Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

YAŞ haberleri medyada neden bu kadar yer tutuyor?

(...) Sizi bilmem ama ben YAŞ’ın medyada niçin bu kadar büyük yer işgal ettiğini anlamıyorum doğrusu.

Adı üstünde, her yılın Ağustos ayında yapılan “olağan” bir toplantı değil midir bu?

Ama ne mümkün... Bir haftadır YAŞ’la kalkıp yatıyoruz. Biliyorsunuz; YAŞ’ın (ama her yıl) medyada yer alışı fiks mönüye uygun olarak düzenleniyor.

Her şeyden önce (hiç değilse 5 yıldır) toplantı süresince verilecek “yemekler” ve bunlara kimin katılıp katıl-a-mayacağı bahsi işleniyor.

Bu bahis çerçevesinde “öngörülen” davetlerin nasıl gerçekleştiği malum: Başbakan, eşi başörtülü olduğu için sadece öğle yemeklerine katılıyor. YAŞ’ın diğer üyeleri ise kendi aralarında (eşli olarak) –bir hafta boyunca– akşam yemeklerinde de bir araya geliyorlar.

“Fiks mönü”nün ikinci ayağı Anıtkabir ziyaretleri. Her yılın Ağustos ayında, YAŞ üyeleri biri toplantı öncesi diğeri toplantı bitiminde olmak üzere iki kere Anıtkabir’i ziyaret ediyorlar. Bu ziyaretler sırasında Başbakan, Şura Başkanı olarak, Anıtkabir Defteri’ne TSK’ya ilişkin bir şeyler yazıyor. (Başbakan bu yıl ilk kez -galiba, emin değilim- Defter’e yazdıklarını yüksek sesle okudu da.)

Peki YAŞ’ın bu “olağan” toplantıları medya açısından niçin bu derece önemli? Cevap yetiştirmek için kendinizi perişan etmeyin, çünkü bu sorunun makul bir cevabı yok.

Şöyle bir cevap en “makul”ü herhalde: Öyle işte, âdet böyle işte... Ya da (daha ciddi olsun isterseniz) “teamül” böyle...

Ve nihayet YAŞ toplantılarında neler olup bitiyor sorusunun cevabı: Ne olacak? “Olağan” olarak toplanan Şura’dan her yıl (ama her yıl) olağan kararlar çıkıyor. Terfi sırası gelen albay, general ve amiraller -son derece olağan bir biçimde- ya bir üst rütbeye terfi ya da emekli ediliyor.

YAŞ toplantılarında alınan kararların öne çıkan bir bölümü de “TSK ile ilişiği kesilenler”le ilgili. İşin bu faslı da son derece “olağan” cereyan ediyor. Başbakan ve Milli Savunma Bakanı bu kararları “muhalefet şerhi koyarak” imzalıyorlar. (Bu fasıl önemli ama bugünlük uzatmıyorum. “Sivil Anayasa” yürürlüğe girince bu “şerh” meselesinin de sonuna gelinecek herhalde. Ama şimdilik “muhalefet şerhi” ile yetiniliyor. “Muhalefetse al sana muhalefet!” durumu yani!)

Olağan YAŞ toplantılarıyla ilgili bir hususu az kalsın unutuyordum: Tabii ki, her olağan toplantı gibi bu yılın olağan toplantısı da Cumhurbaşkanı’nın vereceği akşam yemeğiyle son bulacak.

Sözün kısası: Medya, bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen YAŞ toplantılarına ilişkin haberlerle meşgul etmekten artık vazgeçsin... En önemli bölümü “YAŞ yemekleri”nden oluşan bir konuyu, tıslayan musluklardan dolayı burnundan soluyan Ankaralılar başta olmak üzere millete okutup seyrettirmekten daha manasız bir şey olur mu?

Yeni Şafak, 5 Ağustos 2007

Kürşat BUMİN

06.08.2007


 

Bürokratik oligarşi

Cumhuriyet tarihimizde ilk defa, gerçek anlamda sivil bir anayasa yapacağız. Yani ilk defa, bir toplum olarak, ortak yaşamımızın temel ilkelerini belirleyecek, bir toplumsal sözleşme haline getirecek ve altını imzalayacağız.

İlk defa olarak bu ilkeler bize dışardan dayatılmayacak, temsilcilerimiz aracılığıyla bizim irademiz esas alınarak belirlenecek. Böylesine temel bir tartışma, sadece Atatürkçülük noktasında tıkanıp kalırsa yazık olur doğrusu. Evet, mevcut anayasanın hepimize Atatürkçü olma dayatması yapması vahim; ne Atatürkçülük ne de bir başka siyasi çizgi ya da ideoloji Anayasa tarafından bütün vatandaşlara dayatılmamalı.

Ama önümüzde bekleyen Anayasa tartışmalarının tek önemli noktası bu değil. Bizi bekleyen en köklü tartışma konusu şu: Yeni Anayasa seçilmişlerle bürokrasi arasındaki mevcut güçler dengesini, seçilmişler lehine değiştirecek mi, değiştirmeyecek mi? Mevcut güçler dengesinin nasıl bir “denge” olduğu, bu “denge” yüzünden seçilmişlerin atanmışlar tarafından nasıl güçlü bir kuşatma altına alındığı siyasetle biraz olsun ilgilenen herkesin malumu...

Önce bu kuşatma halinin 1960 darbesine kadar uzanan geçmişini kısaca hatırlatalım: Türkiye’de DP hareketini “karşı devrim” olarak niteleyen bürokrasi, 27 Mayıs darbesinden sonra 50-60 arasında yaşananlardan önemli bir “ders” çıkarıyor: Bu halkın sağı-solu; ne zaman kimi seçeceği belli olmaz. Biz de ilelebet yönetimde kalamayız, ikide bir darbe yapıp yönetime el de koyamayız. O zaman, öyle bir sistem kurmalıyız ki, biz kışlamıza döndükten sonra da, seçimde kim gelirse gelsin, bizim kurduğumuz bürokratik iktidar değişmesin, seçilenlerin iktidar gücü sınırlı kalsın, rejimin kilit noktalarına koyduğumuz “bürokratik sigortalar” sayesinde kontrol yine bizde olsun. İşte 27 Mayıs Anayasası bu mantıkla hazırlanıyor.

Milli Güvenlik Kurulu, Yüksek Askeri Şûr’a, Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurumlar bu amaçla oluşturulup hükümetten iktidar “kaçırılıyor”. Bir sonraki darbeyle yapılan 82 Anayasası’nda “seçilmişlerden iktidar kaçırma” stratejisinin daha da ileri noktalara götürülerek, yeni kurumlarla, genişletilmiş yeni yetkilerle hükümetin ve Meclis’in iyice güçsüzleştirildiğini ve iktidarın bir avuç bürokratın eline teslim edildiğini görüyoruz. Bürokratik kurumlar kendilerinden sonra gelecekleri de kendileri belirleyerek, tek parti döneminin ideolojik çizgisini benimsemiş olan insanlara kendi yerlerini teslim ederek bir ideolojik hegemonya oluşturuyorlar.

Böylece, milli iradeyi boğan, sandık sonuçlarını anlamsızlaştıran oligarşik bir yapı kurulmuş oluyor. Askeri bürokrasinin sivil iktidarları kuşatmak için giriştiği bu operasyon Cumhuriyetin sivil elitlerinden de her zaman destek görüyor. Çünkü onlar da aynı jakoben zihniyetle, “cahil halkımızın” hiçbir zaman kendisi için neyin doğru olduğuna karar veremeyeceğini, sandıktan her zaman rejim düşmanlarının çıkabileceğini, dolayısıyla halkın çıkarlarını halktan daha iyi bilen asker-sivil aydın zümrenin rejim üzerinde değiştirilemez bir iktidar kurması gerektiğine yürekten inanıyorlar.

İşte bugünlere böyle geliyoruz. Bu yapı yüzünden, darbe anayasalarıyla kurulan bu kontrol sisteminde kilit rol oynayan Cumhurbaşkanlığı makamının seçimi her zaman kriz yaratıyor. “Kontrol sistemi”ni kuranlar, cumhurbaşkanlığına onaylamadıkları birinin gelmesine hayat-memat meselesi olarak bakıyorlar. Bugün YÖK, YAŞ, Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve nihayet Cumhurbaşkanının yetkileri konusunda işaretlerini aldığımız değişiklik önerilerinin hepsi temelde bu sorunsalla ilişkili. Türkiye önümüzde uzanan “sivil anayasa” tartışmaları boyunca, esas olarak bu kronik sorunu tartışacak. Hiç şüphesiz, “rejim elden gidiyor” çığlıkları arasında yürüyecek bu tartışma.

Tartışma ne kadar geniş kitleye yayılabilirse; geniş kitleler “rejim elden gidiyor” çığlıklarının arka planında yatan oligarşik iktidarı koruma kaygısını ne kadar iyi deşifre edebilirse, o kadar etkisizleşecek bu çığlıklar. Toplum, seçmekle yetinmeyip seçtiklerine sahip çıktıkça ve onları bürokratik iktidarın kuşatmasından kurtarabildiği ölçüde ülke demokrasiye doğru ilerleyecek.

Bugün, 5 Ağustos 2007

Gülay GÖKTÜRK

06.08.2007


 

Kanunda olmayan hayâli suç!

Dün açıklanan Yüksek Askeri Şûra kararlarının bir bölümü şöyle..

Aynen Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden aldım: “... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarını sarsacak şekilde, disiplin bozucu hareketlerde bulunan 13, irticai tutum ve davranışları nedeniyle 10 personel olmak üzere toplam 23 personelin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılmasına karar verilmiştir.”

Açıklama bu.

Açıklamanın bir de kanuni dayanağı olması gerekir değil mi?

Bakalım, kanun Yüksek Askeri Şûra’ya böyle bir yetki vermiş mi?

Türk Silahlı Kuvvetler Personel Kanunu’nun 50. maddesi şöyle:

“Madde 50 – (Değişik: 7/7/1971 - 1424/18 md.)

(Değişik birinci fıkra : 28/6/2001 - 4699/7 md.) Kadrosuzluk, yetersizlik, disiplinsizlik veya ahlâkî durum veya (d) bendindeki suçlardan hükümlülük nedeni ile aşağıda belirtilen esas ve şartlar dahilinde subaylar hakkında Silahlı Kuvvetler’den ayırma işlemi yapılır.”

Değişe değişe bir hal olmuş ama, sonuçta kanun çok net..

TSK’dan ayrılmayı, 5 değişik ana başlık altında toplamış.

a) Kadrosuzluk.. b) Yetersizlik.. c) Disiplinsizlik.. d) Ahlâkî durum. e) Belli suçlardan mahkûmiyet.

Yukarıya alıntıladığım YAŞ kararında, ihraç edilen 13 kişinin gerekçesi, kanundaki “disiplin bozucu hareketlerde bulunma” başlığı altındaki sebep..

Peki aynı YAŞ kararında, ihraç edildiği belirtilen 10 kişiye gerekçe gösterilen “irticai tutum ve davranışları” ifadesinin kanunda yeri var mı?

Ben bulamadım..

Belki başka bir kanunda “irticai tutum” ifadesi yer alıyordur diye, tüm mevzuatta tarama yaptım.

Hayır, “irtica” diye bir şey geçmiyor, Türkiye Cumhuriyeti kanunları arasında.. Böylece anlıyoruz ki, “irticai tutum ve davranışları nedeniyle” gerekçesi, kanunu dayanaktan yoksun bir gerekçe..

Tamamen keyfi bir gerekçe..

Kimbilir; böyle bir gerekçenin kanunda olmadığını gören bir görevli mi, yoksa durumdan vazife çıkaran kartel editörleri mi, birçok haber sitesinde ise gerekçe şöyle gösteriliyor: “Ahlâkî durum” sebebiyle..

Haydaaa.

YAŞ’ın açıklamasında “irticai tutum ve davranışları nedeniyle” deniliyor.

Kartelin açıklamasında “ahlâkî durumu” sebebiyle deniliyor!

Hangisi doğru acaba?

Yoksa ikisi de mi doğru değil..

Üstelik, “irticai tutum ve davranışları” gerekçe gösterilerek suçlanan insanlar, genelde ahlâkî açıdan çok güçlü olurlar..

Dolayısıyla bir kimseye “irticai tutum ve davranış”ta bulunmakla itham ediyorsanız, onlarda “ahlâkî durum” sebebiyle bir zaafiyet olmaması gerekir!

Görüyorsunuz işte, işe bir kere yanlış başlanılınca, onlarca yanlış çıkıyor karşınıza.. Her şey ayan beyan ortada ki; bazı subaylar, inançları sebebiyle, aile hayatlarındaki dini gerekliliklere verdikleri önem sebebiyle TSK’dan ihraç ediliyorlar.

Ve buna, yasal kılıf uydurulmaya çalışılıyor.

Aslında yapılması gereken, bu subaylar bir suç işliyorlarsa, yargılanmaları ve sonucuna göre TSK’dan ihraç edilmeleri veya kalmalarının sağlanması.

Ama biliniyor ki; yargılama noktasında deliller tartışılırsa, bu subayların kınanacak, yanlış olarak görülecek bir hareketleri yok.

O zaman işin kolayına kaçılıyor ve Anayasa gereği itiraz imkânı olmayan, YAŞkararı ile, sorgusuz sualsiz atılıyor subaylar.

Kanundaki gerekçenin ne olduğuna bile bakmıyor, ihraç kararını imzalayanlar.

Evet; Anayasa’nın 125. maddesindeki, YAŞ kararları aleyhine yargı yoluna gidilemeyeceğine dair hüküm, bu hukuksuz işlemleri teşvik ediyor.

Temennimiz, dün göreve başlayan TBMM’nin, yargı denetimini kapalı tutan hiçbir idari işlem bırakmayacak şekilde Anayasa değişikliğini yapıp, “ihraç sebebini bile öğrenemeyen subaylar” vakıasına son noktayı koyması..

Düşünebiliyor musunuz; yıllarınızı verdiğiniz işinizden (Ki, subaylığı sıradan bir iş olarak da göremezsiniz. Onun manevî yönleri de vardır) gerekçe bile bildirme ihtiyacı hissedilmeden, aniden atılıyorsunuz..

Ve “niçin” diye bir soru bile soramıyorsunuz?

Bir Hukuk Devleti’ne yakışır mı böyle bir durum?

Disiplinsizlik deniliyor.. Ahlâkî durum deniliyor.. İrticai eylem deniliyor.. Kafalar karıştırılıyor, gerçeği bir türlü öğrenemiyorsunuz.

Kimbilir; belki de bir üstünüzdeki kişi ile görüş ayrılığınız, bu kılıflar ile sizin görevinizden ihracınıza sebeb oluyor!..

Bunu da bilemiyorsunuz.

Çünkü YAŞ kararlarına yargı denetimi yok!..

Ne sivil yargı denetimi.. Ne de askeri yargı denetimi!

Katile bile var da, “irtica” zanlısına yok... Kanunda geçmeyen “irtica” zanlısına!.. Ne büyük bir suç ise bu “irtica”!

Dilerim, kanunda olmayan suçtan, artık bu TBMMile kurtuluruz. Bir sonraki YAŞ’ta, yargı yolu kapalı kararlar yerine, “itirazı mümkün” kararlarla tanışırız artık.

Vakit, 5 Ağustos 2007

Ali KARAHASANOĞLU

06.08.2007


 

İç Hizmet Kanunu

YÜKSEK Askeri Şûra çalışmaları sonrasında, geçen yıl Tayyip Erdoğan Anıtkabir’deki deftere, “Türk Silâhlı Kuvvetleri, cumhuriyetimizin ve demokrasimizin en önemli teminatlarından biridir” diye yazmıştı. Bu yıl aynı deftere, “Türk Silâhlı Kuvvetleri milli güvenliğimizin en büyük teminatıdır” kaydını düştü.

Milliyet gazetesi (2 Ağustos 2007), aradaki farka dikkat çekerken, gelişmede, 27 Nisan bildirisinin etkisini görüyor.

İç Hizmet Kanunu’na göre, TSK, “cumhuriyeti korumak ve kollamakla” vazifeli. Ama, bu görevin, sivil iktidarın denetimi ve yönlendirmesiyle yapılması gerektiğini de unutmamak lazım. 27 Nisan bildirisi, söz konusu gerçeği göz ardı etmişti.

Kimileri, anayasanın, TSK’ya, rejimi muhafaza yetkisi verdiğini bile sanıyor. Anayasayı değiştirirken, Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Yasası’nın ele alınacağını biliyoruz. İç Hizmet Kanunu da, kafa karışıklığını giderecek biçimde yeniden düzenlenmeli.

Sabah, 5 Ağustos 2007

Nazlı ILICAK

06.08.2007


 

Faiz neden düşmüyor?

Bir toplulukta, benim de şahit olduğum, uzun süren bir “faiz neden yüksek” tartışması sonrasında, aklımda kalanları ve özellikle parlak olma-fazla risk primi ödeme paradoksunu sizlere aktarmak istiyorum. Detayları maddeler halinde aktaracağım, sonrasında sonuçları birlikte tartışalım.

1- İddia edildiği gibi bir sistem genel olarak iyi olma yolunda ilerliyorsa her şeyden önce faizin düşmesi, yani sisteme para sokanların düşük risk primi talep eder hale gelmeleri gerekir.

2- Dünyanın en yüksek faizinin ödendiği bir ortamda kimse, “Buranın geleceği çok parlak” diyemez.

Faiz hastalık belirtisi

3- Aklınıza şu soru gelebilir: Faiz bugün için yüksektir ama uzun vade çok parlak olabilir. Buna katılmıyorum, eğer beklentiler gerçekçi ise bu beklentiler doğrultusunda talep edilen risk priminin bugünden dünya standartlarında düşmesi gerekir.

4- Tarihte birçok belgeye, hatta kutsal kitaplara bile “haram” tespitiyle giren ve modern ekonomistlerin katalizör veya dengeleyici olarak tanımladıkları faiz dinamiği, ekonomideki hastalığın belirtisidir. Faiz yüksekse “iltihap” var demektir.

5- Hastalık, daha doğrusu sistemdeki “iltihap” yayıldıkça faiz artar, hastalık azaldıkça faiz düşer. Geleceği çok parlak denen bir yerde, bu beklenti objektif kriterler ile hayata geçiyorsa, faiz mutlaka düşer. Düşmediği fakat diğer bileşenlerin olumlu etkilendiğinin iddia edildiği bir yapıda, yaşananlar sübjektif kriterlerle ortaya çıkmış demektir.

Mucize değil soygun

6- Hastalığın her zaman gerçek olması da gerekmez, sanal ve beklenti kırılması odaklı da olabilir. Sebebi çok açıktır, sağlıklı bir ortamda ülkede paralarını tutmak isteyenler düşük risk primi talep eder. Ortam bozuldukça risk primi istekleri artar ve sonunda, onları davet etmemenize rağmen sistem öyle kurulduğu için, aynen 2004’teki gibi, bütçenizin yarısını onlara aktarır hale gelirsiniz.

7- Faiz bir ekonominin dengeleyicisi gibi görünse bile aslında sistemi kuranların kurnazlığı sonucu dengeleyen konumunda sistemdeki varlığı emen bir yapıdır. Faizin yüksek olduğu bir yapıda adil bir ekonomik paylaşımdan bahsedilemez.

8- İddia edildiği gibi sistem iyi olma yolunda ilerliyorsa her şeyden önce faizin düşmesi, yani sisteme para sokanların düşük risk primi talep eder hale gelmeleri gerekir.

9- Bir yapının geleceğinin çok parlak olduğu “pompalanarak”, menkul, gayrimenkul değerleri prim yapıyor ve aynı anda faiz düşmediği için bu yapının ana unsurları fazla risk primi ödemek zorunda kalıyorlarsa, orada adı “ekonomik mucize” olan bir soygun var demektir.

Yüzde 13’ün altına inmedi

Sonuç: Bu toplantı sonunda net bir soru aklıma takıldı ve kaldı: Eğer iddia edildiği gibi bu ülkenin geleceği her anlamda çok parlaksa, son 5 yılda mucizeler yaratıldıysa, ülkedeki menkul-gayrimenkul değerler ülkenin geleceği çok parlak diye prim yapıyorlarsa, çok kısa süre içinde faizin de parlaklığa uygun bir noktaya gelmesi gerekmez mi?

Not 1: Faizin sistemin diğer bileşenleri ile uyumlu bir noktaya gelmediği her durumda talebin gerçekliğinden ve devamlılığından şüphe edenler haksız denebilir mi?

Not 2: Geleceği parlak bir Türkiye’de faiz grafiğinin çoktan yüzde 13’ün altına gelmesi gerekirdi. Paradoksun hayata geçmiş halini faiz

grafiği üstünde görselleştirip sorgulayabilirsiniz.

Referans, 5 Ağustos 2007

Yiğit BULUT

06.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri