Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hudson tartışması sürüyor: TSK açıklamaları tutarlı mı?

WASHINGTON - Hudson Enstitüsü dosyası maalesef henüz kapanmadı. İş Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tutarsız açıklaması sonucunda daha da seviyesiz bir hâl aldı. Koskoca Genelkurmay neredeyse ‘kişiye özel’ bir muhtıra verdi. Oysa söz konusu gazetecinin bütün suçu işini sağlam ve dürüstçe yapmak. Yasemin Çongar’ı hedef alan açıklamada neler dedi Genelkurmay bir göz atalım. Önce toplantı konusundaki genel ifadelere bakalım.

“Genelkurmay Stratejik Araştırmalar ve Etüd Merkezi (SAREM) Başkanı, diğer ülkelerdeki benzerlerinin yaptığı gibi bazı düşünce kuruluşlarının yapısı ve çalışma yöntemleriyle ilgili bilgi alışverişinde bulunmak amaçlı olarak, çok daha önceden planlı bir ziyaret çerçevesinde 11-16 Haziran 2007 tarihleri arasında ABD’de bulunmuştur.

Bu ülkedeki beş ayrı düşünce kuruluşunu ziyaret kapsamında, anılan düşünce kuruluşu da ziyaret edilmiştir. Ancak bu ziyaret kesinlikle yapılan toplantı ile ilgili değildir.”

“SAREM heyetinin ABD’ye yapacağı ziyaret kapsamında diğer düşünce kuruluşlarıyla olduğu gibi bu kuruluşla da temas kurularak genel anlamda ziyaret programı üzerinde mutabakat sağlanmış, ancak hiçbir şekilde söz konusu toplantı için, senaryoyu da içeren bir davet alınmamıştır. Ayrıca anılan toplantıda bir Kürt grubun liderinin oğlunun da bulunması tamamen bir tesadüf olup, SAREM Heyetinin bu kişiyle hiçbir şekilde teması olmamıştır. Vaşington Silahlı Kuvvetler Ataşesi, yapılan toplantıya şifahi bir şekilde davet edilmiştir. Ataşeliğe toplantı öncesi senaryo ile hiçbir bilgi ve belge verilmemiştir. Ataşe bu toplantıya Genelkurmay Başkanlığının izni ile katılmıştır.”

SAREM’in ziyaretleri

Evet doğru SAREM’in Washington ziyareti sadece bu toplantı için değildi. Fakat Hudson Enstitüsü toplantısı herhalde bu Washington ziyaretinde ayrıcalıklı bir yere sahipti. Zira SAREM diğer ziyaret edilen düşünce kuruluşlarında saatler süren bir konferansa katılmadı. Ayrıca Hudson’da yapılan toplantı SAREM’in katılacak olmasıyla anlam kazanan bir toplantı. Hudson Enstitüsü bu toplantıya katılanlara davet mektubu yollarken SAREM katılımını özellikle belirtiliyor ve bu nedenle toplantı daha cazip hale geliyor.

Oysa Genelkurmay’ın açıklamasında sanki Hudson Enstitüsü’ne sadece basit bir ziyaret yapılmış gibi bir ifade var.

İşin aslına bakarsak ortada son derece hassas konulu bir konferans var. Zeyno Baran’ın katılımcılara yolladığı davetiye mektubu bu konferansa SAREM başkanıyla heyetinin katılımını özellikle belirtiliyor. Sonuçta Zeyno Baran bu resmi katılımı haklı olarak ön plana çıkarıyor. Eğer Genelkurmay ve SAREM aksini düşünüyorsa ve bu tür hassas konulu bir toplantıya katılma niyetleri yokken katılmış iseler kendilerini Hudson ve Zeyno Baran tarafından kullanılmış hissetmeliler.

Gene yukarıdaki açıklamada Genelkurmay Başkanlığı, ‘bir Kürt grubun liderinin oğlunun’ toplantıda hazır bulunuşunun ‘tesadüf’ olduğunu bildirdi. ‘Bir Kürt grubunun oğlu’ şeklinde kullanılan ifade aslında Kuzey Irak’taki Kürt Yönetimi Temsilcisi Kubat Talabani’yi belirtmek için kullanılan küçümseyici bir formül. Kubat Talabani aynı zamanda Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin oğlu. Yani resmi ve özel kimliği, ‘bir Kürt grubunun liderinin oğlu’ olmaktan öteye gidiyor. Kullandığı dile genelde çok özen gösteren Genelkurmay burada Irak Kürtlerini nasıl küçük gördüğünün ipuçlarını da vermiş oluyor böylece.

Ciddî bir kuruluş

Gelelim “tesadüf” konusuna. Washington’daki kaliteli düşünce kuruluşlarını dünyadaki ve gene bu şehirdeki bazı ikinci sınıf think-tank’lardan ayıran konu ciddiyettir. Önemli düşünce kuruluşları davetliler listesine ve davetiye metnine son derece özen gösterir. Davetler şifahen yapılmaz, yazılı olarak yollanır. Toplantı konusu açık olarak davetiyede belirtilir. Hele toplantıya resmi katılım olacaksa ve bir senaryo tartışması olacaksa bu konu detayarıyla önceden katılımcılara davetiye mektubunda bildirilir.

Nasıl olur da Hudson Enstitüsü, SAREM ve askeri ataşeliğe resmi toplantı davetiyesi ve davetliler listesi göndermez? Akıl almıyor. Ciddi bir toplantıda hele SAREM ve Türk askeri ataşeliği gibi saygın ve ciddi kurumların katılacağı bir toplantıda işler genelde tesadüflere bırakılmaz. Ayrıca, savunma ataşeliğimizin, daha önce burada, Genelkurmay yetkililerinin katıldığı toplantıların davetli listesi ve formatından baştan haberdar olmakla kalmayıp, bunların belirlenmesine müdahil olduğu da düşünce kuruluşlarında bilinen bir gerçek.

‘Tesadüf’ kabul edilebilir mi?

Fehmi Koru’nun da ifade ettiği gibi: “Herhangi bir konuda ‘tesadüf’ olabileceğine inanmaya başladığınızda, başka ayrıntıları da ‘tesadüf’ kabul edebilirsiniz. Toplantının Hudson’da yapılması, SAREM heyetinin toplantı günü Washington’da ve Hudson binasında bulunması, davet mektubunda ‘SAREM’den üst düzey subayların hazır bulunacağı’ notunun yer alması... Bunların hepsi ‘tesadüf’ olarak karşınıza çıkar...”

Şimdi gelelim Genelkurmayın açıklamasının ‘tesadüf’ eseri olmayan tarafına. Şöyle diyor açıklama:

“Önemli bir gazetenin ABD muhabirliğini yapan ve bu konuda yeterli tecrübesi olması gereken bir muhabirin bu olayı saptırır tarzda haberler yapması, TV kanallarında yanlış yorumlarda bulunması maksatlı bir girişim olarak görülmüştür... Toplantıyı gündeme taşıyan basın mensubu tarafından iddia edilen: ‘Türkiye’ye teslim edilmesi düşünülen teröristlerle ilgili haber’ tamamen hayal ürünü olup, yalanı yalanla örtme ve hedef saptırarak kurumları karalama amacını taşımaktadır. O nedenle bu konu, söz konusu gazetecinin açıklık getirmesi gereken bir husus olarak görülmektedir.”

Yasemin Çongar ne ‘yalanlar’ söylemiş, ne ‘hayaller’ kurmuş, hangi kurumları ‘karalamış’ bir bakalım. Yasemin Çongar sonuç olarak SAREM, Washington Askeri ateşeliği, ABD dışişleri ve savunma bakanlığı görevlileri, bazı analizciler, ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti Washington Temsilcisi Kubat Talabani’nin katıldığı ‘garip senaryolu’ bir toplantının detaylı haberini yapmış.

Bu toplantının resmi davetiyesini bulmuş ve bu toplantıya katılan üç kişiyle detaylı konuşmuş.Haberini Zeyno Baran’la da temasa geçerek hazırlamış. Zeyno Baran bu haberi yalanlamamış.

Tesbitler

Haberinde aşağıdaki tespitleri toplantıya katılan üç kişi de konfirme etmiş. Neymiş bu tespitler?

1) ABD’li katılımcılar, toplantıya gelirken, hem üzerinde konuşacakları senaryonun ayrıntılarını, hem de bu senaryoyu SAREM’den üst rütbeli subayların katılımıyla konuşacaklarını biliyorlarmış.

2) Davetiye mektubu senaryo ve resmi katılımcılar konusunda detaylı bilgi içeriyor. (Nedense bu davetiye, senaryo, ve katılım listesinden bir tek SAREM ve bizim askeri ataşeliğimiz bihaber. Pek profesyonelce değil bu durum.)

3) Toplantıda Hudson’da çalışan bir Türk analist, “PKK’ya şimdi yapılacak bir operasyon AK Parti’ye yarar, zamansız olur” ifadesi kullanıyor ve resmi Türk heyetinden aksi yönde bir tepki gelmiyor.

Bu toplantıya katılan ve benim de konuştuğum iki kişi bütün bu tespitleri onaylıyor. Şimdi kendi duyduklarımıza, gördüklerimize ve işini profesyonelce yapan Yasemin Çongar’a mı inanalım, yoksa TSK’nın ‘tesadüflerine’ ve ‘karalamasına’mı? Karar vermek çok zor değil.

Dr. Ömer TAŞPINAR

Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü

Radikal, 25 Haziran 2007

26.06.2007


 

Kürt de bizim, Çerkez de bizim, Laz da bizim.. Evet ama “layt” olarak mı?

2007, Türklerin mitingleri yeniden keşfettiği yıl olarak geçecek tarihe. Memleket 12 Eylül’den bu yana bu kadar arka arkaya miting görmemişti.

Cumhuriyet mitinglerine pek sempatiyle yaklaştığımı söyleyemem ama terör mitingi başka. Terörün (her şeklinin!) bitmesini benden daha çok isteyen belki de yoktur. Bu köşede bin kere de yazdık. İNSANLARIMIZ NEDEN ÖLÜYOR? NEDEN TERÖR VAR? SORUNUN TEMELİNDE NE VAR? NİYE KİMSE HESAP SORMUYOR BU SAVAŞ NEDEN BİTMİYOR? Diye yırtındık durduk.

Ve fakat on yıl, hatta on beş yıl önce yapılması gereken mitingin bugün, işler komple sarpa sardıktan, dibimizde bir Kürt devleti kurulduktan, işin içine yedi düvel karıştıktan sonra ve de Askeriyemiz EMRETTİĞİ pardon rica ettiği için (kitlesel duruşşşş..) yapılması hakikaten çok acayip.

Çok çok çok acayip. Eşyanın tabiatına bundan daha aykırı bir şey düşünemiyorum.

İşe yarayacaksa ne güzel! Hiç itirazım yok. Terörün temelinde ne yatıyor diye düşünecek, gerçekleri su yüzüne çıkaracak ve bugüne kadarki yöntemlerin işe yaramadığını, başka bir şeyler yapılması gerektiğini, makul, mantıklı ve medeni çözümler bulabilecek, bunları tartışabileceksek, ne güzel!

Memleket büyük, memleket güzel, sahip çıkalım evet!

Fakat bu miting kime karşı yapıldı ben anlamış değilim. Dağdaki PKK’lıya karşı mı? Utanacaklar ve silahlarını bırakacaklar diye bir saf umut mu var? Hükümet mi eleştirildi? Siyasi bir çözüm yoluna gitmediler diye? Veya askere daha fazla yetki vermedi diye? Mesela Irak’a giriş gibi.

Genel Kurmay’ın emriyle pardon ricasıyla yapıldığına göre TSK’ya yönelik bir eleştiri olması elbette beklenemez de ama bu durumda ne protesto ediliyor?

Amerikalılar Irak operasyonu için “neden bu kadar kayıp var? Bir strateji hatası mı var? Bir başarısızlık mı söz konusu?” diye çatır çatır sorabiliyorlar.. Yani.. Bilmem anlatabiliyor muyum..

***

Peki pankartlar ne diyor?

“Kürt de bizim, Türk de bizim, Alevi, Sünni, Laz, Çerkez, Yahudi, Rum, Ermeni de bizim, Doğu da bizim, Kıbrıs da bizim... Hepimiz tek milletiz. Bizi beğenmeyen utansın.”

(Ben düzelterek yazdım. O kadar imla hatasını tekrar etmeye hiçbir klavye dayanmaz. Türkçe imla kuralları “bizim” değil anlaşılan... Kimin için var onlar? İngilizler için mi?)

Fakat imla bir yana niyet iyi. Benim anladığım şu: “Kürt’e değil, PKK’ya karşıyız” demeye çalışan, en azından benim saf saf böyle yorumladığım, kardeş kardeş, barış barış, “hep-beraber-yaşayalım \endash işte \endash ne \endash olacak - bu \endash vatan \endash hepimizin” diyen bir slogan.

Asalım keselim minvalli şeyler de olabilirdi. İnternette var çünkü.

İyi de “Kürt de bizim” deyince “Kürt realitesi” de kabul ediliyor mu bakalım? Yani oldukları gibi kalsınlar mı denmek isteniyor yoksa bir “layt” Kürtlük mü isteniyor tümüyle şüphe içindeyim. Asimile olmuş, Türkçe konuşan, Türkçe isimler taşıyan, iyi kebap yapan, töre möre, aşiret maşiret demeyen, vur ensesine al lokmasını, “he gurban” diyen çalışkan inşaat işçileri, lokantacılar, şarkıcılar mı isteniyor?

Bir çözüm? Bir teklif? Ve ayrıca Çerkezler, Lazlar, Rumlar nereden çıktı?

Kürtler bizim kardeşimizdir, yok aslında birbirimizden bir farkımız, -ki var- sarılın öpüşün denmeye çalışılırken neden araya Lazlar, Çerkezler karıştırılır hakikaten enteresan. Ortada ne Lazca, ne Çerkezce diye bir dil kaldı (Lazca’nın Karadeniz şivesiyle konuşulan Türkçe olmadığını biliyorsunuz umarım) ne de o milletin gelenek göreneklerini yaşayan, ne de zaten bir hak iddia eden var..

Yani insanın anneannesinin Çerkez olup Çerkez tavuğunu pek güzel yapması ve Çerkezlikle ilgili bütün bilgisinin bu olmasıyla insanın Yüksekova’da yaşayıp on beş göbek Kürt olması, zorunlu haller dışında daima Kürtçe konuşması, beğen ya da beğenme Kürt gelenek göreneklerini dibine kadar yaşaması arasında bir benzerlik yok. Ama araya ısrarla komple asimile olmuş Çerkezler, Lazlar ve varlıklarıyla yoklukları pek belli olmayan Rumlar vs sokuşturulduğuna göre demek ki arzu Kürtlerin de sayılan diğer cemaatler gibi “layt” olması.

Eee o zaman da işte çok beklersin terörün bitmesini. İçi boş klişelerle nereye kadar...

Vatan, 25 Haziran 2007

Tuğçe BARAN

26.06.2007


 

‘Oyun’ içinde oyun

Kafka’nın Dava’sında, K. ile Rahip arasında geçen bir diyalog vardır. Rahip bir hikâye anlatır.

Kanun’un kapısından içeri girmek isteyen Adam ile, çeşitli bahane ve oyalamalarla buna bir türlü izin vermeyen Kapıcı’nın hikâyesidir bu. Kapıcı’nın Adam’ı aldattığını düşünür K., ama Rahip’e göre, Kapıcı’dan kuşkulanmak Kanun’dan kuşkulanmaktır ve bu kabul edilemez.

K.’nın aklı yatmaz. Zira Kapıcı’nın her sözüne gerçek gözüyle bakılamayacağını hikâyenin kendisi zaten açık etmiştir.

Demek ki, asıl mesele kime neden ‘inanmak’ gerektiğindedir. Rahip der ki, ‘Gerçek gözüyle değil, sadece zorunlu olarak inanacaksın.’ K. isyan eder buna ve bu gerekliliğin doğurduğu düzene.

* * *

20 Haziran’dan beri, K. ile Rahip arasındaki diyaloğu düşünüyorum. Genelkurmay Başkanlığı, o günkü açıklamasında Hudson Institute’un 13 Haziran toplantısına ilişkin resmi bilgi verdi. Açıklamada, beni tarif ederek, kişiliğimi ve gazeteciliğimi karalamaya yeltenen ifadeler de vardı. Bu ifadeler beni üzdü; Genelkurmay gibi ciddi bir kuruma yakıştıramadım. Ama konu ben değilim; her ne kadar böyle bir hava yaratılmak istense de.

Konu, Hudson’daki toplantının niteliği, gündemi, katılımcılarıdır; bunlara ilişkin benim ve ‘suç duyurusunda’ bulunmak gibi olmasın ama diğer bazı meslektaşlarımın ortaya çıkardıklarıdır. Genelkurmay açıklaması ardından, toplantının içeriğine ilişkin bilgi veren kaynaklarımın her biriyle, bana daha önce aktardıklarını yeniden teyit ettim. Ama Genelkurmay açıklamasına inanmam gerektiğini de biliyorum. İnanınca da, bazı yeni gözlem ve sorular kendini dayatıyor.

* * *

Açıklamadan anlıyorum ki, Irak Kürdistan Bölgesel Hükümeti Washington Temsilcisi Kubad Talabani, Hudson’a, SAREM yetkilileriyle karşılaşacağını bilmeden, ‘tesadüfen’ gitmiş. Ya da Talabani, toplantıya bilerek, planlı bir katılım göstermişse, belli ki Hudson, toplantıya katılan Türk askeri yetkililerine ‘Talabani de geliyor’ deme gereği duymamış; ‘sürpriz’ yapmış.

Zaten yine Genelkurmay açıklamasından öğrendik ki, Washington’daki askeri ataşemiz, diğer katılımcıların yazıyla davet edildiği toplantıya ‘şifahi olarak’ çağrılmış. Demek ki, Hudson’ın ataşeliğimize karşı tavrında bir teklifsizlik ya da gayriprofesyonellik var.

Genelkurmay, ataşemizin toplantıya katıldığını doğruladı. SAREM yetkililerinin toplantıya katılımı ise, ‘yemekten önceki son kısımda’ ve ‘yemekte’ diye aktarıldı. Öğrendik ki, bu öyle planlı, etkin bir katılım değil; ‘izleme amaçlı.’

İyi ama, toplantıyı herkese ‘SAREM’den üst düzey subaylar da katılacak’ diye lanse eden Hudson’ın, bunu yaparken SAREM yetkililerine danışmaması; onları, toplantının içeriği, katılımcıları konusunda bilgilendirmemesi doğal mı?

Bir de deniliyor ki, ‘senaryo tartışılmadı.’ İyi de, senaryo, hangi saldırının, nerede, kime karşı yapılacağına ilişkin öngörüsünü kayda geçirmiş zaten. Toplantıdaki amaç, tabii ki, kimin nerede öldürüleceğini tartışmak değil, sonrasını ‘oynamak’; bu vahim senaryo ile kaçınılmaz hale getirilmiş bir K. Irak harekatını tartışmak.

Dolayısıyla, diğer bütün katılımcılar, bu senaryodan haberdar ve ‘Türk subaylarının da aynı metni okuduğunu’ varsaymakta iken, heyetimizin senaryodan tümüyle habersiz bırakılması haksızlık değil mi?

* * *

Son olarak, Genelkurmay’ın beni ağır dille suçlayıp ‘açıklık getirmemi’ istediği bir husus var. Bu husus, toplantıda, PKK liderlerinin bu aşamada Türkiye’ye teslim edilmesine, AKP’ye yarayacağı gerekçesiyle karşı çıkanlar olduğudur.

Benim, kimin ne söylediğini birden fazla kaynaktan doğrulatmama karşın, kaynaklarım anonim kalmayı tercih ettiğinden, ‘iddia’ diye aktardığım bu husus, Genelkurmay’a göre, ‘hayal ürünü.’

Demek ki, birden fazla katılımcı aynı anda, aynı ‘hayali’ gördü ve bana, ayrı ayrı, benzer ifadelerle aktardı.

Burada, ya parapsikolojik bir muamma var ya da her biri kendi alanında itibarlı olan kaynaklarımın, anonim kalacaklarına güvenerek, ortak bir komplo kurduklarına inanmalıyım.

Peki, o durumda, Hudson toplantısına katılan Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Henri J. Barkey’nin dün, CNN Türk’te, bu konudaki haberlerimizde ‘gerçeğe aykırı bir şey görmediğini’ bizzat açıklamasına ne diyeceğiz?

TÜSİAD ABD Temsilcisi Abdullah Akyüz’ün, Barkey dışındaki bir katılımcının, ilgili haberleri ‘aynen doğruladığını’ aktarmasını nasıl açıklayacağız?

Referans’ın başyazarı Cengiz Çandar’ın, Barkey dışında toplantıya katılanlarla konuşup benzer bilgiler aldığını söylemesine ne tepki vereceğiz?

Ben Çandar ve Akyüz’ün kaynaklarını bilmiyorum. Kendi kaynaklarımı da saklı tutuyorum ve samimiyetle umuyorum ki, bir gün açıkça konuşacaklar.

Milliyet, 25 Haziran 2007

Yasemin ÇONGAR

26.06.2007


 

Çeteleri konuşabilecek vekillere ihtiyaç var

Erken seçim kararı ile birlikte görevini tamamlayan bu Meclis neler yaptı? Neler yapamadı? Hangi yasaları çıkardı?

Bunların bilançosu mevcut.

Bu Meclis, cumhurbaşkanını seçmesi engellenmiş olsa da muhakkak birçok iş yaptı. (Bunların belki de en önemlisi Irak’a asker gönderilmesine ilişkin tezkereyi reddetmiş olması.)

Ama Meclis’in görevleri arasında olduğu halde yapılmayan bazı işler de var. Mesela bu Meclis’te muhalefet yapılmadı.

Ne hükümetin icraatları doğru dürüst denetlenebildi ne de hükümetten ayrı bir paralel hükümet gibi çalışan ‘devlet’ in bazı faaliyetleri, bürokrasinin yasa dışı, kural dışı işlemleri ve eylemleri denetlenebildi.

Yine bu Meclis’te Türkiye’nin en önemli meseleleri hakkında ciddi tartışmalar yapılamadı, bazı meseleler araştırılamadı, soruşturulamadı. Meclis, Kürt meselesi, Ermeni meselesi gibi Türkiye için hayati önemi olan konular bir yana, çeteler meselesini bile gündemine alamadı.

Üstelik de çeteler ortalıkta cirit atarken, hemen her hafta bir çete ortaya çıkartılırken, çete gerçeğinin devleti oluşturan en önemli kurumlarının dahi içine girdiği görüldüğü halde, bu meseleye uzak duruldu. Bu durum kuşkusuz Meclis’te gerçek bir muhalefetin bulunmayışı ile de yakından ilgili.

Meclis’te ana muhalefet partisi diye yer alan CHP’nin, aslında halkın değil bürokrasinin hizmetinde oluşu Meclis’i adeta Hükümet kararlarını onaylayan bir noterlik makamına çevirdi. Bu şartlarda gelinen sonuç ortada.

Yasamanın ve yargının umursamazlığından, hükümetin “ne olur ne olmaz, başımız belaya girmesin” yaklaşımından ve muhalefetin devletçi tavrından kaynaklanan denetimsizlik sonucunda Türkiye çetelerin cenneti oldu. Sadece Şemdinli Çetesi’nden bu yana ortaya çıkan çeteleri sıralamaya kalksak burada yerimiz yetmez.

Bakın devletin açıkladığı resmi rakamlara göre sadece geçen yıl ortaya çıkarılan irili ufaklı 374 çeteyle ilgili olarak 292 polis, 119 asker kökenli kamu görevlisi hakkında kovuşturma yapılmış. Ayrıca 19 savcı da bu çete bağlantısı iddiasıyla soruşturmaya uğramış.

“Uğramış da ne olmuş?” diye sormayın. Burası Türkiye. Devlet kaynaklarından bilgi edinmek, bu konuda bir yasa çıkartılmış olmasına rağmen son derece güç. Bu nedenle çetelere bulaşmış bu kadar kamu görevlisi hakkında neler yapılmış, bunların kaçı cezalandırılmış bilmiyorum.

Yalnız bu vahim tablo, çetelerin özellikle asker, polis ve yargı mensuplarıyla içiçe olduğunu göstermesi açısından çok vahim. Zaten bu nedenle yakalanan çetelerle ilgili dosyalar kaşla göz arasında kapatılmıyor mu?

Ya da çetelerle, çete mensuplarıyla ilgili mecburen açılan davalar zaman aşımına uğramıyor mu? Askerin, polisin, yargının işbirliği, desteği olmadan bu kadar çete ortalıkta cirit atabilir mi?

Şu son yakalanan çetelere baktığımızda aslında çok rahatsız olmamız gerek. “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?” diye bağırmamız gerek. Başka birilerinin, bürokrasinin, yargının, idarenin tepelerinde oturanların ise yüzlerinin kızarması gerek.

İçinde ordu malı silahlar, bombalar ve patlayıcıların olduğu silah depoları bir biri peşi sıra ortaya çıkarılıyor ama genelkurmaydan bu konuda bir ses çıkmıyor. Mesela son yakalan maskeli soygun çetesinin liderlerinden birinin memleketin en seçme askeri birliği olan Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan olduğu açıklanıyor.

Aynı çetede yine polisin en seçme birliklerinden biri olan Özel Harekat’ta çalışmış bir başka zanlı daha olduğu söyleniyor. Bu çetede ve daha öncekilerde yer alan bu eski-yeni asker, polis çeteciler hakkında ne Genelkurmay’dan ne Emniyet’ten bir açıklama yapılmış değil.

Hükümet ise sadece seyirci. Hükümetin Şemdinli Çetesi meselesinde takındığı korkak ve çeteleşlemeyi teşvik eden bu yaklaşımın da etkisiyle çeteler ülkede cirit atmaya devam ediyor. Aynı şekilde Meclis’in, yargının ve idarenin meseleyi önemsemeyen yaklaşımları devlet içindeki yasadışılığın yaygınlaşmasını teşvik ediyor.

Netice olarak her şeyin başında Meclis’in görevini yapması geliyor. Bunun için de Meclis’te muhalefetin olması şart. Ancak bu sayede hükümetler ve idare kendisini, çeteler ve tabii diğer hayati meseleler konusunda adım atmak zorunda hissedebilir. Ancak bu sayede kamuoyu hareketlenebilir. (...)

“Meclis’te yeterince muhalefet olsaydı çeteler bu kadar cirit atamazlardı” diyorum.

Yeni Şafak, 25 Haziran 2007

Koray DÜZGÖREN

26.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004