Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ordu-AKP-Irak-ABD

Türkiye’de ordu, K. Irak’a girmek istiyor. Bunun gerekçesi PKK. ABD bir PKK takibine göz yummuş görünüyor. TSK bu fırsatı kullanıyor. Ankara’da patlayan bomba ortalığı daha alevlendirdi. Buna rağmen işin adı henüz konulmadı. Ne planlanıyor, neler konuşuluyor, ne kararlar alınıyor bilmiyoruz. Gene de iki gelişme var: ordu, açık açık “siyasi irade müdahale konusunda irade göstersin” dedi. Erdoğan bunu “bize resmen gelirlerse gereğini yaparız” diye cevapladı. O zaman biz üç soruyla şu değerlendirme ve yorumları yapalım.

Ordu mu AKP mi?

Irak, ABD demektir. Ona rağmen bir şey olamaz. Bana öyle geliyor ki, ABD herhalde şu anda iki soruya cevap bulmaya çalışıyor : 1. Irak müdahalesi sadece PKK’yla mı sınırlı kalsın yoksa bu hareket daha genişlesin, Türkiye Irak’a bütünüyle müdahil mi olsun? 2. Bu oluşumda inisiyatif orduya mı verilsin AKP’ye mi?

Yakın dönemin politik arenasını belirleyecek sorular budur. Eğer orduyla bir ittifak kuracaksa Amerika, AKP gözden çıkarılmış demektir. Yok, tersi olursa, bu, seçim sonrası için AKP kontrollü bir güç veya mevzi elde etmiştir anlamına gelir. Bunlar olabilir mi?

PKK mı Irak mı?

Evet, olabilir. Birincisi, Geçen hafta yayınlanan Guardian gazetesi perde arkasında konuşulanları ortaya koydu. Diğer Amerikan gazeteleri de bir süredir aynı şeyi dile getiriyor. Buna göre Amerika artık Kuzey Irak’tan çekilmek istiyor. Fakat doğan boşluktan korkuyor. Nitekim, Uluslararası Kızılhaç yöneticisi de aynı ürküntüyü dile getirdi. Yani, Amerika Irak’tan çekilsin çekilmesine ama ondan sonraki kaos nasıl önlenecek, sorusu herkesin kafasında. Bu, Türkiye’nin Irak’a daha geniş bir kapsam içinde dahil edilmesini sağlayabilir.

Aslına bakılırsa bu konudaki karar 1 Mart tezkeresinden önce verilmişti. Türkiye, ABD’nin bölgedeki taşıyıcı, köprü, yastık gücü olacaktı. Şimdi, Başbakan Erdoğan’ın Ertuğrul Özkök’e yaptığı açıklamayla bir tarihi gerçek daha aydınlandı. Belli ki, Erdoğan, başta Amerika’ya verdiği sözü tutmuş ve 1 Mart tezkeresinin geçmesini istemiş ama parti içi politikayı aşamadığı için (bu onun acaba kaçıncı yenilgisi?) işi başaramamış. O iş olsaydı, Türkiye bugün boğazına kadar bataklığa gömülmüş, ABD’nin Ortadoğu yükünü taşıyor olacaktı. İyi ki olmadı.

Demokrasi mi güvenlik mi?

İkincisi şu: Irak’a yapılacak bir müdahale 11 Eylül sonrası dünyada ortaya çıkan bir politik pozisyonu Türkiye’ye de taşıyacak. Buna göre Türkiye de demokrasi-güvenlik çatışması ve gerilimi içinde kalacak. Yani, demokratik birtakım haklar ve talepler güvenlik gerekçeleriyle reddedilecek. Bu, istense de istenmese de ordunun siyasal ağırlığını artıracak. Nitekim, muhtırayla birlikte başlayan dönem ve hemen ardından meydana gelen gelişmeler bunu açıkça gösteriyor. Yeni bir polis-terör yasası çıkarılıyor, Güneydoğu’da farklı uygulamalara gidiliyor.

Bu şartlar altında hükümet yani AKP ne yapacak? Yakıcı soru bu. AKP daha demokratik bir anlayışla hareket ederse ordu-ABD eksenini karşısına alacak. Yok güvenliğe öncelik veren bir politik çizgi izlerse bu defa antidemokratik bir uygulamanın içinde kalacak. Türkiye’deki militarist-milliyetçi güçlerle sivil güçler arasındaki karşılaşma da bu eksende cereyan edecek.

Ordu’nun dereleri yukarı akmaz ama bakalım ordunun dereleri Irak’a akacak mı, akacaksa nasıl akacak?

Sabah, 29.5.2007

Hasan Bülent KAHRAMAN

30.05.2007


 

Askerî yönetimde Atatürkçülük dersi

Atatürkçülüğün ihyası için (!) askeri darbeyi savunanların tam olarak neyi savunduklarını anlamak için, Ülkücü bir arkadaşımın trajikomik bir 12 Eylül hatırasına müracaat edelim:

Mamak Askeri Cezaevi… Tutuklular, her öğünden önce, yemeğe hak kazanmak için Atatürkçülük imtihanından geçmek zorunda. Soruları, eline tutuşturulan kitapçığı hıfzetmiş uyanık bir onbaşı soruyor. Cevapsız kalan her soru için tutukluya sopa atılıyor.

- Söyle lan, Atatürk ne yaptı?

- Vatanı kurtardı komutanım.

- Başka ne yaptı?

- Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurdu komutanım.

- Başka?

- Padişahlığı kaldırdı komutanım.

- Başka?

- Cumhuriyeti kurdu komutanım.

- Başka?

- Halifeliği kaldırdı komutanım.

- Başka?

- Harf İnkılabı yaptı komutanım.

- Başka?

- Takvimi değiştirdi komutanım.

- Başka?

- Tekke ve zaviyeleri kapattı komutanım.

- Başka?

- Şapka İnkılabı yaptı komutanım.

- Başka?

- Laikliği getirdi komutanım.

- Başka?

- Eee…

- Çabuk söyle lan!

- Eee…

KÜT!

- Tamam, buldum komutanım, Atatürk Orman Çiftliği’ni kurdu komutanım.

- Başka?

- Başka… eee…

KÜT!

- Söylesene lan, Atatürk başka ne yaptı?

- Eee… Hareket ordusuyla Selanik’ten İstanbul’a gelmişti komutanım…

- Başka?

- Eee…

-KÜT!

- Şey… eee… İzmir kurtarıldığında Yunan bayrağının çiğnenmesine müsaade etmemişti komutanım…

- Başka?

- Başka?

KÜT!

- Söyle, başka ne yaptı Atatürk?

- 10 Kasım 1938’de öldü komutanım.

- Başka?

- Başka bir şey yok komutanım.

- Nasıl yok?

KÜT!

- Atatürk başka bir şey yapmadı mı lan?

- Eee…

KÜT!

- Çabuk söyle, yoksa kırarım kemiklerini. Başka ne yaptı Atatürk?

- Vallahi bilmiyorum komutanım.

- Yuh sana! Çocukken dayısının çiftliğinde karga kovalamadı mı lan?

- Kovaladı komutanım.

- Eee? Hani başka bir şey yapmamıştı?

KÜT!

- Öğrendin mi şimdi?

- Öğrendim komutanım.

- Neymiş?

- Çocukken dayısının çiftliğinde karga kovalamış komutanım.

- Aferin. Git şimdi al yemeğini.

Yeni Şafak, 29.5.2007

Hakan ALBAYRAK

30.05.2007


 

Tank sesi, postal sesi!

Türkiye bugün bir darbe sürecini yaşıyor! Farkında mısınız tehlikenin?..

Bu darbe sürecinden dolayı yalnız demokrasinin değil, yalnız siyasal istikrarın değil, aynı zamanda aş ve iş meselesinin, yani ekonomik istikrarın da tehdit altında olduğunu görebiliyor musunuz?

Görmeye çalışın.

Yokmuş gibi davranmayın.

Bakın, Avrupa’nın en saygın gazetelerinden Fransız Le Monde’un geçen haftaki bir yazısı şöyle başlıyordu:

“Zamanla her şey iyiye gidiyor sanmıştık. Ama postal sesleri Türkiye’de yine kendini duyurmaya başlıyor. 27 Nisan tarihli bir askeri bildiriyle ordu, koşullar gerektirirse müdahale etmekten kaçınmayacağını açıkladı. Böylece 1999 yılından beri Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne yaklaştırmak için harcanan tüm çabalar müthiş bir biçimde inkar edildi.”(*)

Postal sesi yerine tank sesi de diyebilirsiniz.

Benim 12 Eylül(1980) askeri yönetimiyle ilgili kitaplarımdan ilki Tank Sesiyle Uyanmak adını taşır.

Darbe sabahı Ankara’da, Çankaya Köşkü’ne çıkan tankların sesiyle uyandığımda, bir sivil olarak hissettiğim yenilmişlik duygusunu o gece günlüğüme not düşmüştüm.

Yıllar sonra, 1990’ların sonuna doğru Genelkurmay’daki bir kokteyli hatırlıyorum. 28 Şubat post-modern darbesinin kahramanlarından Erol Özkasnak Paşa, yeni görev yeri olan Mamak’taki zırhlı tümen komutanlığına atanmıştı.

Bir zamanlar, Ankara’nın dibindeki zırhlı tümenin tankları yola çıkmadan darbe olamaz derlerdi. Özkasnak Paşa, akşam vakti veda ederken kulağıma eğilerek şöyle demişti:

“Özlemişsinizdir belki, ara sıra tümene uğrayın da size tank sesi dinleteyim.”

Tanklar henüz yola çıkmış değil.

Ancak motorlar hafif hafif çalışıyor gibi. Kulak tırmalayıcı homurtular uzaktan benim kulağıma çalınıyor.

Siz de duyuyor musunuz?

Kulak verin homurtulara.

Kayıtsız kalmayın.

Seçim sonrasına dönük belirsizliklerin son derece yoğun olduğu bir dönemden geçiyoruz. 22 Temmuz da çözüm olmayabilir!

Çünkü darbe süreci içindeyiz.

Düğmeye basarak bu süreci başlatan asker, kendi istekleri yerine getirilmezse, bir adım daha atabilir. 22 Temmuz sonrası bir sabah vakti yine tank sesi ile uyanabilir Türkiye...

Farkında mısınız bu tehlikenin?

Bir başka soru:

Darbe süreci ne zaman başladı?

Kimine göre 27 Nisan gece yarısı verilen muhtıra ile...

Ben aynı kanıda değilim.

Sadece 27 Nisan Muhtırası’yla yaşanmakta olan darbe süreci açığa çıktı denebilir.

Darbe sürecinin başlangıcını 2003’le 2004’e kadar, Nokta dergisinde yayınlanan -ve devrin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa tarafından da tekzip edilmemiş olan- ordu içindeki ‘darbe tertipleri’ne kadar götürmek mümkün.

Nasıl oldu bu?

Bir yandan AKP hükümetinin asker içinde yaratmış olduğu rahatsızlıklar... Öbür yandan Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde bu hükümetin attığı demokratikleşme adımlarıyla Kıbrıs’la ilgili hamleleri...

Asker, öyle anlaşılıyor ki, daha 2003’den 2004’e geçerken bu iki nedenle AKP’nin yolunu kesmeye karar verdi.

Çünkü AB’ye uyumun, Türkiye’yi alaturka demokrasi rayından çıkartıp birinci sınıf demokrasi rayına oturtacağını görüyordu.

Bundan rahatsızdı asker.

Gerçek demokrasinin Türkiye’ye fazla geleceğine, rejim üstündeki kendi kontrolünü etkisiz kılacağına, bu durumun da hem ülkenin bölünmesine, hem de ‘Şeriatçılar’ın güçlenmesine yol açacağını inanıyordu.

Asker AB’ye karşı değilmiş gibi bir görüntü verir. Türkiye’nin bölücülük ve ‘Şeriatçılık’tan kaynaklanan özel koşulları olduğunu, bunların kabulü halinde AB’ye girilmesini savunur.

Ancak bu ‘özel koşullar’ın AB nezdinde kabul görmeyeceğini anladıkça da, Türkiye’nin AB yolunu kesmek için tertipler yapmaya koyulmuştur.

Asker ve statüko, AB yolunu kesmek için ilk yığınağını, ‘Çankaya savaşları’ndan önce, 2003’ten 2004’e geçerken Kıbrıs’ta yaptı, Annan Planı’nı gömmek için...

Devamı yarına.

Milliyet, 29.5.2007

Hasan CEMAL

30.05.2007


 

Ah yargı, vah yargı bu ne büyük yanılgı

Başlığa bakarak yargı aleyhine atıp tutacağımı sanmayın; çünkü böyle bir şeyin ne yargıya faydası var ne ülkeye. Ancak şu gerçeği çok iyi görmek gerekiyor.

Anayasası gereği hukuk devleti olmak zorunda olan Türkiye’de yargı, her geçen gün siyasetin içine çekiliyor. Siyasetin kendi aşınmasını halk, seçime gittiğinde düzeltebiliyor, ama hukuk öyle değil. Siyaset rüzgârları kâh oradan eser kâh buradan; ama hukuk her esen rüzgârla eğilen bir ağaç değildir. Adalete duyulan güven sarsılırsa, hukuk devleti kavramı yıpranırsa bunun bedeli çok ağır oluyor. Maalesef bugün Türkiye’de hukuk, eşine az rastlanır bir şekilde çetin bir sınavdan geçiyor. Siyasetle iç içe bir fotoğraf var ortada ve bu fotoğrafta en çok kaybeden, hukuk sistemi oluyor.

Aslında yeni bir süreç değil bu vahim durum. 90’lı yılların başında siyaset bazı itiraflarda bulundu. Kamera karşısında “Bu kadroları örgütüme değil de milliyetçilere mi verseydim?” diye konuşan bakanlar oldu. Binlerce insan siyasî tercih kullanılarak göreve getirildi. Oysa siyaset her şeye bulaşsa bile adalet mekanizmasına bulaşmamalıydı...

Olağanüstü dönemlerde kullanılan inisiyatif -maalesef- yargının siyasallaşması konusunda duyulan kuşkuyu artırdı. Mesela Fazilet Partisi’nin kapatılması davasında kamu vicdanını yaralayan olaylar yaşandı. Kanunsuz yollarla dinlenen Erbakan-Hatipoğlu konuşması mahkemeye delil olarak sunuldu. Kapatılması talep edilen parti üyelerinden “kan içici vampirler” diye bahsedildi. İddianameye imza atanlar daha sonra marjinal sayılabilecek partilerle ve onların yayın organlarıyla işbirliği yaptı. Tabii ki bu tür tutumlar kendini adalete vakfetmiş hukukçuları da yaralıyordu; ancak hâkimlerin, savcıların meslekî aşınmadan dolayı duydukları üzüntü, kamuoyuna yansımıyordu. Bu yüzden halk, yargı tabanındaki burukluğu göremiyordu; hâlâ da göremiyor. Oysa her şeyin geçici, adaletin kalıcı olduğunu düşünen adalet mensubu büyük bir yekûn teşkil ediyor. Buna rağmen üzücü hadiseler yaşandı ve maalesef yaşanmaya devam ediyor. Haziran 97’de gazete manşetlerine yansıyan “yargıya brifing” hukuk tarihimiz açısından telafisi mümkün olmayan bir hatadır. Bu ve buna benzer pek çok hadise hukuka duyulan güveni sarstı...

Son günlerde yaşanan her siyasi olayın yargıyla birlikte zikredilmesi, kabul edilebilir bir durum değil. Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında ortaya çıkan 367 krizinin en ağır bedelini yargı ödüyor. Toplumdaki algı budur. CHP konuyu ısrarla Anayasa Mahkemesi’ne çekerken, Deniz Baykal da mahkemeyi etkileyecek sert açıklamalar yapmayı ihmal etmedi. Basın, daha karar çıkmadan sonucun 9’a 2 olduğunu söyledi ve öyle de oldu. Bu sayının üyelerin siyasi kimliğiyle irtibatlı olduğu ifade edildi. Hazin bir tablo...

CHP başta olmak üzere bazı çevrelerin söylemlerinde yine yargı ön planda. İş o kadar sorumsuz bir noktaya getirildi ki “Tabii ki yargı, siyasi karar verecek” nevinden açıklama yapıp, devlet-hükümet ayrımını yapanlar; dolayısıyla halk iradesini hiçe sayıp cumhuriyeti bir bürokratik yönetim biçimine indirgeyenler oluyor. Siyaset cambazları ip üstünde yürürken adalet gibi herkesin muhtaç olduğu ve yıpratılması halinde topyekûn kayıpların yaşandığı yargı sistemini kullanmaya gayret ediyor. Yazık! Yargı, siyasî görüşlerin gövde gösterisine sahne olacak bir arena değil ki, onun mensuplarına gladyatör muamelesi yapılabilsin...

Mesele sadece siyaset-yargı merkezinde de sürmüyor. Mesela Anadolu Ajansı 25 Mayıs’ta Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2006 raporunu servis etti. Örgüt, yolsuzluk algısının Türkiye’de son 20 yılda yükselmeye başladığını vurguluyor ve “bunun yargı kurumuna kamuoyunda duyulan güvenin aşınmaya başladığının işareti olduğunu” ifade ediyor. Daha mürekkebi bile kurumamış raporda “hakim ve savcı dokunulmazlığının kötüye kullanılabildiği”, “bilirkişi raporlarının çoğu durumda yanlış, yanıltıcı ve sahte olduğu, Türk hakimlerinin bu raporları sorgulamadan kabul ettikleri” söyleniyorsa ortada çok ama çok üzücü bir durum var demektir. Yargı, kendini yıpratan bu korkunç süreçten bir an önce çıkmak, gerçek yargı bağımsızlığını ortaya koymak zorundadır. Kamuoyundaki negatif algı bile yangının ne denli büyük olduğunu gösteriyor. Bu durum, hiç kimseye, hatta rakibini dövmek için yargıyı kullananlara da yaramayacak bir gelişmedir.

Zaman, 29.5.2007

Ekrem DUMANLI

30.05.2007


 

Ağar’ın DP’ye biçtiği misyon

12 Eylül sonrasının iki partisi daha tarihteki yerlerini aldılar. DYP kapandı, Menderes’in Demokrat Partisi (DP) oldu.

ANAP da kapanacak ve DP’ye katılacak.

Böylece 1960 öncesinin ünlü “DP”si birleşmiş merkez sağla yeniden siyaset sahnesine dönmüş oldu.

1960 öncesinde DP’nin rakibi CHP, CHP’nin rakibi DP’ydi.

Oysa bugün ikisinin de yeni bir rakibi var: AKP...

CHP’nin siyasi yelpazedeki yeri AKP’yi doğal rakibi yapıyor. Ancak DP’nin konumu farklı. Merkez sağın büyük partisi olma iddiasındaki DP’nin bu tabana AKP’den farkını iyi anlatması gerekiyor.

Ağar, yeniden siyaset sahnesine dönen DP’ye, “Menderes’e ve Demirkırat’a gönderme” yapma dışında nasıl bir misyon yüklüyor?

DP Genel Başkanı Mehmet Ağar’a göre DP’nin misyonu, “Türkiye’yi normalleştirmek” olacak.

Peki anormal olan ne?

Ağar, neyi normalleştirecek?

DP liderinin bu sorularla ilgili sözlerinden çıkan sonuç şu:

Türkiye’de yaşanan siyasi gerginlikler ve zıtlaşmalar toplumsal alanda önemli kırılmalara yol açmış durumda.

Ağar, “normalleştirme” derken, bu kırılmaların ortadan kalkmasını kastediyor. AKP’nin “çatışmacı” bir kültürden geldiğini, CHP’yle zıtlaşmaya girerek kamplaşma yarattığını düşünüyor.

DP’nin ise, “uzlaşmacı” kültürden gelen bir siyasal akım olarak, toplumsal barışı ve yumuşamayı sağlayacağını savunuyor.

Toplumda bir kesimin çağdaş yaşamı tehdit altında gördüğünü, diğer bir kesimin ise dışlanmışlık duygusu içinde olduğu saptamasını yaparak DP’nin tehdit algılamasını da dışlanmışlık duygusunu da ortadan kaldıracağını vurguluyor.

Ağar’ın DP’ye biçtiği misyon bu...

Milliyet, 29.5.2007

Fikret BİLA

30.05.2007


 

Türkiye, Kuzey Irak tuzağına düşecek mi?

Türk kamoyunun önemli bir bölümü kesin kararlı: Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak’a müdahele ettiği taktirde PKK sorunu bitecektir.

Bu “müdahelenin” ne şekilde olduğu da belli değil.

- Bazı PKK kamplarına bombardıman mı?

- Sınır boyunda tampon bir bölgeye girip işgal etmek mi?

- Büyük bir kuvvetle Kuzey Irak’a girip, çıkmak mı?

Kamuoyu bunlarla ilgili değil. Onu ilgilendiren, PKK terörünün bitmesi. Hem askeri, hem de sivil yetkililer öylesine ısrar ettiler ve Kuzey Irak’taki PKK varlığını öylesine sorumlu gösterdiler ki, kamuoyu şimdi Askere ve İktidara dönüp “Hadi, gidin ve bu işi bitirin” diyor.

Resmi yetkililer aslında kendi oyunlarının mahkumu oldular. İsteyerek veya istemeyerek kendilerini düşürdükleri bu tuzaktan çıkaramıyorlar.

Tuzağa düştüler, zira onlar Kuzey Irak’a asker sokmanın ne kadar riskli olduğunu, girilse dahi PKK terörünün bitirilemeyeceğini gayet iyi biliyorlardı. Ancak, Kuzey Irak hedefini başka bir amaçla kullandılar. ABD’yı korkutmak, “Bak valla geliyoruz” deyip, askeri bir müdahalenin başlayacağı izlenimi vermek istediler. PKK’yı, Kuzey Irak’tan ABD’nin atması için bu politikayı tercih ettiler.

Doğru bir politikaydı, ancak ABD’yi hareketlendiremediler. Washington’un, PKK’ya müdahele etmeye hiç niyeti yok. Sonunda, biz kendi kendimizle baş başa kaldık.

Geri adım atmamız da imkansız. Kendimizi Kuzey Irak’a müdahele etmeye bağladık. Ya, ciddiyetimizi göstermek için birşeyler yapacağız veya inandırıcılığımızı kaybedeceğiz.

Bunlar yetmiyormuş gibi, bir de giderek artan kamuoyu baskısı var.

İşte tuzak bu...

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak’a asker sokması, Washington ile hiçbir anlaşmaya varmadan harekat başlatması, kendini dev bir bataklığa atması demektir.

PKK terörünün, Kuzey Irak’a askeri müdahale ile kesilmeyeceği bilinmektedir. Konuya uzaktan ilgi duyanlar dahi, bu gerçeğin farkındalar.

Üstüne üstlük, TSK’nın Kuzey Irak’a girmesi konusunda herkesin bir hesabı var.

PKK, Türkiye’de yangın çıkartmak için istiyor. İran, kendileri yerine Türkiye’nin bu işi yapmasını tercih ediyor. ABD’de bile Türkiye’yi işe sokarak farklı bir hesap peşinde olanlar var.

Gelin, Askeri, iktidarı, muhalefeti, Sivil Toplum Örgütleri ve medyasıyla bu gidişe bir DUR diyelim.

PKK ile başka türlü mücadele edelim.

Kuzey Irak bataklığına, bu tuzağa düşmeyelim.

Posta, 29.5.2007

Mehmet Ali BİRAND

30.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004