Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Karakolları kim korur?

Uzun haberin içinde kezzap gibi bir cümle: ‘Çatışmada ve meydana gelen patlamada 7 asker şehit oldu, 8 asker yaralandı.’ Yok olan gencecik yaşamlar...

Onları yitirenlerin onulmaz acıları... İkisinin durumunun ağır olduğunu öğrendiğim yaralıların bundan sonraki hayatları...

Acılar, ıstıraplar, çileler...

***

‘7 asker şehit oldu’ diyen kısa cümle, gencecik çocuklarımızın öldüğünü söylüyor.

Kaybolan hayatları ve ailelerin yaşadığı dramları haykırıyor.

Adları, soyadları, aileleri, yaşam serüvenleri..

Şehit düşenler kimler?

Araya araya sonunda bir gazetede adlarını buluyorum:

İzmir’den Erdem Erkaçtı..

Amasya’dan Eraslan Güngör...

Şırnak’dan Burhan Yalçın...

Gaziantep’den Emrah Katadelen...

Balıkesir’den Mustafa Arslan...

Erzurum’dan İlhan Sağlam...

Kayseri’den Eyüp Yabangülü...

***

Bir haber sitesi, İlhan Sağlam’ın 21 yaşında olduğunu yazıyor... Yaşasa, dört ay on beş gün sonra terhis olacağını da gene oradan öğreniyorum.

İkiz kardeşi ile birlikte baskına uğrayan karakolda askerlik yapan Erdem Erkaçtı oto tamircisinde çalışıyormuş... Kardeşiyle birlikte askere üç ay önce gitmiş..

Neden öldüler?

Haberden okuyalım:

‘Terör örgütü üyesi iki kişi, yolda gasp ettiği bir otomobille, Pülümür ilçesine otuz kilometre uzaklıktaki Kocatepe Köyü’nün yanındaki bir tepede bulunan jandarma karakolunun önüne geldi.

Araçtan inen teröristler, bir anda ceplerinden çıkardıkları el bombaları ve bazı patlayıcıları karakolun içine attı.

... Karakolun önüne araçla gelen terörist ölü ele geçirilirken diğeri kaçtı.’

***

Munzur Dağı tepelerinde...

Kocatepe Jandarma Karakolu...

Karakolun resmine bakıyorum.

Karakol, kuş uçmaz kervan geçmez bir diyarda.

Ne için var?

Güvenliğimizi sağlamak için.

Peki, oradaki askerlerimizin güvenliği?

***

Hepimizin güvenliği gibi askerlerin güvenliği de gene askerler tarafından sağlanır...

Kocatepe Karakolu hem kendi güvenliğini sağlar, hem Türkiye’nin.

Doğrusu, iki teröristin bu kadar kolayca bir arabayı zaptetmesi...

‘Parola’ bile söylemeden karakola girmesi...

Yedi gencecik insanı öldürmesi, ikisi ağır sekizini yaralaması...

Ardından da birinin kaçması...

Karakolun kendi güvenliğini hiç mi hiç önemsememesi...

Bütün bunlar, ölen çocuklar için duyduğum acıyı arttırıyor.

***

Militerlerin sürekli siyaset konuşmaları...

Toplumun ise ‘savunma’ konusuna ‘ne olur, ne olmaz’ diyerek uzak kalması...

Türkiye’de savunmanın konuşulmasını çok eksik bırakmakta.

Ne çağın gelişmeleri...

Ne savunmadaki teknolojik atılım...

Ne sanayi döneminin kavramlarının tümden değişmesi...

Ne avantajlar ya da zaaflar...

Bunların hiç biri, olumlu bir havada ve katkı sağlayacak bir biçimde konuşulmuyor.

Askeriyesi de siyaset, siyasetçisi de siyaset konuşunca, bunun bedeli toplum tarafından ödeniyor.

***

Munzur Dağı eteğindeki karakolumuz nasıl böyle kolayca basıldı?

Dağbaşlarındaki gencecik insanlarımızı yitirmek...

Üstelik bizi savunanların böylesine savunmasız bir şekilde ölüme gitmesi...

İnsan bunu kabul etmekte zorlanıyor.

Hem de çok zorlanıyor.

Star, 6.6.2007

Mehmet ALTAN

07.06.2007


 

Erlerimiz savaşıyor, subaylarımız nerede?

PKK ile mücadele yanlış mecralarda yapılıyor. Mesela... TSK PKK’nın Kuzey Irak’ta yuvalandığını söyleyerek sınıra asker yığdı ve Kuzey Irak’a girmek istiyor. Bütün bunlar yapılırken PKK Ankara’da, Tunceli’de eylem yapıyor.

Kuzey Irak’taki teröristler eğer sınırı geçemezlerse Türkiye’ye nasıl bir zarar verebilirler ki? Ne kadar uzun, ne kadar dağlık ne kadar çetrefil olursa olsun, etten duvar örülür yine o sınırdan kuş uçurtulmaz... PKK Kuzey Irak’ta olabilir. Peki karakollarımızı Kuzey Irak’tan geçip mi vuruyorlar? Türk ordusu sınıra yığınak yapmışken PKK’lı teröristler nasıl Türkiye’ye sızıyor? Oradan kuş uçurtmamaları lazım. Silahsa silah, paraysa para, uçaksa uçak, helikopterse helikopter, askerse asker...

Eksik olan nedir? Niye 30 yıldır bu bela yüreğimizi yakıyor, niye engellenemiyor, neden neden? Bunlardan birinci sebep subay kadrosunun asıl görevi olan bu işlerden çok siyasetle, iç siyasetle uğraşması, dolayısı ile gerçek görevine gerektiği gibi odaklanamamasıdır. Bu en önemli sebeptir.

Askerin kafasındaki tehdit sıralaması ne yazık ki farklıdır ve bu sıralama ne yazık ki yanlıştır. Bunun yanlış olduğunu 25 yıldır anlamamalarını anlamak mümkün değil. Bu arada PKK belasının 12 Eylül darbesinin ürünü olduğunu unutmamak lazım! PKK ile mücadelede başarısızlık doğrudan doğruya PKK ile mücadelede kullanılan askerlerle de çok ilgili. Muharebe subay işidir. Ama erler savaştırılıyor, yedek subaylar savaştırılıyor. PKK ile mücadelede subaylarımız nerede?

Ortada mücadele planı yok. Diyarbakır’daki terörü durdurmak için Kuzey Irak’ta terörist avlamaya çalışmak da plan olmadığını gösteriyor. PKK ile savaşacak askerin bir yeri zapt edip orada düzeni sağlayacak çapta eğitimli olması gerekiyor. Hepimiz askerlik yaptık. Düzeni biliyoruz. İki aylık yanaşık düzen eğitimi... Komutana nasıl selam verilir... Her şey vatan için... sonra...

Haydi Mehmet doğuya güneydoğuya... Hâlâ ve hâlâ PKK’lı teröristlerin köpekler gibi korktuğu özel timlerin PKK mücadelesinden niçin alındığını anlamış değilim. Birinin çıkıp bunu açıklaması lazım. Bilelim yani. Madem canımızı malımızı vatan için harcıyoruz. En fazla savaşan Osman Pamukoğlu Paşa değil mi?.. En fazla öne çıkan o... Diyor ki Paşa, “PKK ile mücadele sırasında bitlendim.”

Yav paşa bitlenir mi? PKK ile mücadele er muharebesi değil, Subay muharebesidir. Bölgede kaç subay vardır? Subaylarımız nerede? PKK ile mücadele de Amerika’nın PKK’ya yardım ettiğini söyleyenlere de şaşıyorum. Ediyordur. Lanet Amerika’nın içinde olmadığı pislik var mı dünyada...

Ama bir NATO ordusu nasıl oluyor da Amerika’dan şikâyet edebiliyor. Amerika Türkiye’ye de yardım ediyor. Ordumuzun elindeki silahlar nereden geliyor? Başarısızlığa mazeret bulmak kolay. Ne yazdırıyordu Çevik Bir Paşa askeri bölgelerin giriş çıkışlarına... “Hiçbir mazeret başarının yerini tutamaz.” Birilerinin çıkıp “Bırakın mazeret aramayı, bitirin şu PKK belasını” diye kükremesi gerekiyor.

Bugün, 6.6.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

07.06.2007


 

Akvaryumda böyle sorular sıkça sorulur

Açık söyleyeyim: Bana göre Türkiye Cumhuriyeti’nin hayati meselelerinin hiçbirine Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde kalınarak veya ara sıra sınır ötesi harekâtlar yapılarak esaslı bir çözüm bulunamaz. Sınırlar -bilhassa psikolojik sınırlar- tamamen aşılmadan ne ekonomik kalkınma teminat altına alınabilir, ne Kürt meselesi tatlıya bağlanabilir, ne de ordu-siyaset gerginliği sona erdirilebilir.

Francis Ford Coppola’nın “Siyam Balığı” filmini bütün devlet adamlarına (sivil ve askerî!) şiddetle tavsiye ederim… Biz siyam balıkları gibiyiz. Aynı akvaryuma konulan siyam balıkları birbirini öldürür. Akvaryuma bir tek siyam balığı koyup dışarıdan ona ayna tutsanız, o da kendi suretine saldırarak başını cama vura vura kendi kendini öldürür. Binlerce siyam balığını aynı anda denize bıraktığınızda ise bunlar birbirine bulaşmadan barış ve huzur içinde yan yana yüzüp giderler. Bizim tarihimiz açık denizlerde geçti; bir yerlerimizi de yırtsak “ulus devlet” denilen bu akvaryuma sığmayız. Hepimize ‘daral gelir’, ister istemez birbirimize saldırırız. Ne yaparsak yapalım, bu akvaryumda toplumsal barışı ve siyasal istikrarı tesis etmemiz kesinlikle mümkün değil. Fitne-fesat ehli emperyalistlerin diledikleri gibi at koşturabildikleri ve her an herkesin komşularına karşı tepe tepe kullanılabildiği bölük-pörçük bir Ortadoğu’da ekonomik kalkınma hamlelerine garanti gözüyle bakmak de kesinlikle mümkün değil.

Devlet, zihinsel bir dönüşüm geçirerek, küreselleşen kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelenin de küresel olması gerektiğini, Venezuela’dan Zimbabve’ye kadar bütün anti-emperyalist odaklarla teşrik-i mesaiye mecbur olduğunu, ama her şeyden evvel tarihi paylaştığı komşularıyla birleşmenin bir yolunu bulması lazım geldiğini idrak edip bu yönde bir perspektif ortaya koymadığı müddetçe, bulunacak her çözüm, hangi konuda olursa olsun, palyatif kalacaktır.

“Kuzey Irak’a operasyon yapılsın mı yapılmasın mı?” Akvaryumda ancak böyle sorular sorulabilir! PKK’nın belini kırmak için Kuzey Irak’a elli kere operasyon yapılmış olduğu halde PKK’nın beli bir türlü kırılmamış olsa da, Barzani’ye “bir şeyler yapmak”la ancak ateşin üstüne körükle gitme neticesinin alınabileceği aşikar olsa da, akvaryumda böyle soruların sorulması kaçınılmazdır!

Herkes her zaman aynı şeyleri söylüyor, ben de hep aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum: Kuzey Irak ile bütünleşme Türkiye’nin özgürleşmesine hizmet eder. Türkiye ile bütünleşme de Kuzey Irak’ın özgürleşmesine hizmet eder. Bu, bütün bölge ülkeleri (tabii ki İsrail hariç) için geçerlidir. Aramızdaki güven bunalımını aştığımız anda emperyalistlerin bölgemizdeki manevra alanı sıfırlanır. Hiçbirimiz, güvenlik belasına emperyalistlerin dümen suyunda gitmek, birbirimizin kuyusunu kazmak / kazdırmak, petrolümüzü-metrolümüzü el aleme peşkeş çekmek zorunda kalmayız.

Peki, Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi ile aramızdaki güven bunalımını aşmak için ne yapıyoruz? Hiçbir şey yapmıyoruz. Niye hiçbir şey yapmıyoruz? Çünkü Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin meydan okuyucu söylemi buna el vermiyor. Peki bizim söylemimiz çok mu alttan alıcı? Değil, ama teröre destek gerçeği karşısında alttan almamız sözkonusu olamaz. Eee? Basacağız kalayı! Peki 1000 yıllık devlet geleneği bu işin neresinde? Kalayı basmadan evvel kalaysız bir diyalog için bütün yolları denedik mi? Bazı ‘zinde okuyucular’ın şimdi bana yekten “vatan haini” damgasını vuracaklarını bile bile söylüyorum: Hayır, denemedik. “Irak’ın federatif bir yapıya dönüşmesine karşıydık, ama madem yeni Irak Anayasası federasyonu öngörüyor, öyleyse biz de buna saygılı olacağız. Bölgesel Kürt Yönetimi’ne -icabında Kerkük dahil- itibar edeceğiz. Barzani ve arkadaşları emin olsunlar ki bizden onlara zarar gelmez, fayda gelir. Bizi bir tehdit olarak görüp PKK ile, ABD ve İsrail ile iş tutmalarına hiç mi hiç mahal yok” diyebilirdik, ama demedik. Niye demedik? “Ya bizim Kürtlere kötü örnek olurlarsa?” diye demedik. Efendiler! Tekrar söylüyorum: Hedef, mevcudu korumak değil, mevcudun ötesine geçerek Kuzey Irak (ve cümle Irak ve Suriye ve cümle Bilad-ı Şam ve… ve… ve…) ile bütünleşmek ve bu uğurda şovenist takıntılardan kurtulmak olmalıdır. Bütün söylemler ve eylemler buna hizmet etmelidir. 1000 yıllık devlet geleneği bu işe yaramayacaksa ne işe yarayacak?

Avrupa devletlerinin birlik yolunu tuttuğu, “süpergüç” ABD’nin bile komşusu Kanada ile birleşmeyi elzem kabul ettiği bir dünyada Türkiye’nin “ulus devlet” olarak tek başına var olabileceğine / var kalabileceğine inanma gafletinde bulunarak ve bu inancı esas kabul ederek bana “marjinal” damasını vurmaya kalkışanların alnını karışlarım!

Yeni Şafak, 6.6.2007

Hakan ALBAYRAK

07.06.2007


 

Sivil siyaset baltalanırsa...

Türkiye benzersiz bir seçim arefesinde. Ankara Ulus’ta patlayan ve bizzat Genelkurmay Başkanlığı’nca ‘yenilerinin de patlayabileceği’ duyurulan bombalara, saat başı artan şehit sayıları eşlik ediyor.

Kuzey Irak’a olası bir operasyon, sonuçları az çok belirgin olan seçimlerin yörüngesini değiştirmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat olduğu gibi, ‘ABD’ye hayır’ demek açısından da anlamlı geliyor birilerine; bu yolda şahin, kurnaz, yeni muhafazakar ABD’li kanaat önderleriyle kol kola girmek bile önemsiz bir detay gibi görünüyor gözlerine.

Umur Talu, 4 Mayıs’taki yazısında, kendisi dahil pek çok gazeteciyi sakıncalı ilan etmiş olan TSK’nın Harp Akademileri’ne ‘sakıncasız’ bir haşmetli olarak girip konferans veren Micheal Rubin ismine dikkat çekiyordu haklı olarak. O Rubin ki, dünyada ABD hegemonyasını savunan ve kimi Ortadoğu ülkelerinin tasfiyesi işinde Bush’u bile yetersiz bulan bir ideologdu. İsrail’in güvenliğini temel öncelik sayan onca kelamı, yazısı, eylemi olan olan Michael Rubin’in, Harp Akademileri’ndeki Güvenlik Konferansı’nda işi neydi sahi?

ABD ile Türkiye’nin çıkarlarının ortak olmadığının altını kalın kalın çizen bir süreçten geçiyoruz. Ancak Kuzey Irak’a dalmanın da Türkiye’yi, yine ABD eksenli başka bir projenin uzantısına dönüştürmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Zira PKK’ya son vermek adına ülkeyi Ortadoğu’da sürmekte olan bir savaşın içine atmaktan ve yanılsama bile olsa söz konusu ittifaka ilişkin tüm gemileri yakmaktan bahsediyoruz; bu kadar gözükara bir duruşun her şeyden önce ve her şeyden çok İncirlik Üssü’ne karşı çıkması gerekmez miydi? İncirlik Üssü’nü ağzına almayanların ve hatta ‘1 Mart tezkeresi Meclis’ten geçmeliydi’ diyenlerin ‘ABD’ye haddini bildirme’ söylemlerindeki samimiyet sorgulanmaya muhtaç değil midir?

Bütün bunlar sadece savaş karşıtlığı gerekçesiyle değil, çaya çorbaya bahane edilen ulusal çıkarlar açısından da son derece kafa karıştırıcı şeyler. Tıpkı, ‘Siyaset sivilleşsin, asker siyasete vesayet etmesin, lütfen demokrasi!’ çabalarının içinde olduğumuz şu günlerde, sivil siyaset dediğimiz şeyin inandırıcılığına gölge düşmesi için yapılan sofistike girişimler gibi. Vaatleri ‘hamilelik 3 aya inecek!’ türü esprilere konu olmuş Genç Parti hadisesinin ‘ciddiye alınma’ ivmesindeki yükseliş, büyük medyanın ‘demokrasinin zararları’ konulu ödevine iyi çalışmış olduğunun göstergesi. Barajı aştığını düşünmemiz için hiçbir neden olmayan, barajı aşması ise olsa olsa berbat bir ülkede yaşadığımızın kanıtı olabilecek bir partiden bahsediyoruz. Durum bu iken, her parayı bastırana yer tahsis etmediğini düşündüğümüz bir gazetenin her gün Genç Parti’nin ‘barajı aştık, mazot 1 YTL’ ilanlarına yer vermesi, dahası ince ayarla pohpohlamasından murad edilen şey, sonradan ‘bakın! siyaseti sivile bıraktık, gitti hortumcuya vardı’ diyebilmek için midir? Toplum bu acımasız akıl ve ahlak testine reva mıdır?

İsmet Özel akılsız bir toplum aynı zamanda ahlaksız bir toplumdur demişti; çok haklı. Çünkü ahlaksızlık, bir geleceğini düşüne-me-me, yarın hangi konularda bedel ödeyeceğini öngörememe sorunudur aynı zamanda ve kâfi miktara ulaştığı, sözgelimi ‘Adam ABD’yi bile dolandırdı, demek ki güçlü ve ‘zeki’, Türkiye’yi ancak böyle bir adam kurtarır’ görüşünün yaygınlaştığı bir toplum sadece ahlâksız değil, aynı zamanda ‘akılsız’ bir toplumdur. Akıl ve ahlak ikilisinin; sorunlara anlık ve pratik çözümler üretmeye, hazırcevaplığa ve kurnazlığa yarayan, genelde günü kurtaran, fırsatları değerlendirirken bu çabasını ‘o an için’ birçok kişiyi ikna edebilecek şekilde rasyonalize etmeyi başaran, ama uzun vadeli düşünmekle, yapılanların insanları ve son kertede kendisini nasıl zedeleyeceği ile ilgilenmeyen ‘zeka’dan farklı olduğunu, hatta çoğu kez ayrıştığını belirtmekte fayda var. Sivil siyaseti baltalamak için yapılan zekice ataklar ve ince ayarlar uzun vadede akılsız ve ahlaksız toplumlara neden olur ve siyasetin onursuzlaştığı noktada, artık zekâ da fayda etmez.

Umarız akıl ve ahlak galip gelir; hem yurtta hem cihanda...

Zaman, 6.6.2007

Nihal B. KARACA

07.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004