Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Her olay varlığın bütünü ile irtibatlı

Olayları anlamlandırırken çoğu zaman sıkıntı yaşadığımız noktalardan biri bütün bağlantıları aynı anda algılayamamaktır. İşleyiş ve nesnelerin bağlantısı, gördüklerimize münhasır değildir. İnsanın varlık âlemini anlamlandırırken yüz yüze bulunduğu en büyük zaaflardan biri, algılarının sınırlarından kurtulamaması ve ilişkileri yalnızca dışa yansıyanlardan ibaret zannetmesidir.

Oysa varlık derinliğine incelendiğinde atomlar ve hatta atom içi partiküller boyutundan başlayıp güneş sistemleri, galaksilere kadar uzanan akıl almaz ilişkiler ağı gözlenmektedir. Keppler, Copernicus ve Newton gibi bilimin parlak yıldızlarının tanımladığı uzay boşluğundaki yıldızlar ve gezegenler arası ilişkiler ağının yanında kâinatın bütünündeki atomların hepsi birbiri ile Max Planck'ın yolunu açtığı yeni çığırla tanımlanan ilişkiler sergilemektedirler. Adeta her şey her şeyle, bir şekilde irtibatlıdır. Bu âlemin bir diğer önemli özelliği de her şeyin zıddı ile bilinmesidir. Bu durum ister istemez zıtlar arasında yakın bir bağ oluşturmakta ve beynin kavram haritasında zıt kavramları birbirine yakın hale getirmektedir. Beynin kavram haritasının belirli ilişkiler ağı ile oluştuğu ve şizofreni hastalarında bozulduğu bilinen, "semantic priming" adı verilen bir işleyişle çağrışımların şekillendiği konusunda kanaatleri güçlendiren çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çağrışımlar en yakından uzağa doğru şekillenmekte ancak beynin kavram dünyasındaki akışkanlığı içinde bu ilişkiler ağında da bir sınırlama bulunmadığı gözlenmektedir. Beynin normal çalışma şeklinde, meselâ "el" kavramı öncelikle daha yakınındaki kavramlardan olan "kol"u, "ayak"tan önce çağrıştıracaktır. Diğer bir ifade ile beyinde "el" kavramından "kol" kavramına ulaşım "ayak" kavramına ulaşımdan daha hızlıdır. Yani, bir kavram kavram haritasında kendisine yakın olan kavramları diğer kavramlardan daha önce ve daha hızlı çağrıştıracaktır. İşte, çağrışımlarda öncelik gözeten beynin bu işleyişi "semantic priming" olarak adlandırılmaktadır. Genel işleyişte kavram haritasında öncelikler gözetilmekle birlikte her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir düzen gözlenmektedir. Bazen de hayalde, o anki veya daha önceki yaşantılarla ve değer yargıları ile de bağlantılı olarak ve kimi zaman hiçbir alâka yokken bağlantılar kurulur. Hayalin, bu özelliği en güzel şekilde korku filmlerinde o senaryoları beyinlerinden kısmen görünür şekilde perdeye ya da ekrana yansıtan insanların iç âleminde gözlenmektedir. Hayal âleminde adeta "Ne alâkası var?" gibi bir soru ya da bu sorunun cevabına uygun bir işleyiş endişesi yoktur. Her kavram, en uç başka kavramları çağrıştırabilir, en zıt şeylerin birbiri ile alakası kurulabilir. Üstelik her şeyin zıddı ile bilindiği şu âlemde, beynin kavram haritasında zıt şeyler birbirine yakın şekilde yerleşmiş olmalıdır. Beynin "semantic priming" ile işleyişinde de zıtların birbirini çağrıştırması beklenmeyen bir durum değildir. Hatta bu edebiyatta bir san’at şeklinde kendini göstermektedir. Zaman zaman zıtların birbirini çağrıştırması gerçeği üzerine binâ edilmiş "teşbih", "istiare", "mecaz" ve "kinaye" gibi edebî san’atlar bu türdendir ve bunlar "fenn-i beyan" adı altında ayrı bir edebiyat alanı olarak ele alınmıştır. Bu edebiyat alanında, hayal âleminde zıt şeylerin birbirini çağrıştırıyor olmasından faydalanılarak mükemmel ifadeler sergilenmiştir. Bu güzel ifadeler akıldan çok hayali nazara aldığı için, o âlemde bir güzellik arayışı olduğu için dış âlemde birbirine çok zıt olarak algılanan iki şey bu âlemde çok yakın olabilir. Bu durumun farkında olmayanlar divan şairlerini, hatta Mevlânâ Celâleddin Rumi Hazretleri gibi mübarek şahsiyetleri sarhoşlukla, sefihlikle, uyuşturucu kullanıyor olmakla suçlama cahilliğini sergileyebilmişlerdir. Bu nazarlarda, şarabın zahirî mânâsının iç âlemde "ilâhî aşk ile sarhoşluk" anlamına yer değiştirebileceğini idrak edememenin sınırlılığı ve sığlığı bu edebe aykırı eleştirileri netice veriyor olmalıdır.

Hayal âlemi bugün dilimizde çağrışımlar şeklinde ifade edilen tedayi-i efkâr ile en uç varlıklar ve birbirine en zıt şeyler arasında bağlar dokur. Bu durum beden fizyolojisinden tamamen de bağımsız değildir. Meselâ, çok sıkışık olduğunuz bir anda kulağınıza gelen bir melodi daha sonra dinlendiğinde her hangi bir fizyolojik sebep yokken aynı sıkışıklığı hissedebilirsiniz. Üzüntülü anınızda gördüğünüz bir yer, her gördüğünüzde size aynı üzüntüyü hatırlatıp hayal âleminde o duyguları tekrar yaşatabilir. Hatta bu olay çok zıt şeyler arasında da gözlenebilir. Meselâ bir düğünde çıkan kavgada bir yakınınızı kaybetmiş olmanız bütün düğünleri sizin hayal âleminizde mâteme dönüştürebilir. Hayal âleminde iki zıt birleşmiştir ve aradaki bağı hayal dokumuştur.

Aynı hal zaman zaman ibadet hayatında da yaşanmaktadır. En olmadık zamanlarda en çirkin manzaralar kişinin hayal âleminde belirebilir. Çoğunlukla en çirkin manzaralar ibadet halinde iken, namazda, duâ ediyorken, Kâbe'nin karşısında, Rabb-ı Kerim'in huzurunda olduğunuzu hissettiğiniz bir anda, tefekkür halinde kişinin hayal âlemine adeta hücum ederler. Aslında bu, hayal âleminde ve kavram haritasında zıtların yakınlığı ile de alâkalı bir durumdur. Yine, şeytanın kişiyi ümitsizliğe düşürmek için kullandığı stratejik alanlardan biridir. Bazı din adamlarının, ferdin bu fıtrî özelliğini nazara almadan “Kâbe'de bile aklından kötülük geçen insanın ruhu tefessüh etmiştir, kalbi kararmıştır! O'nun ne dünyada, ne de ahirette yatacak yeri yoktur!” tarzında tehditleri, kişileri ümitsizliğe düşürmeyi hedefleyen şeytana bu hassas noktada yardımcı olmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Benliğini, yaratılış özelliklerini tanımayan hangi noktalarda imtihan edildiğini tam olarak bilmeyen bir fert için en kutsî işlerlerle meşgulken ve mânevî güzellikler içindeyken bir anda, en çirkin manzaraların zihninde ve hayalinde belirmesi bir anda ferde ne kadar bayağılaştığı ve adileştiğini düşündürebilir. En kutsî mekânlarda en rezil manzaraların ve işlerin aklına gelmesinden dolayı kişide aşırı bir suçluluk ve değersizlik hissi oluşabilir. İşte bu, manevî imtihanın çetrefilli yollarında, ferdin önüne çıkabilecek şeytanî hilelerin üçüncü şeklidir. Bilindiğinde oyuna gelme ihtimali azalır; bilinmezse, ümitsizlikle başlayan ve her bir günahtan küfre giden yol olma potansiyeli taşıyan halin başlangıcı olabilir. Bu dehşet verici halden kurtulmanın yolu rahmet-i mutlaka sığınmak ve bizi bilgilendirerek şeytanın hile ve desiselerinden uzak kalmamıza yardım etmesini niyaz etmek olmalıdır.

01.06.2007


 

Halil Özyörük (1884-1960)

Halil Özyörük 1884 yılında İzmir’de doğdu. Muhtemelen ilk ve orta öğrenimini burada yaptı. Biyografilerinde çok kısa bilgiler verildiğinden nerede ve hangi okulları okuduğu belirtilmemekte sadece Ankara Hukuk Fakültesi’ne girdiği ifade edilmektedir. Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra muhtelif adlî hizmetlerde bulundu.

Özyörük 1943 yılında Yargıtay Birinci Başkanlığına getirildi. 1944-45 Adlî Yılı açılışında yaptığı konuşma, gelenek haline geldi ve bu her yıl yapılmaya başlandı. İlk defa Halil Özyörük’ün konuşması ile gelenek haline gelen bu durum, 1730 sayılı Yargıtay Kanunu ile Yasa hükmü haline de getirildi. Törenin gayesi; yargının işleyişi hakkında gereken açıklamaları yaparak sorunları dile getirmek ve çözüm yolları önermektir. Yargıtay Başkanının konuşması yasada bulunmakla birlikte başkasının konuşma yapması yasada yoktur. Ancak 1973 yılında başkanın konuşmasını bitirmesinden sonra törenin bittiği düşünülürken aniden Barolar Birliği Başkanı kürsüye çıkarak konuşma yapmıştır. Bu oldu-bitti durum da daha sonra gelenek haline getirilmiştir.

Günümüzde çok daha sık tekrarlanmaya başlanan ve büyük rahatsızlıklara sebebiyet veren adil yargılama, hukukun üstünlüğü ve tarafsızlık ilkesine, muhtelif konuşmalarında vurgu yaptı. Özyörük; “Adalet erkinin bir devlet içerisinde, kendisine düşeni lâyığı ile yapabilmesi, siyasi mülâhazaların üzerinde kalabilmesi ile mümkündür,” ifadelerini kullandı. Ayrıca; “Hâkim müstakildir. Hâkim azlolunamaz. Hâkim Türk Milleti adına hükmeder. (...) Türk Devletinin Anayasası (1924) hâkimin kararına hiçbir kudretin karşı koyamayacağını ilân etmekle Türk hâkimi önünde hak iddia eden herkesin hakkını en kutsal ve en dokunulmaz teminata kavuşturmuştur” demekle birlikte konuşmasının devamında hâkimlerin pek de müstakil olmadıklarını ima eden ifadeler kullandı. (http://webarsiv.hurriyet.com.tr /1997/09/09/8893.asp).

Halil Özyörük’ün Yargıtay’da en üst makamlarda bulunduğu sıralarda Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un takibata uğramaya devam ettiğini, beraat kararlarına rağmen başka mahkemelerin yeniden dâvâ açtıklarını görmekteyiz. Bu dâvâlardan bazıları temyiz yoluyla Yargıtay’a da gitmiştir. O’nun döneminde dâvâların beraatla neticelendiği şu şekilde ifade edilmiştir:

“Emirdağ Postahanesi güya zabıta memuru vazifesini yapıyor gibi, gizli bir maksada binaen bu kitapları zapt ederek hemen bizzat kendisi gidip jandarma dairesine, kaymakama, adliyeye ve telefonla Afyon’a şâyi edip işi şâşaalandırarak kitapların hepsini adliyeye verdirmiştir. Hâlbuki kitapların mahiyeti şudur: Beş parçası, mahkemede bulunan müdafaat ve zeyillerinden ibarettir. Diğer üç kitap da, şimdiki Adliye Vekili Halil Özyörük’ün üç defa beraatlerine karar verdiği eserlerdir ki, Denizli Mahkemesi aynı eserlerin eczalarını iade etmiştir. Ve Afyon Mahkemesinin de hükümlerini bozmuş ve o eserlerin beraatlerine rey vermiştir.” (Emirdağ Lahikası, s. 269)

Bediüzzaman’ın ziyaretine giden ve aynı zamanda milletvekili olan bir talebesi de Adalet Bakanı Özyörük ile yaptığı konuşmayı aktarmış ve bu görüşme Lâhikalara kaydedilmiştir; “Ben Adliye Bakanlığına gittim. Afyon’da Nurların müsadere kararını söyledim.” Adliye Vekili Özyörük dedi ki: “Ben Afyon Mahkemesine Nurların tamamen verilmesine emir verdim. Hattâ bendeki Asâ-yı Mûsâ’yı da müellifine iade edeceğim diye bana söyledi. Halil Özyörük’ün bu sözü Demokratlara ve Nurlara taraftarlığını gösteriyor.” (Emirdağ Lâhikası, s. 297)

En üst adlî makamlarda görev alan Halil Özyörük, Demokrat Parti’ye katılarak siyasete atıldı ve 1950 seçimlerinde İzmir’den milletvekili seçilerek Meclis’e dahil oldu. Bilindiği gibi, 14 Mayıs’ta gerçekleşen bu seçimler Demokrat Parti’nin büyük çoğunluk elde etmesiyle sonuçlandı ve ilk işlerden birisi de Cumhurbaşkanının kim olacağı meselesi idi. Bu makam için adı geçenlerden birisi de Halil Özyörük idi. Bayar’ın Başbakan olmak istediği ve Cumhurbaşkanlığına da Özyörük’ü istediği konuşulmaktaydı. Fakat CHP Özyörük yerine Celal Bayar’ın seçilmesini istiyordu. Bu yolla hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakanlığa iki güçlü ismin seçilmesi ile iktidar gücünün bölüneceğini, çekişme olabileceğini hesaplamaktaydı. Bu amaçla CHP’ye yakın yayın organlarında Halil Özyörük’ü yıpratma faaliyeti başlatıldı. Neticede Bayar Cumhurbaşkanı ve Menderes de Başbakan oldu. Halil Özyörük ise İçişleri Bakanlığı’na getirildi. Bu Bakanlığı uzun sürmedi. 19 Ekim 1951 tarihinde Bakanlıktan istifa etti. Daha sonra Adalet Bakanlığı’na atandı.

Adalet Bakanı olan Özyörük, özellikle Medeni Kanun’da geniş çaplı düzenlemeler yapma yoluna gitti. Yıllar sonra bu düzenlemelerin zorunlu olarak yapılması gerektiğini belirten eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, düzenlemenin gereğini izah etmiştir: “1926-1951 arasında Avrupa’da çeşitli ülkelerde önemli siyasal değişiklikler olmuştur. Türkiye’de de çok önemli değişiklikler yaşanmıştır. Aynı biçimde dünya bir büyük savaştan geçmiştir. İkinci Dünya Savaşı yaşanmıştır. Bir daha böyle bir savaşın acılarını yaşamamak için, insana saygıyı, insan haklarına saygıyı, insanların eşitliğini benimsemeyi temel ilke olarak kabul eden bir görüşle Birleşmiş Milletler Teşkilâtı kurulmuştur. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi imzalanmıştır.” (http://www.basin.adalet.gov.tr/b94.htm).

Bir çok önemli görevlerde bulunan, İçişleri ve Adalet Bakanlığı yapan, 1948 yılında Gümrük ve Tekel Bakanı Suat Hayri Ürgüplü’nün yargılandığı dâvâda Yüce Divan Başkanlığı yapan Halil Özyörük 28 Şubat 1960 tarihinde vefat etti.

01.06.2007


 

İslâm dünyasının yarını - IV

3. 4. YÖNETİM

Günümüzde İslâm ülkelerinin büyük bir kısmında demokratik rejimler bulunmamakta, birçok devlet krallıkla ve emirlikle yönetilmektedir. Demokratik olduğu belirtilen cumhuriyetler ve devletlerin önemli bir kısmı da maalesef sınırlı ve icazetli demokrasi imkânı sunmaktadır. Yönetenlerin seçiminde, demokratik bir seçim süreci yaşanmamakta ya da seçimle iş başına gelen idarecilere devletin temel konularında karar verme imkânı verilmemektedir. Bundan dolayı idareciler, genellikle içerde ve dışarıda baskı altında kalmakta, doğru ve basiretli kararlar verememektedir.

Temel konularda idareciler referandum gibi halkın iradesini ortaya koyan metotlara başvurmakta çekingen davranmakta, “kamusal alanlar” ve “kamusal konular” gibi kapsam dışı tanımlamalarla herkes kendi “kamu”sunu oluşturmaya çalışmaktadır.

İslâm dünyasında temsil de bir diğer önemli sorundur. Toplumun bütün kesimleri aynı oranda temsil imkânı bulamadığından her bir etnik grup ve topluluk, ayrı devlet kurma yolları aramaktadır. İslâm dünyasında insanları artık ölümle korkutup sıtmaya razı ettirmenin imkânı kalmamıştır. Gelişen iletişim araçları ve artan münasebet ve seyahat imkânları, dünyayı küçük bir köy haline getirdiğinden, herkes kendi ülkesinde uluslararası düzeyde imkân talep etmektedir. Bu sebeple İslâm dünyasında, idarecilerin seçilmesinde tamamen demokratik yollar kullanılmalı, iyi bir yönetim için yeteri kadar muhalefet imkânı tanınmalı, toplumun genelini ilgilendiren konularda, toplumun iradesine ve hakemliğine başvurulmalı ve buna göre hareket edilmelidir.

Yetkiler merkezde toplanmamalı, taşra ile paylaşılmalıdır. Bu da beraberinde hızlı ve etkili karar verme mekanizmalarını güçlendireceği gibi daha çok kişinin yönetim sürecine katılmasını, aidiyet hissini ve bağlılığını artıracaktır.

Dünyayı ilgilendiren konularda nasıl bir yönetim ve seçim süreci işliyorsa, aynı şekilde dini konularda karar verecek ve dini anlamda toplumu temsil edecek kişiler de, vesayet altından kurtulup, alanında uzman kişiler arasından seçim usulüyle seçilmelidir ki; dini temsil edenler, kendi alanlarıyla ilgili konularda dünyayı temsil eden kişilere karşı dayanabilsin.

3. 5. ÇEVRE

Dünyada, gelişen sanayileşme nedeniyle yeraltı ve yerüstü kaynaklarının hızlı bir şekilde tüketilmesi, aynı zamanda, çevrenin de kirletilmesini netice vermektedir. Atmosfere yayılan zararlı gazlar ile denizlere karışan zehirli atıklar çevreyi kirletmekte ve canlı hayatın zaman içinde büyük ölçüde zarar görmesini netice vermektedir.

Artan enerji ihtiyacı, insanları nükleer enerjiye itmekte, bu da çevre kirlenmesine ve canlı hayatı için ölümcül tehlikelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Nükleer enerji üreten devletlerin, üretim aşamasından arta kalan zararlı çöpleri depolama ve saklama maliyetlerinin yüksek olması sebebiyle geri kalmış ülkeleri çöplük olarak kullanma arzularını artırmaktadır.

Çevre kirletilmemeli ve bilhassa güneş ve rüzgâr enerjisi gibi, alternatif enerjilere öncelik verilmelidir. Yeraltı ve yer üstü kaynakları, sınırsız ve bitmez olmadığından iktisat prensibine son derece riayet edilmelidir. İnsanlara çevre bilinci küçükken eğitim yoluyla verilmelidir.

3. 6. HUKUK

İslâm dünyasının geneli göz önüne alındığında temel haklar ve hürriyetler alanında çok geride oldukları ortadadır. İnsan hakları örgütlerinin her yıl yayınladıkları listelerde İslâm ülkelerinin olması gereken yerlerin çok gerisinde olması da bunu göstermektedir. İslâm ülkelerinde kişilerin doğuştan sahip olduğu tabiî ve demokratik hakları, genellikle bahanelerle ve hukuka aykırı yorumlarla geri alınıp, uygulama alanları daraltıldığından da kişiler aşırı uçlara kaçmakta, yasadışı yollara sapmaktadır. Bu durum ise toplumun ortak dinamiklerinin ve reflekslerinin zayıflamasına sebep olmaktadır.

Temel hak ve hürriyetler alanındaki sıkıntıların temelinde demokratik olmayan yollarla başa gelen ve başta kalmak isteyen kişi veya komitelerin, yine aynı yollarla başta kalmak istemeleri yatmaktadır. Çünkü temel hak ve hürriyetleri tam olarak hayata geçiremeyen, insanlara eşit şartlarda temsil imkânı sağlamayan devletler, düzeni sağlamak için antidemokratik uygulamalara ve düzenlemelere başvurmaktadır.

Hukuka ve insan haklarına aykırı uygulamaların yasal zeminini sağlamak için genellikle yasama meclisleri yönlendirilerek kullanılmaktadır. Çünkü seçilmiş kişiler, bu durumda medyanın taraflı enformesi ve yönlendirmesi ile baskı altına alınmakta ve özgürce karar verememektedirler.

Hukukun varlık sebebi her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Yargının ve hukukun varlık sebeplerinden uzaklaşması insanların yargıya olan güvenini zedelemektedir. Yargı yoluyla haklarını elde edemeyen ve haksızlıklara maruz kalan kişiler, kendi hukuklarını oluşturmakta, herkesin kendi kafasına göre oluşturduğu hukuk, eşitlikten uzak olduğu için de zulümler ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple yargının her türlü maddî ve mânevî baskıdan uzak, sadece vicdanlarının tesiri altında kalmasının imkânı tanınmalıdır. İnsanlar her türlü temel hak ve hürriyetlerine kavuşturulmalıdır. Bunun için hukukî düzenlemeler zaman geçirilmeden yapılmalı, bu hakların kötüye kullanılmaması için tedbirler alınmalı ve insanlara uygun eğitimler verilmelidir. Demokratik kalkınmanın aynı zamanda ekonomik kalkınmanın da şartı olduğu bilinmelidir. İnsanların devlete ve topluma olan güveni sağlanmalı, toplumun genel güvenliği sağlanmalı, suçlu ile suçsuz ayrılmalı, suçlular uygun eğitim ve araçlarla topluma kazandırılmalıdır. Müslümanlara demokrasiyle İslâmiyetin çatışmadığı öğretilmelidir.

3. 7. GÜVENLİK

Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kişidir. İslâmiyet selm ve müsâlemet dinidir. Oysa günümüz dünyasında güven büyük ölçüde erozyona uğramış, İslâm dünyası da bundan nasibini almıştır. Birçok örgütün cirit attığı, her türlü yasadışı faaliyetlerin yapıldığı ve bunların toplum tarafından da koruma gördüğü kabul edilen Müslüman ülkelerde, hukukî olarak suçlu suçsuz ayırımı yapılmaması ve gayr-i insanî muameleler sonucu kişilerin ruh dünyasında meydana getirdiği eziklik ve ümitsizlik intihar eylemlerini arttırmaktadır. Bu da İslâmiyet’in imajını zedelemektedir.

Oysa İslâmiyet’te gayri nizamî harp usulleri kabul edilemez. Çünkü İslâmiyet’te savaşta bile uyulması gereken kurallar vardır. Savaşta soykırım ve katliâm yapılamaz, siviller ile askerler, savaşanlarla savaşmayanlar aynı kefeye konulamaz. Kadınlara, çocuklara, hastalara, din adamlarına, masumlara karışılamaz. Hatta hayvanlar ve bitkiler de tahrip edilemez.

3. 8. KÜLTÜR – SAN’AT VE İNANÇ TURİZMİ

Devletler, milletler arasındaki savaşlar ve mücadeleler, artık yerini sınıflar ve sosyal tabakalar arasındaki mücadeleye bırakmaktadır. İslâm devletlerinin vatandaşları, diğer dünya devletlerinin vatandaşlarına göre çok daha az gezmekte ve çok daha az yerleri görmektedir. Oysa her insanın kendi imkânlarına göre gezebileceği ve görebileceği yerler vardır. Ancak buna rağmen bu husus ihmal edilmektedir. Ülkeler arasındaki seyahatler, sadece birer turistik gezi gibi algılanmamalıdır. İslâm ülkeleri arasında güvensizlik, pasaport ve vize uygulamalarında karşılaşılan zorluklar ve uygun konaklama yerlerinin yetersizliği, alternatif çözümlerin azlığı sebebiyle yeterince organizasyonlar yapılamamaktadır.

Başka ülkelere ve başka yerlere yapılan geziler neticesinde insanlar birbirleriyle tanışacaklar ve bu tanışmalar insanlar arasında ortak ticarî projeler geliştirmeyi netice verecektir. Ülkelerin ihtiyaçlarını komşu ülkelerden gidermek için yapacakları yardımlaşma teşrik-i mesaiyi netice verecektir. Ayrıca kişiler arasındaki fikir ve kültür alış verişinden ortak mefkûreler, ortak idealler ve karşılıklı öğrenmeler doğup gelişecektir. Bununla beraber kalite artacak, kalite arttıkça da müsabaka hızlanacaktır.

Haccın İslâmiyetin şartlarından birisi olarak farz kılınmasının bir hikmeti de bu olsa gerektir. Hatta bu konuda Bediüzzaman 1. Dünya Savaşı’ndaki mağlûbiyetimizin esas sebebini şöyle izah etmektedir: “Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

3. 9. EĞİTİM

İslâm dünyasının genelinde savunma giderlerinin % 90 gibi en yüksek bir seviyede olması ve dolayısıyla eğitime ayrılan payların azlığı gerilemeyi de beraberinde getirmektedir.

İslâm dünyasında din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber verilmemesi kişilerin kabiliyetlerinin körelmesini ve halkın eğitime yeterince önem vermemesini netice vermektedir. Dinî bilgilerden yoksun kişilerin şüpheci ve hileci olması, fen ilimlerinden yoksun kişilerin de mutaassıp olması beklenen bir sonuçtur. Bu da toplumsal ilerlemenin önünü kesmektedir. Oysa insanın iki temel duygusu olan akıl ve kalbin birlikteliğinden ideal insanlar çıkacaktır.

İslâm dünyasında bilimsel çalışmalara, AR-GE çalışmalarına ayrılan payların azlığı bilimsel araştırmaların kalitesini düşürmektedir. Patent hakları için dışarıya ödenen paraların ve ithalatın artması, buna karşılık ihracatın düşerek dışa bağımlılığın artması ekonomilerin gerilemelerine sebep olmaktadır.

Eğitim kurumlarının mimârî yapılarının uygunsuzluğu, sınıf başına düşen öğrenci sayısının fazlalığı, amacına uygun kütüphanelerinin yokluğu, var olan kütüphanelerin de güncellenememesi, internet gibi çağımızın harika teknolojisinin rantabıl ve yeteri düzeyde kullanılamaması, sağlıklı ve kişilerin gerçek kabiliyetlerini tanıyan ve buna uygun olarak yönlendirme yapan danışmanlık sisteminin azlığı, anlamaya, sorgulamaya dayanmayan, aksine ezbere ve öğretmeye dayanan eğitim müfredatları, eğitim sisteminin başlıca sorunları olarak belirtilebilir.

Meslekî ve teknik eğitim kurumlarına önem verilmesi, sanayi kuruluşları ile işbirliği sağlanması, bu sayede öğrencilere öğrendiklerini pekiştirme ve uygulama konusunda yardımcı olunması ve okulu bitiren öğrencilerin iş hayatına hazırlıklı olarak girmeleri üretim sürecine katkı sağlayacaktır.

3. 10. MEDYA

İslâm ülkelerinin genelinde medya; bilgilendirici, eğitici, katılımcı, yol gösterici, doğru karar vermeye yardımcı olmaktan çok toplumu yönlendirici, değerlerine karşı, özendirici, ülkesinin ve dünyanın temel sorunlarına ve kendisine yabancılaştırıcı bir rol almaktadır. Medya patronlarının, tekel oluşturmaları ve aynı zamanda iş dünyasının ileri gelenlerinden olmaları sebebiyle kendi konumlarını korumaya öncelik vermeleri ciddî bir sorundur.

Gazeteciler, programcılar, yazarlar ve düşünürler, ülkelerinin ortak menfaatleri etrafında birleşmeli ve üretici, düşündürücü yayınlar yapmalıdırlar. Kişilerin yorum yapmalarına imkân verilmeli, haber ile yorumlar birbirlerinden ayırt edilmelidir.

3. 11. EKONOMİ

İslâm dünyası demokratikleşmede, temel hak ve hürriyetlerde ne kadar geri ise, ekonomik alanda da o kadar geri demektir. Çünkü özgürlükler ve ekonomik kalkınma birbiriyle doğru orantılıdır. Bu durumda öncelikle yapılması gereken şey, temel hak ve hürriyetlerin sağlanmasıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Ekmeksiz yaşarım; hürriyetsiz yaşamam” sözüyle hürriyetin önceliğini çok çarpıcı bir şekilde vurgulamaktadır. Zaten haklar teminat altına alınıp hürriyetler hayata geçirildiği zaman, beyinlere vurulan zincirler de kırılmış olacak ve ilerlemek için içimizde hissettiğimiz mecburiyet bizi çok kısa bir zamanda çok ileri götürecektir. Ekonomik kalkınmışlık için yatırımlar yapılmalı, uluslar arası ticaret için rekabet şartları oluşturulmalı ve kaliteye yatırım yapılmalıdır.

01.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004