Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlara "Sizden evvel geçmiş olanlara bakıp ibret alın ve sizi bekleyen âkıbetten sakının ki, Allah'ın rahmetine erişesiniz" dendiği zaman yüz çevirdiler.

Yâsin Sûresi: 45

08.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Hâkim, hüküm verirken hakkı bulmada gayret gösterir de doğruyu bulursa iki sevap kazanır. Gayretine rağmen hata ederse bir sevap kazanır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 320

08.08.2007


Yağmurun ne zaman yağacağını Allah bilir

Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri ve Hafız Ali,

Mugayyebât-ı Hamseye dair Sûre-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim suâliniz gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf, şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsait değildir. Yalnız, sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz.

Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkit sûretinde, Mugayyebât-ı Hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasathanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki cenînin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek Mugayyebât-ı Hamseye ıttıla kabildir.”

Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hassa-i İlâhiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki:

Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufâtına perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.

Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi meşiet-i hassa-i İlâhiyeyi setretmeyecek. Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı.

Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar. İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü Mugayyebât-ı Hamseye idhal ediyor.

Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini tayin etmek gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl en hafî umur-u gaybiye vukua geldikten, veyahut vukua yakın olduktan sonra, hiss-i kablelvukuun bir nev’iyle bilinir. O gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nevinden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaipten çıkıp daha şehadete girmeyen umura vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâmü’l-Guyûba mahsustur.

Lem’alar, 16. Lem’a

LUGATÇE:

ahvâl-i maddiye: Maddi haller.

âlem-i şehadet: Görünen âlem.

âsâb: Sinirler, damarlar.

ayn-ı rahmet: Rahmetin ta kendisi.

cenîn: Döl, ana rahmindeki çocuk.

cüz’iyât: Ayrıntı.

ehl-i ilhad: Dinsizler.

esbab: Sebepler.

gaip: Görünmeyen, hazır olmayan.

hafî: Gizli.

hicap: Örtü, perde.

hiss-i kablelvuku: Birşeyi, meydana gelmeden önce hissetme.

idhal: Dahil etme, içine alma.

ilm-i Allâmü’l-Guyûb: Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi bilen, her şeyi kuşatan Cenâb-ı Hakk’ın ilmi.

ilm-i beşerî: İnsanoğlunun ilmi.

ıttıla: Haberi olma.

kabil: Mümkün.

masnuat: Sanatla yaratılmışlar.

mebâdi: İlkler, önceler.

medar-ı rahmet: Rahmet kaynağı.

menşe: Kaynak.

merbut: Bağlı.

meşiet-i hassa-i İlâhiye: Allah’a mahsus dilek, arzu ve işler.

meşiet-i hassa: Özel irade, arzu.

meşiet: İrade, arzu, dileme.

müennes: Dişi.

Mugayyebât-ı Hamse: Beş bilinmeyen. (Kıyâmetin ne zaman kopacağı, yağmurun ne zaman yağacağı, rahîmlerde olanı, kişinin yarın ne kazanacağı ve kişinin nerede, ne zaman öleceği.)

mukaddemât: Önceler, başlangıçlar.

mukarrebü’l-vücud: Olması yakın, vücuda gelmeye yakınlık.

muttarid: Sıralı, düzgün.

müzekker: Erkek.

nimet-i hassa: Özel nimet.

rahm-ı mâder: Anne karnı.

rahmet-i hassa: Özel rahmet.

setretmek: Örtmek.

şuâ: Işın.

takarrub: Yaklaşma.

tulû: Doğma.

ubudiyet: Kulluk.

umur-u gaybiye: Görünmeyen işler.

vakt-i nüzul: İniş, yağış vakti.

vesâit: Vasıtalar.

vusul: Ulaşma.

yeknesaklık: Monotonluk.

Bediüzzaman Said NURSÎ

08.08.2007


Duâlarımız ve kabul şartları

İnsanımızın en çok etkilendiği konulardan birisi duâ meselesi. Genellikle duâlarımızın kabul olmamasından şikâyetçi oluyoruz. “Daha nasıl duâ edeyim, olmuyor işte” diyen insanlarımızın sayısı çok fazla. Fakat bu yeni bir problem değil. Çok eskilere de uzansak bu tür şikâyetleri duymak mümkün. “Benim duâlarım kabul olmuyor” deyip duâyı terk edenlere de rastlamak mümkün. Neden duâlarımız kabul olmuyor? Biz mi duâ etmesini bilmiyoruz, yoksa yanlış duâlar mı ediyoruz? Duâlarımızın kabul olması için ne yapmamız lâzım? Bir türbeye gidip mum mu yaksak? Bir ağaca çaput mu bağlasak?

Tek bilmemiz gereken duânın mahiyeti. Duâ nedir? Niçin duâ edilir? Kime duâ edilir? Duânın gayesi nedir? Bunun gibi konuları bildikten sonra, aslında her duâmızın karşılığını gördüğümüzü anlayabiliriz.

Bediüzzaman’ın ifadelerinden anladığımıza göre duâ bir ibadettir ve ibadet maksadıyla yapılırsa, ahirette bize büyük kazanç olarak karşımıza çıkacaktır. Demek ibadet maksadıyla ve ihlâsla yapılan duâlar, kesin netice vermektedir.

“Eğer desen: ‘Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir; her duâya cevap var,’ ifade ediyor.

“Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir. Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: ‘Yâ hekim, bana bak.’

“Hekim ‘Lebbeyk,’ der. ‘Ne istersin?’ Cevap verir.

“Çocuk ‘Şu ilâcı ver bana’ der.

“Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

“İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

“Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. (...) Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, ‘Duâ kabul olmadı.’ Belki denilecek ki, ‘Duânın vakti, kazâ olmadı.’ Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref’ etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.

“Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.” (23. Söz’den)

Üstad Bediüzzaman’ın ifadelerinden her şey çok açık bir şekilde anlaşılıyor. Bizlerin sıkıntısı ise, dünyevî konulardaki duâlarımızla ilgili. Rabbimiz bizim duâlarımızı işitendir. Dilediği zaman bizim her istediğimizi yerine getirebilecek güç ve kudrettedir. Ancak biz sadece içinde bulunduğumuz durumun farkındayız. Rabbimiz ise geçmiş ve gelecek her şeyi bilen ve yaratandır. O bizim için isterse duâmızın karşılığını verir, istemezse vermez. O’nun isteğimizi yerine getirmesi de, getirmemesi de bizim için en hayırlı olandır. Biz ona itimad etmeliyiz. İhlâsla ve samimiyetle duâya devam etmeliyiz.

Günümüzdeki gelişmelerle ilgili de çok beklentilerimiz var. İslâmî gelecekle ilgili beklentilerde insanımız duâlarının kabul olmadığını düşünüyor. “Acaba neden duâmız kabul olmuyor?” sorusu yine gündemimizde. Bununla ilgili yine Risâle-i Nur’a başvuruyoruz. On Altıncı Lem’a’nın baş kısmında bir soru var:

“...Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütühât olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilaf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünûhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:

“Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, ‘Bazen belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.’

“Şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttalî olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevî defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İspatta mukadder olarak yazılmıştır.”

Üstad, devamında “Verilen haber, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için, vukuâ gelmemişler. Yani şartı yerine gelmeyince vukua gelmiyor” mânâsında izahta bulunuyor.

Şimdilerde de mü’minler çok duâ ediyorlar. Fakat şartların yerine getirilmesi konusunda kusurlarımız çok fazla. İbadetlerde eksiklik var. Sabah namazına kalkamayan, namazlarını vaktinde kılamayan, giyim kuşamında Allah (cc) ve Peygamberimizin (asm) rızasına dikkat etmeyen, fakat duâya da devam eden milyonlarca mü’min kardeşimiz var. Müslüman olmasına rağmen, hâl ve davranışlarıyla konuşmalarıyla sanki gayrimüslim gibi davranan insanlarımızın fazlalığı bize gösteriyor ki, eğer insan inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanır. Bu eksikliklerimizin ve yanlışlarımızın, duâlarımızın kabul edilmesinde engel teşkil ettiğini anlamış oluyoruz.

İslâm büyüklerinden İbrahim bin Ethem, Basra çarşısında gezerken şöyle bir soruya muhatap olmuştur: “Ey Ethem! Allah, Kur’ân da ‘Bana duâ edin, duâlarınızı kabul edeyim’ buyuruyor. Biz duâ ediyoruz; ama Allah duâlarımıza karşılık vermiyor.”

Bunun üzerine İbrahim bin Ethem şöyle demiştir:

“Çünkü sizin kalplerinizi on şey öldürmüş:

• Allah’ı biliyorsunuz; ama O’nun hakkını vermiyorsunuz, edâ etmiyorsunuz.

• Kur’ân’ı okuyorsunuz; ama onunla amel etmiyorsunuz.

• Peygamberinizi sevdiğinizi iddiâ ediyorsunuz; ama onun (asm) sünnetini terk ediyorsunuz.

• Şeytanın, düşmanınız olduğunu iddiâ ediyorsunuz; sonra da ona uygun hareket ediyorsunuz.

• Cenneti çok arzu ettiğinizi ifade ediyorsunuz; onun için çalışmıyorsunuz.

• Cehennemden korktuğunuzu söylüyorsunuz; ondan kaçmıyorsunuz.

• Ölümün hak olduğunu söylüyor; fakat onun için hazırlık yapmıyorsunuz.

• İnsanların ayıplarıyla uğraşıp; kendi ayıplarınızı unutuyorsunuz.

• Allah’ın nimetlerini yiyor; fakat şükrünü edâ etmiyorsunuz.

• Ölülerinizi defnediyorsunuz; fakat ibret almıyorsunuz...”

Duâ hayatımızın bir parçası. Günün her vaktinde ve her hadise karşısında sığınıp yardım isteyeceğimiz tek bir kapımız var. Kendimizi, aklımızı, kalbimizi bir daha kontrol edip gözden geçirelim. Hayatımıza yeniden şekil verelim. Başkalarının değil kendi kusurlarımızın tâmirine çalışalım. Böylece ileride belki duâlarımızın daha makbul olduğunu görebiliriz.

Erdoğan AKDEMİR

08.08.2007


Mürîd

Allah (c.c.), Mürîd’dir. Yani, irâde eden, dileyen, irâdesini bütün kâinata hâkim kılan, dilediği gibi hükmeden, hükmünde muhtâr olan, irâde ve ihtiyâr sahibi olandır. Kımıldanan yapraktan sarsılan toprağa, yerin atlı karıncalarından dev cüsseli fillere ve göklerin vahşî kartallarına, yer kürenin hızlı sâkinleri cinlerden kâinatın meyvesi insanlara, hareket sahibi zerrelerden dehşetle rakseden yoğun alev fırtınaları içindeki dev yıldızlara kadar bütün kâinatta, bütün zamanlarda, bütün hareketlerde ve bütün tavırlarda Cenab-ı Hakkın meşîeti, dileği, isteği, tercîhi, emri ve irâdesi esastır ve hâkimdir.

Mürîd ismi Kur’ân’da muhtelif fiil sîgaları halinde vârittir. “‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler, and oldun ki, küfre girmişlerdir. De ki, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi irâde ederse kim Ona karşı koyabilir?’ Göklerin, yerin ve arasındakilerin hükümrânlığı Allah’ındır, dilediğini yaratır! Allah her şeye kadirdir”1 buyuran Cenab-ı Hak, bir diğer âyette, “Bir millet kendini bozmadıkça, Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenâlığını irâde edince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’tan başka hâmî de bulunmaz”2 buyurmuş, bir başka âyette de, “De ki: ‘Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet irâde etse, Ona karşı sizi kim koruyabilir? Allah’tan başka dost ve yardımcı da bulamazsınız!’”3 buyurmuştur.

Bedîüzzaman’a göre, bütün mevcûdât, varlığının öncesine bakarsak, sonsuz bir ilmin târifenâmesi, sonundaki tohumuna bakarsak, Sâniin plânı ve beyannâmesi, yüzeyine bakarsak, bir Fâil-i Muhtar ve Mürîdin gayet san’atlı ve uyumlu bir san’at elbîsesi, iç yüzüne bakarsak, bir Kadîrin gayet muntazam bir makinesi hükmündedir. Bu hal ve keyfiyet îlân etmektedir ki, hiçbir şey, hiçbir zaman ve hiçbir mekân Sâni-i Zülcelâlin tasarrufunun hâricinde değildir. Her bir şey ve her bir eşya, bütün halleri ve tavırlarıyla bir Kadîr-i Mürîd tasarrufunda tedbîr edilmekte, bir Rahmân-ı Rahîmin tanzimiyle ve lütfûyla güzelleştirilmekte ve bir Hannân-ı Mennânın tezyîniyle süslendirilmektedir. Başında şuur ve yüzünde gözü bulunan insana, şu kâinat ve şu mevcûdâttaki sistem, denge, âhenk ve ölçü birtek, yektâ, Vâhid, Ehad, Kadîr, Mürîd, Alîm, Hakîm bir Zâtı vahdâniyet mertebesinde göstermektedir.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, muhît bir ilme işâret eden bütün varlıklar, aynı zamanda o muhît ilim sahibinin küllî irâdesine de delâlet etmektedirler. Nitekim her bir şeye, hususan her bir hayat sahibine pek çok karışık ihtimaller içinde muayyen bir ihtimal ile, pek çok çıkmaz yollar içinde neticeli bir yol ile, pek çok faydasız imkânlar içinde gayet muntazam bir şahsiyet verilmesi, hadsiz cihetlerle küllî bir irâdenin her şeye hâkimiyetini göstermektedir. Çünkü, varlıkları saran hadsiz ihtimaller ve çıkmaz yollarda, karışık ve monoton sel gibi ölçüsüz akan cansız unsurlardan, gayet hassas birer ölçü ile, gayet nâzik birer tartı ile, gayet ince birer intizam ile ve gayet nâzenin birer nizam ile her şeye verilen ölçülü şekiller ve muntazam şahsiyetler, her şeyin sonsuz bir irâdenin eseri olduğuna şehâdet etmektedir. Çünkü, hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti seçmek, bir tahsis, bir tercih, bir kast, bir arzû ve bir irâde ile mümkündür. Elbette tahsis, bir tahsis ediciyi; tercih bir tercih ediciyi göstermektedir. Tercih edici ve tahsis edici ise “irâde sıfatı”dır.

Bedîüzzaman’a göre, Cenab-ı Hak husûsî Rahmânî imdatlar ile musîbete düşen fertlerin feryatlarına ve husûsî Rabbânî ihsanlar ile belâlara giren şahısların yardım çağrılarına yetişmek sûretiyle Fâil-i Muhtar olduğunu, her şeyin her bir işinin Kendi meşîetine ve dileğine bağlı bulunduğunu ve bütün fıtrat kanunlarının dâimâ Kendi irâde ve ihtiyârına tâbi olduğunu göstermektedir. Yeryüzü hazinesi âhirete gitmek üzere gelen ve geçici olarak kalan insanlara İlâhî ve Rahmânî bir sofra olarak yaratılmıştır. Allah’ın gayb hazinesinde eşyanın îcâdı “Kün!” emrine bağlıdır. Bütün eşyanın iç yüzü, santral gibi, Hakîm, Kadîr, Mürîd ve Alîm olan Allah’ın kudret elindedir.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre güneş, Ezelî İrâdenin izniyle bir gün dürülecek ve toplanacak, “Güneş dürülüp toplandığı zaman, yıldızlar döküldüğü zaman, dağlar yürüdüğü zaman”4 İlâhî fermanlarının ve “Gök yarıldığı zaman, yıldızlar saçıldığı zaman, denizler kaynayıp bir birine karıştığı zaman...”5 âyetlerinin mânâları ve sırları Kadîr-i Ezelînin izni ile tezâhür edecek; dünya denen büyük insan sekerâta başlayacak, acîp bir hırıltı ile ve müthiş bir ses ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp inleyerek ölecek. Sonra Allah’ın emri, izni ve irâdesi ile her şey yeniden dirilecektir.

(Risale-i Nur'da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 17; 2- Ra'd Sûresi: 11; 3- Ahzab Sûresi: 17; 4- Tekvîr Sûresi: 1-3; 5- İnfitar Sûresi: 1-3

08.08.2007


Elini değil, ayağını uzatmış

İbrahim Paşa, Şam’da bulunduğu bir gün, Emeviyye Camii’ne girdi. O sırada içerde Şam’ın büyük âlimi Şeyh Saîd el-Halebî (rh.), cemaate ders anlatıyordu.

İbrahim Paşa gelip Şeyh Halebî’nin yanına oturdu. Ayaklarını uzatmış bulunan Şeyh Halebî, Paşanın gelişine hiç aldırış etmedi. Ayaklarını toplamadı. Ona özel ilgi göstermedi.

Bu vaziyet İbrahim Paşa’yı çok kızdırdı ve hemen camiden ayrıldı.

Paşa köşküne geldiğinde, dalkavuklar etrafını çevirdiler ve paşayı şeyhe karşı kışkırttılar. Dalkavukların sözlerinin tesirinde kalan Paşa, Şeyh’in derhal yakalanarak kendisine getirilmesini emretti.

Fakat Paşa askerleri gönderdikten biraz sonra, verdiği bu emirden pişman oldu. Şeyhi yaka paça yakalatıp getirmenin kendisi için yakışık almayacağını, bunu halka anlatamayacağından kendisine pahalıya mal olacağını, bunun yerine ona hediyeler gönderip onu zayıf damarından yakalayarak kendine kul etmenin daha uygun olacağını düşündü. Eğer Şeyh bu hediyeleri kabul ederse, bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Hem Şeyhi kendine bağlamış olacak, hem de onun halk nazarındaki itibarını düşürecek; böylece, Şeyhin halk arasındaki nüfuz ve tesirini yok edecekti.

Paşa bu düşüncelerle askerleri geri çağırdı ve Şeyh’e bin altın gönderdi. Vezirine de, bu paraları Şeyh’e, talebelerinin ve müritlerinin huzurunda vermesini sıkı sıkıya tembih etti.

Bin altını alan vezir, doğruca Emeviyye Camii’nin yolunu tuttu. Şeyhin talebelerine ders okuttuğunu görünce, kolladığı anı yakalamanın sevinciyle onlara selâm verdi. Ardından yüksek sesle ve ukala biçimde:

“Şu bin altını, Paşa hazretleri, ihtiyaçlarınızı görmeniz için size gönderdi.” dedi.

Şeyh, hiç oralı olmadan, sakin bir şekilde:

“Evlâdım!” dedi. “Efendinin paralarını geri götür ve ona de ki:

“O sana ayaklarını uzatmış; ellerini değil!”

Süleyman KÖSMENE

08.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri