Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Viva El İslâm

Bundan altı-yedi sene kadar önce Kübalı Müslümanların sayısının bin civarında olduğu söyleniyordu. Bugün ise “binlerce” Kübalı Müslüman’dan söz ediliyor.

İslam, Küba’ye hangi damardan girdi? Müslümanların sayısındaki muazzam artış nasıl izah edilebilir? Küba devleti bu işe nasıl bakıyor? Alman MDR Televizyonu’nda yayınlanan Kübalı Müslümanlarla ilgili nefis bir program, konuya açıklık getirdi. Programın metnini kısaltarak Türkçe’ye çevirdim. Dikkatinize zevkle sunuyorum.

***

“Allahu ekber” – Havana sokaklarında beklenmedik bir ses. Geçtiğimiz yıllarda binlerce Kübalı İslam’ı kabul etti. İslam ülkelerinden gelen giysiler ve gelenekler özellikle gençlerden büyük itibar görüyor. Halbuki Küba ile Müslümanlığı yan yana getirmek, ilk bakışta imkânsız gibi. Burası rom ve zevk u sefa adası değil mi? Fakat Fidel Castro’nun İslam dünyası ile kurduğu yakın siyasi ilişki, halk üzerinde şaşırtıcı izler bıraktı.

Havana İmamı Yahya Lazo: “Küba zengin bir ülke değil. Yine de Mali, Gine, Cezayir ve daha birçok İslam ülkesinden binlerce öğrenciyi üniversitelerinde bedava okutuyor. Öğrenciliğimde bu insanlarla yakınlık kurdum, onların etkisiyle ihtida ettim ve ülkemde İslam’ı yaymaya başladım. ‘Nasıl oldu da Küba’da bir İslam cemiyeti oluştu?’ diye sorarsanız, işte böyle oluştu.”

Müslümanların Havana’daki geleneksel buluşma yeri, Arap mimari tarzında inşa edilmiş eski bir bina. Castro yönetimi bu binayı Cuma namazları için yabancı öğrencilere ve diplomatlara tahsis etti. Fakat cemaate artık Kübalı Müslümanlar da katılıyor.

Mütemadiyen büyüyen yerli cemaatin henüz kendilerine ait camileri yok. O yüzden özel konutlar İslam merkezlerine dönüştürülüyor.

Bu ‘İslam patlaması’nın temelinde, gerçekleşmeyen sosyalist ütopyaların doğurduğu hayal kırıklığı yatıyor. Birçok Kübalı, Kur’an’da ve ABD’li Müslüman lider Malcolm X’in öğretilerinde yeni bir ‘dayanak’ arıyor. Hükümet onları henüz resmen tanımasa da, faaliyetlerini sınırsız bir hoşgörüyle karşılıyor.. Çünkü hiçbir tehdit oluşturmuyorlar. Havana Müslümanlarında fanatizm ve dinsel şiddetten eser yok.

Kübalı Müslüman İsmail Perez: “İslam’la ilgili bir sürü önyargım vardı. Herkes, annem-babam dahil, bana İslam hakkında sadece kötü şeyler anlattı. Bir gün, İslam’ı Müslümanlardan dinlemeye karar verdim. Bu sayede İslam’ın ne kadar insani bir şey olduğunu, bu dinin savaşı değil barışı arzuladığını fark ettim. Terörizm ve İslam arasında hiçbir ilişki yok.”

İslam, hanımlar arasında da hızla yayılıyor. Avukat İlena Ceballos, sürgündeki Filistinli bir siyasetçiyle evleneli beri Müslüman. Kocası Filistin’e dönmeye karar verince, “ben ülkemde kalacağım” deyip boşanmış. İslam inancını ise korumuş. Başındaki örtü, vatandaşlarını hiçbir şekilde rahatsız etmiyor. O da, başörtüsü takmayan kızına bir baskı uygulamıyor. Karibik kültürüne mahsus ‘genişlik’ sayesinde geçinip gidiyorlar.

İmam Yahya Lazo, bu kadar mümini nereye sığdıracağını şaşırmış durumda. Sonunda kendi evini de camiye çevirdi…

(“İslam mit karibischem Flair”, MDR, 24.06.2007. Metin: Florian Borchmeyer)

Yeni Şafak, 2 Temmuz 2007

Hakan ALBAYRAK

03.07.2007


 

367’de başını kuma gömen medya!

Doğruyu konuşmak lazım; uzun bir zamandan beri adalet kavramı ağır yaralar aldı. Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, hazırladığı iddianame yüzünden meslekten ihraç edildi.

Şemdinli davasına bakan hâkimin görev yeri değiştirildi. Şemdinli davasının mahkeme heyeti dağıtıldı, bir gecede 51 klasör okuyarak sanıkların lehine pozisyon alan savcı ödüllendirildi, batık bankalar davasının uzman hâkimi (Mustafa Akın) önemli bir dava öncesi başka bir mahkemeye kaydırıldı... Son beş yılda yaşanan ve adalete gölge düşüren hadiseleri tek satırla not etmeye kalksam sanırım bu sütun yetmez.

Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararı, kötü gidişatın dibe vurduğu bir nokta oldu. Herkes mahcup. Karar metni mahcup, karara itiraz eden bir zamanlar adalet mekanizmasında görev almış en üst düzey yetkili bile mahcup; çünkü adalet üzerine düşen gölge öyle bir günde oluşmadı. Kurbanlar verilircesine yapılan hatalar toplandı, birikti ve herkesi rencide edecek hale geldi.

En çok kim mahcup biliyor musunuz? Medya. İnanabiliyor musunuz; 367’nin gerekçesini gazetelerin çok büyük bir kısmı birinci sayfadan tek bir kelimeyle bile girmedi. Tabii ki haber değerlendirmesi herkesin kendi takdiridir ve ona saygı duymak gerekir. Ancak aylardır hararetle tartışılan ve defalarca manşet olan bir olayın gerekçesi iki satırlık da olsa haber değeri taşımıyor mu? Mahcubiyetler silsilesi gösteriyor ki Mahkeme’nin gerekçeli kararı, hiç kimsenin içine sinmedi. “Yargıçlar devleti” gibi bir tehlikenin sinyallerini de herkes görüyor. Böyle bir durumda en büyük zararı medyanın göreceği de aşikâr. O halde nedir bu sessizlik? Bir tecavüz davasına gelen yayın yasağına kükreyip çete davasına gelen yasağı görmezden gelmek nasıl anlaşılamıyorsa, 367 tartışmasını manşete taşıyıp; sonra cılız gerekçe karşısında sükût etmek de anlaşılamıyor. Köşe yazarlarının gördüğü gerçek, yazı işleri tarafından hiç mi görül(e)mez? Umarım yargı tarafından âkil heyeti, tartışmalardan ne kadar zarar gördüklerini fark eder ve bir an önce toplum nezdinde zedelenmiş adalet duygusunu yeniden diriltecek hamleler yapar. Onların bağımsızlığı medyanın da bağımsızlığı haline geldi zira. 28 Şubat döneminde brifing alarak başlayan süreç, hem yargıyı hem medyayı bir hayli hırpaladı; artık toparlanma zamanı geldi, belki de geçiyor. Daha ötesi Türkiye’mize zarardır...

Zaman, 2 Temmuz 2007

Ekrem DUMANLI

03.07.2007


 

Mazot ve kitap

İlk anda “bu ikisinin birbiriyle ne ilgisi var” denilebilir. Elbette, mazotla kitabın birbiriyle doğrudan bir ilgisi yok.

Ama bizim partilerin seçim kampanyası üslüpları ve temaları dolayısıyla ikisini ilişkilendirmek mümkün.

Bütün siyasi partiler mazot fiyatı hakkında çeşitli vaatlerde bulunuyor. Vaat edilen rakamlarsa mazotta her türlü verginin kaldırılması, üstüne de devlet tarafından bir miktar sübvansiyon anlamına geliyor.

Bu konuda yapılan hesaplar, eğer bu vaatler gerçekleşirse, devletin yıllık kaybının birkaç milyar doları bulacağını, üstelik bu uygulama dolayısıyla ortaya çıkacak kaçakçılık sorunlarının da o kaybı katlayabileceğini gösteriyor.

Genç Parti Başkanı Cem Uzan, mazot konusunu popüler bir propaganda malzemesi olarak kullanmaya başlayalı çok oldu.

Ancak seçim yaklaşınca diğer siyasi partiler da aynı vaatleri dile getirmeye başladı.

***

Ankara’dan, hele siyasi partiler penceresinden oldukça küçük görülen, hatta hiç görülmeyen önemli bir meselesi daha var Türkiye’nin.

Üstelik bu meselede ilerleme sağlanamaması başka önemli sorunların kaynağı olmaya devam ediyor.

O da eğitim ve öğrenim meselesi. Birçok sorun gibi buna da çok dar açıdan bakanlar, bir insanın yetişmesinde en önde gelen unsurlardan eğitim ve öğrenimin birbirini tamamlar bir yapıya kavuşturulması yolunda herhangi bir fikri ve niyeti bulunmayanlar, kuşkusuz bu sorunun farkında bile değildir.

Mesele en basit şekliyle, ülkemizde kitap, gazete, dergi satış ve okunma oranlarının düşüklüğüdür. Hiçbir siyasiden henüz “kitapta ve her türlü süreli yayında vergiyi sıfırlayacağız, böylece satış fiyatlarında sağlanacak indirimler sayesinde vatandaşlarımızın daha çok kitap, gazete satın alması ve okuması sağlanacaktır” gibi bir söz duyulmuş değil.

Böyle bir uygulama ayrıca bütün ders kitaplarında da fiyat indirimi getirecektir. Bunun sağlayacağı yararlar ortadadır.

Devletin kitap ve her türlü süreli yayında vergiyi sıfırlamasıyla karşılaşacağı kayıp mazotta aynı uygulamanın yapılmasıyla ortaya çıkacak zararla kıyaslanamayacak kadar düşüktür.

***

Elbette, “mazottan vergi almayacağız” sözü ile “kitaptan ve her türlü süreli yayından vergi almayacağız” sözünün getireceği ya da getirmesi umulan oy miktarı da aynı değildir. Mazotta yapılacak büyük indirimler kamu açığı olacağı için yine halk tarafından şu ya da bu şekilde karşılanacaktır.

Bunu yapan siyasi iktidar da ancak bu popülist uygulamanın yarattığı sonuçlarla anılacaktır.

Ama aynı şeyi kitap, gazete ve dergiler için yapacak bir hükümet her zaman ülkede okumayı teşvik açısından, okur sayısının artması açısından en önemli adımlardan birini atmış bir hükümet olarak anılacaktır.

Mazotçu siyasilerle kitapçı siyasiler arasındaki fark her zaman çok belirgindir.

Vatan, 2 Temmuz 2007

Okay GÖNENSİN

03.07.2007


 

Bizde adalet fikri

KÜLTÜRÜMÜZDE ‘adalet’in yeri nedir? Devlet hayatımızda ‘adalet’ ne kadar etkilidir? Düşünce tarihimizde ‘adalet’ felsefesi ne kadar yer tutar? Hele de aydınlarımızın gözünde ‘adalet’in felsefi değeri ne kadardır?

Okullarda verdiğimiz eğitimde ‘adalet’ ne kadar önemlidir?

Şimdi bu çok genel ve karmaşık soruları bir kenara bırakalım. Celal Bayar’ın Yassıada’dan sonra ‘tıkıldığı’ Kayseri hapishanesindeki hücresinde günlüğüne yazdığı bir notu size aktaracağım:

“Dreyfus davasını tetkik için kitap ısmarladım. İftira ve mahkeme yönünden bizimkine çok benzemektedir. Fransız milleti bu adaletsizliği tamir etmiştir. Bizde henüz milli vicdan haksız hükümleri hazmetmemekle beraber tamiri için maddi gayret göstermemiştir. Mesela bir Emile Zola, bir Clemenceau çıkmamıştır.”

Bayar, kızı Emine Gürsoy’a Dreyfus Davası’na ilişkin bir kitap ısmarlıyor. Bayan Gürsoy’un getirdiği Fransızca “Dreyfus Davası”nı Demokrat Parti bakanlarından Bahadır Dülger hapishanede tercüme ediyor, kitap 1964 yılında yayımlanıyor.

Dreyfus Dâvâsı

Yahudi asıllı Fransız Yüzbaşı Alfred Dreyfus, 1894’te askeri sırları Almanlara sattığı için Genelkurmay’ın emriyle tutuklanır, askeri mahkemede ömür boyu hapse mahkûm edilir. Fakat yazar Emil Zola, “Suçluyorum” başlıklı ünlü makalesiyle, adaletsiz kararından dolayı mahkemeyi suçlar, Dreyfus, hakkındaki delillerin inandırıcı olmadığını yazar.

Yer yerinden oynar. Zola hakkında “mahkemeye hakaret”ten dava açılır. Olay büyür, Fransa “Dreyfus yanlıları” ve “Dreyfus karşıtları” diye ikiye bölünür; adli bir mesele derhal siyasi bir savaşa dönüşür.

Ünlü devlet adamı Clemenceau da Zola’ya katılınca, artan kamuoyu baskısı karşısında Dreyfus yeniden yargılanır ve beraat eder!

Devlet özür diler! Sökülmüş rütbesi törenle iade edilir, üstelik nişan verilir!

Asıl suçlunun Yahudi ırkından Dreyfus değil, Frank ırkından Esterhazy olduğu anlaşılmıştır.

Devrim’den beri devletin gölgesi altında bulunan Fransız adaleti, bu olayla ‘tarafsız yargı’ olmaya başladı.

Zola ne güzel haykırmıştı:

“Cumhuriyetin şerefi, onun adaletidir!”

Bizde aydınlar

Celal Bayar haklıydı. Yassıada’da bir değil, birçok “Dreyfus faciası” yaşanmış, üç de idam sehpası kurulmuş ama bir tek Emile Zola çıkmamıştı! Aksine, o günün ünlü kalemleri koro halinde, dahası bir ‘histeri’ halinde, adli cinayeti alkışlıyordu!

TİP bile “Yassıada mahkûmlarına siyasi haklarını iade etmek, 27 Mayıs devrimine ve anayasasına aykırı olur!” diye Anayasa Mahkemesi’ne dava açıyordu!

“27 Mayıs’ı eleştirmek suç olmaktan çıkarılamaz” diye dava açıyordu!

TİP bile... Gerisini siz düşünün.

Üyeleri arasında Yassıada’nın unutulmaz şef-yargıcı Salim Başol da bulunan mahkeme, Bayar’ın serbest bırakılmasını öngören kanunu iptal ediyor, “27 Mayıs’ı eleştirmek suçtur” diye karar veriyordu!

O gün Menderes’in idamını alkışlamış birçok kimse bugün namuslu bir şekilde pişmanlıklarını, teessüflerini yazıyorlar.

Ama bizdeki hiçbir “adli hata”, henüz, Fransa’daki “Dreyfus Davası” gibi vicdanları harekete geçirip siyasi ideolojileri aşan bir “adalet” fikrini oluşturmaya yetmedi.

Hâlâ “öteki”ne yapılan adaletsizliği siyaseten “Oh oldu” diye karşılıyoruz.

Hâlâ Zola yok, Clemenceau yok!

Milliyet, 2 Temmuz 2007

Taha AKYOL

03.07.2007


 

Elazığ’da bir meydan

Sıcak altında bekleyen insanların bu tıkış tıkışlıkla neden kendilerine eziyet verdiklerini, arkaya doğru biraz açılmadıklarını doğal olarak merak ettim.

İleride yazabileceğim konuları not ettiğim deftere bakarken, Elazığ gezisinde miting meydanıyla ilgili almış olduğum bazı notları tekrar okudum ve bu konunun yazılması için ortamın gayet uygun olduğunu düşündüm.

Aslında yazacağım konu Türkiye’nin ilelebet sorunudur. Ne zaman yazsanız, gündem dışı kalmanız mümkün değildir.

Konu asker-sivil ilişkisi ve ordunun Türk demokrasisi içindeki konumu... Gördüğünüz gibi bu yazıyı 50 yıl önce de 50 yıl sonra da yazabilirdim.

Güncellik açısından bir şey fark etmezdi.

Başbakan Erdoğan ile Elazığ’da yapacağı mitingi izlemek için gitmiştik.

Miting alanına vardığımızda alanı dolduran kalabalığın fiziksel dağılımında bir tuhaflık olduğunu hissettim.

İlk bakışta fazla kalabalık yok gibi geliyordu insana. Çünkü arka alanlar boştu ama insanlar öne doğru tıkış tıkıştı. Yani kalabalık hayli fazlaydı. Sadece istedikleri kadar yayılamamışlardı.

Sıcak altında bekleyen insanların bu tıkış tıkışlıkla neden kendilerine eziyet verdiklerini, arkaya doğru biraz açılmadıklarını doğal olarak merak ettim.

Öğrendim ki; arka arazi askeri bölgeymiş ve sivil insanların askeri alanı doldurmasına izin verilmemiş.

Bu doğal bu uygulamayı eleştirmiyorum. Sakın ha; yanlış anlamayın. Sadece bu görünümden, bu miting alanından bir Türkiye tarihi çıkarmaya çalışıyorum.

Bizim hayatımızda da askerler bazen de zorunlu olarak hareket alanlarımıza kısıtlama getirmediler mi? İnsanların demokrasiyi bütün coşkuyla yaşama girişimleri birçok defa kısıtlanmadı mı, askıya alınmadı mı?...

Getirilen kısıtlamalar, askerlerin keyfe göre yaptıkları bir şey değil tabii ki... Miting alanında olduğu gibi hayatta da bazı zorunluluklar, bazı durumda yapılması gerekenler var onlara göre.

Bunların sonucunda coşkulu insanların hareket alanı hep daraldı. Tıkış tıkış oldu tüm toplum ve o gün miting alanında olduğu gibi insanlar çok bunaldı, çok şey çektiler.

Birçok darbe görmüş ve bazılarından hayli direkt olarak etkilenmiş bir insan olarak; o gün miting alanında olanları görünce ‘Burası Türk demokrasisinin bir sembolü’ dedim ve öyle de yazmışım not defterime.

Demokraside ideal olarak siviller, askerler tarafından itilip kakılmayacaklar ve gerektiğinde de askerin alanına yayılacaklar tabii ki...

Bu gerçeği olgunlukla karşılamayı öğrendiğimizde hepimizde bir rahatlama olacağına eminim ben.

Akşam, 2 Temmuz 2007

Serdar TURGUT

03.07.2007


 

Ankara’da hükümet mi, Türkiye’de iktidar mı?

Pazar sabahının sakinliğinde. Boş yolları. Ve tanrının bir mucizesi saydığım Boğaz’ı seyrederek... Zaman zaman, ‘dili olsa acaba neler anlatırdı’ diye düşündüğüm Yıldız Sarayı’na geldim. Malta Köşkü’nde, Egemen Bağış’ın Clinton Dönemi Dışişleri Bakanı Madeleine Albright onuruna verdiği sabah kahvaltısı vardı.

Amerika Birleşik Devletleri üzerinden Türkiye’ye bakmaya çalıştım.

Oralardan buralara... Buralardan oralara...

***

‘Baktın da ne gördün?’ sorusuna kısa yanıtım şudur: Belirsizlik.

Aynı bizdeki gibi... Amerika’da da iktidar kavgası var. Bir de... Seçimler yaklaşırken... Doğan iktidar boşluğunu fırsat bilip... Aradan sıyrılarak İran’a bir tane patlatmak isteyenler.

***

Aradan sıyrılıp bir tane patlatmak isteyenler... Türkiye’nin dışardan AB yolunu kesmek isteyenler...

İçerde eski düzenin sürmesi için vuruşanlar.

Belirsizlikten yararlanarak..

Vesayet altında bir Türkiye’yi yeğleyenler.

***

İşin kötü yanı... Belirsizlik belirsizliği doğurması.

Eğer belirsizliğe bakarak durumu kestirmeğe çalışırsan...

Sen de kendini belirsizlik durağında buluveriyorsun.

Şu anda bizim coğrafyada da... Türk-ABD ilişkilerinde de... Tavan yapan değer ‘kararlılık’ gibi görünmekte.

***

Eğer...

Amerika’da... Silahçılar galip gelir de, İran’a saldırı söz konusu olursa...

Ne yapılacak? Irak bölünürse... Hangi strateji izlenecek? Ya da başka ihtimallerde alternatifler neler?

***

AB üyeliği için de aynı şey. Çelme takmak isteyene... Ne yapılacak? Önümüzü kesmek isteyene... Nasıl bir tavır alınacak?

***

Tabii... İçerde de kararlılık...

Demokrasiye sahip çıkmakta tavizsiz kararlılık.. Parlamento üstünlüğüne sahip çıkmakta tavizsiz kararlılık...

İnsan haklarında... Piyasayı derinleştirmede... Rejimi demokratikleştirmekte... Her şeyde..

Keskin bir kararlılık gerekiyor.

***

Biliyorum... Siyaset ve hükümet... Şimdi seçime odaklanmış durumda.

Ama bizi sağ salim seçime götürecek olan da aslında bu kararlılık.

***

Çünkü... Bu kararlılık üremezse... Seçim olsa da... Türkiye’de bir iktidar olmayacak. Sadece Ankara’da bir hükümet olabilecek.

***

Biz neden 28 Şubat’a geri döndük? Dışarıdaki... Ve içerdeki kararsızlıktan.

O nedenle şimdi Ankara’da hükümet var ama Türkiye’de iktidar yok. Sisli ve puslu belirsizlik bundan.

***

Kararlılık.. Kararlılık.. Kararlılık.. Her zaman ‘zor’ değil, bazen de ‘kararlılık’ oyunu bozar çünkü.

Ve şu sıralarda yaşanan belirsizliğin içinde çok ‘oyun’ var.

Star, 2 Temmuz 2007

Mehmet ALTAN

03.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004