarda, kentlerde elini kolunu sallayarak dolaşıyor.

Silah, yiyecek, ilaç? Her türlü desteği buluyor.

Arkasında bölgesel yönetimin başındaki Barzani, ulusal yönetimin başındaki Talabani ve hepsinin üstünde olan ABD var.

Bu durumda sanki bütün sorun hududun öte tarafına sefer eylemekle çözülürmüş gibi hava basmak, toplumu da, kendini de aldatmaktır.

Milliyet, 27.5.2007

Güneri CIVAOĞLU

28.05.2007


 

Azra’nın söylediği ve söyleyemediği

Yurdun kim bilir hangi yoksulluklarından gelmiş dimdik erin iki eli arasına küçülmüş aslan babasının fotoğrafını, kim bilir kaç yaşında yaşlanmış yaşlı gözlü dayısının kucağından uzanıp da okşayan 7 aylık Azra’ yı gördünüz, değil mi?

Minicik elleri arasına sığıvermiş “Şehit Uzman Çavuş” babacığının yüzü.

Bir çerçeve içinden kızına bakan babasını ancak fotoğraftan okşayabilen 7 aylık Azra’ nın o anki fotoğrafı da on binlerce yürek okşamıştır dün.

On binlerce el, on binlerce anne, babanın dolu dolu gözleri, gani gönülleri okşamıştır.

Hiçbir lanet, babacığının resimde donan yüzünü kapatabilecek kadar erkencikten büyümüş o minicik elden daha çok şey söyleyemez.

Nitekim, büyükleri de öyle demiştir; “Bu çocuk zaten her şeyi söylüyor” demiştir.

Azra’ nın “28 yaşında Şehit Uzman Çavuş Vedat” babasını da bebek bebek okşamış bir büyükbaba vardır ve “Vatan sağ olsun” derken, “Azra’nın söyleyemedikleri” ni azıcık söylemektedir:

“Oğlum askerliğini yaptıktan sonra İzmir’de iş aramıştı. Bulamadı. 2004’te uzman çavuş oldu. 2008 Mart’ında sözleşmesi bitecek, İzmir’e dönecekti. Ama cenazesi geldi.”

“Kahpe mayın” a inat, hep hayata sıkı sıkı sarılacak elleri olsun Azra’ nın.

*

Bu bebekleri, evlatları, gencecik babaları daha büyük, daha uzun, daha derin, daha çok nefret ve sürekli yıkım dolu savaşlara sürüklemeyin amcaları!

Azıcık huzur, biraz umut, şöyle bir ufuk gördüğünde yüzü hemen gülümseyenlerin kısa sürede yeniden nasıl bir kasvetin, nasıl bir matemin, nasıl bir acının ve umutsuzluğun çocukları haline geldiğini az düşünün.

*

Dipsiz Kuyu okuru, “Azra’nın babası ve arkadaşları” nın ne tür hayat koşullarında hep ölüm kıyısında yaşayıp bazen de ancak bayrağa sarılı eve dönebildiğini biraz bilir.

Daha geçen, bir uzman çavuş kaleminden “Şehit mektubu/ Ölmeden mezara koydular beni” vardı burada.

“Emekli Uzmanlar Derneği (www.emuzed.org.tr)” yönetiminden Selami Yıldırım “6 can alan kahpe mayın” ın hemen ardından şu mesajı yollamıştı:

“Bu ülkenin insanları niçin ancak şehit olduklarında yahut cinnet geçirip etrafa zarar verdiklerinde uzmanların ismini duyar? Niçin normal zamanda da kimilerinin selüliti kadar yer bulmazlar? Meclis’e gelen iki kanun teklifi niçin iktidar tarafından reddedilmiştir? Ama onlar eylem yapamaz, hanımların eline tava verip çaldıramaz.”

Az kulak verseniz, “Azra’nın söyleyemedikleri” ni azıcık duyarsınız.

Tabutu başında, elbet çok çok derin üzüntüyle saf duran Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın, maalesef babası henüz hayattayken pek duyamadıklarını, duymazdan gelinenleri duyarsınız biraz.

*

Cuma günkü SABAH’ta “7 şehit yürekleri yaktı” haberinin hemen altında, “Emekli Astsubaylar Derneği TEMAD” ın ilanı vardı. Kısıtlı imkânla parası zar zor çıkmış ilanda 10 maddelik talepler:

“En çok şehit ve gazisi olan astsubaylar, reva görülen uygulamalarla sosyal ve ekonomik yönden büyük haksızlıklara uğramakta. Bu, ‘eşitlik, adalet’ ilkeleriyle bağdaşmamakta. Aşağıdaki haklarımızın verilmesi konusunda ilgilileri uyarıyoruz... Astsubaylar ülkeye ve TSK’ya bağlılıklarını kanıtlamışlardır. İsteklerimiz imtiyaz ve ayrıcalık değil, adalet ve eşitliktir.”

“Şehit Uzman Vedat” ın cenazesinin gittiği İzmir’den “Emekli Kıdemli Başçavuş” Ersen Gürpınar TEMAD’ın web sitesi www.temad.org da diyordu ki:

“Bu kadar tahakküme bizim dışımızda hiçbir meslek bu kadar sabır ve metanetle davranmazdı. Vatanseverlik duygularımız, kurumumuza saygımız bu kadar istismar edilmemeli. Artık susmayacağımızın bir işareti olan bu ilan...”

Duydum ki, ilanın ardından “Milli Savunma Bakanlığı Dernekler Masası Müdürü Albay” TEMAD’ı ziyaret edip “Bu bize muhtıra mı?” diye sormuş. Belki de öyle dememiştir. Belki “ipler koptu” gibi bir şey de dememiştir; TEMAD tam da OYAK adaletsizliklerini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürürken.

Bunları bilemiyoruz tam olarak.

Çünkü “acıların bebekleri”, Azralar, bunları bize söyleyemiyor! Ne babaları hayattayken, ne de paramparça, toprağa verilirken, toprağımıza karışırken.

Sabah, 27.5.2007

Umur TALU

28.05.2007


 

27 Mayıs: Geç kalmış bir hesaplaşma

Geniş bir yelpaze içine yerleşen siyasî görüşlerin toplumun farklı kesimlerinde taraftar bulması son derece doğal. Demokrasi, bu farklı siyasî görüşlerin teşkilatlanarak rekabete girmesine fırsat tanıyor.

Bizim karşılaştığımız sorun, bu rekabetin medenî ölçülerin dışında silahlı müdahaleye konu olması. Elbette üzerine üniforma giydirdiğiniz, ülkeyi korumak için silah verdiğiniz güvenlik mensuplarının da siyasî görüşleri ve inançları olacak. Sorun da burada ortaya çıkıyor: Silahlı koruma görevi verdikleriniz siyasî inançlarını ellerindeki silahları kullanarak savunmaya kalktıkları zaman ne olacak?

Dört askerî müdahalenin bize gösterdiği üzere, sorun çözme yeteneği olmayan, hatta yönetilemeyen, geri, kaba ve ilkel bir ülke olmaya mahkûm olacaksınız. Eğer sınırlayıcı kurallar ve sağlam bir denetim kuramaz iseniz, silahlı güç, siyasî görüşlerini ellerindeki silahı da kullanarak savunmaya girişir. Türkiye’deki askerî müdahalelerin tamamı, ordu içindeki çeteleşmeler aslında silahın siyaset için seferber edilmesinden ibarettir.

Bir grup genç subayın kendi aralarında bir cunta kurarak, kendilerine yurdu savunmak için verilmiş silahları ve emirlerindeki askerleri kullanarak bundan tam 47 yıl önce devlete el koymaları, tam olarak bir silahlı gasp olayı idi. Cuntayı, eşkıya çetesinden farklı kılan, kendilerine verilmiş devlet imkanlarını kullanmalarından ve sonuçta iktidarı ele geçirmelerinden kaynaklanır. 27 Mayısçıları idam edilen 21 Mayısçılardan farklı kılan tek şey, yaptıkları işin netice alıp almamasından ibarettir. 27 Mayıs 1960’ta tarihimizin en talihsiz faciası yaşandı. Yüzyılların birikimi olan devlet geleneğimiz bıçakla kesildi ve yeni yetme bir devlet haline geldik. Devlet ile halk arasındaki güven ortadan kalktı. 1960’lı ve 70’li yılların kardeş kavgasının cepheleri kuruldu. Türkiye bugün sahip olduğu her şeyi 27 Mayıs ve arkasından gelen askerî müdahalelerin yıkıcı atmosferine rağmen başarmıştır.

Eğer ben marjinal ideolojilere iman etmiş bir fanatik isem, şiddet yöntemlerine başvurmadığım sürece fikirlerim birer fantezi olarak kalacaktır. Peki bu marjinal fikirler yurdu savunma görevi için ellerinde silah bulunduran kişilerin iman ettikleri fikirler olursa? O zaman ülkenin düzeni, hatta güvenliği için ciddi bir tehdit ve tehlike mevcut demektir. Bu söylediklerim bir faraziye değil. Ulusalcılık adı verilen, Mussolini faşizmi ile 3. Dünya solculuğunun bir sentezi olan marjinal fikir, bugün daha ziyade üniforma sahipleri tarafından savunuluyor. Otokratik ve hiyerarşik fikirler, emir-komuta içinde hayatlarını sürdürenlere her zaman sıcak gelmiştir. Çeteleşmenin altında da bu fikirler bulunuyor. Karşı karşıya olduğumuz en dehşet verici şey, sadece silahlı gücün değil silahlı güçten destek alan bu marjinal faşizan fikirlerin siyaset üzerindeki vesayet iddiasıdır.

Bu manzara ne siyasî kültürümüzün, ne de askerî kurumların toplum üzerindeki itibarının eseridir. Ordunun “anayasal düzeni koruma ve kollama” görevinin de bu vesayet iddiası ile alâkası yoktur. Rejim tartışmaları, laiklik gerginlikleri bu marjinalliğe sadece destek sağlamak için kullanılmaktadır. Bu yasadışı durumun demokratik sistemlerin araçları kullanılarak ortadan kaldırılması elzemdir. Devlet içindeki bütün kurumların demokratik denetim altına alınması ve silahlı güç ile siyasî alan arasında aşılmaz duvarlar oluşturulması gerekmektedir. Aksi takdirde ülkeyi korumakla görevli silahlı güç, kontrolsüz ve hedefsiz bir serseri mayın gibi ülke menfaatlerine vereceği bilinçsiz zararların müsebbibi olacaktır.

27 Mayıs Darbesi, 47 yıldır bir millet olarak ödediğimiz ağır bedellerin müsebbibidir. Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi. Kardeş kavgasında kaybettiklerimiz de dahil yaşadığımız fenalıkların müsebbibi 27 Mayıs cuntasıdır. Geçmiş ders almak içindir. Yeni kayıpları önlemek istiyorsanız, elinde silah bulunanların siyasî görüşlerinin değerini, elinde silah bulunmayanlarınki ile eşit hale getireceksiniz. Allah göstermesin, bir de seçim sonuçlarını etkilemek için psikolojik harekat planları üzerinde çalışan bir orduya sahip olduğunuzu düşünün. İşte o zaman Balkan Savaşları arefesinden daha kötü bir durumdasınız demektir. 27 Mayıs rezaletinden ders çıkartanlar arasında, giydiği üniformanın amacı ve anlamı üzerinde düşünenler de olmalıdır.

Zaman, 27.5.2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

28.05.2007


 

Prof. Dr. Hayrettin Karaman: İmam hatiplerde iman ve takva zayıfladı, Allah da ceza verdi

İmam hatipler açıldığı zaman bugünkü imam hatipler kadar istikbali yok idi. Hani şu anda mahrumiyet var. İmam hatipliler üniversiteye giremiyor. Buna rağmen söylüyorum. Üniversiteye giremiyor, ama ilâhiyata girebiliyor, yüksekokullara girebiliyor ve mezun olduğunda vazife alabiliyor. O zaman bunların hiçbiri yoktu, ama bizi ana babamız o okullara gönderdiler. Hiçbir istikbali yoktu, belki bir köy imamı olabilirdiniz. Olsun, derlerdi.

Bugünkü kadar maddî imkânlar da yoktu o zamanlar. Bedava yurtlar da yoktu. Bugün gidip bedava okuyabilirsiniz. O zaman yurt yok, bir pansiyonda kalmak zorundasınız, oraya da para veriyoruz. Allah imtihan ediyor. İmam hatiplerin sayısı 500’e, talebe sayısı 500 bine çıktı. Mezunları her tarafa girer oldu. Ama zamanla iki şey oldu. İmam hatiplerdeki ruh ve heyecan ile iman ve takva zayıfladı. Allah da ceza verdi diyebilirim, ya da başka türlü, sonuçta bazı nimetler elimizden alındı.

Vakit, 27.5.2007

Konuşan: Kemal GÜMÜŞ

28.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004