Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Eğer dileseydik, onları, şekillerini değiştirip oldukları yerde donduruverirdik. Ne ileri, ne de geri gitmeye güçleri yetmezdi.

Yâsin Sûresi: 67

24.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Birisi yanında bulunmayan kardeşine duâ ederse bu işe görevli melek “Sana da bir misli verilsin” der.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 343

24.08.2007


Dünya zevkini isterseniz...

Acaba yüzde bir ihtimâl-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî, onun yemek iştihâsını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sâdık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimâl ile, dalâlet ve sefâhet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine katî sebep olduğunu ve imân, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimâl ile o darağacını kaldırıp, o hapsi münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazîne-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emârelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acîb ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan bîçare insan ve bâhusus Müslüman, eğer imân ve ubûdiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.

Mâdem ihtiyarlık, hastalık, musîbet ve her tarafta vefiyâtlar, o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar; elbette o ehl-i dalâlet ve sefâhet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem, kalbinde yaşar ve yakar. Fakat, pek kalın gaflet sersemliği, muvakkaten hissettirmez.

Mâdem ehl-i imân ve tâat, göz önünde gördüğü kabri bir hazîne-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderât piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi, imân vesîkasıyla ona çıkmış; her vakit, “Gel, biletini al,” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk-i mânevî, öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususi bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik sâikasıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefîhâne ve heveskârâne muvakkat bir lezzet-i gayr-i meşrûayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemâlâta medâr olacak bâzı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman, hem enbiyâyı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vâsıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi (a.s.) tanımaz. Ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda, kemâlâtı muhâfaza edecek hiçbir esâsâtı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve dâveti umum nev-i beşere baktığı için ve mu’cizâtça ve dince umuma fâik ve bütün nev'î beşere bütün hakàikte üstadlık edip, on dört asırda, parlak bir sûrette ispat eden ve nev-i beşerin medâr-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esâsiyelerini ve usûl-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz; sukùt-u mutlaka mahkûmdur.

İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyânâtta elbette anladınız. Eğer mâzi, yani, geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hal-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi—meselâ elli sene sonraki halleri—bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet, şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar.

Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, imân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.

Sözler, 13. Söz, 2. Makam, s. 132

24.08.2007


İbadet ve ahlâk kişiyi Allah’a yaklaştırır

—Dünden devam—

Bu durum aslında yüce Allah’ın “İlim, İrade ve Kudretini” bilmemek ve Allah’ı tanımamaktan kaynaklanıyordu. Bundan dolayı yüce Allah hemen hemen bütün sûre ve âyetlerinde Zâtını isim ve sıfatları ile tanıtıyor ve kâinattaki eserlerini nazar-ı dikkate sunarak bunları ancak Allah’ın yapabileceğini ders veriyordu. Böylece akıl ve duygulara hitap ederek yine iman dersi veriyor, imanı olanları da imanlarını devamlı surette takviye ediyor ve kuvvetlendiriyordu.

Sahabelerin en büyük özelliği Kur’ân-ı Kerimi okuyup öğrenmek ve öğretmek, iman ve Kur’ân dâvâsı için hayatlarını fedâ etmekti.

2.4 Risâle-i Nur ve talebeleri

imana hizmeti esas alır:

İman eğitimi din eğitiminin başı ve temeli olduğu için Peygamberimiz (asm) kendisine gelen gençlere mutlaka önce imana ait bilgileri verir, sonra ibadete taalluk eden hususlara onları teşvik ederdi. Nitekim sahabelerden Cündüp bin Abdullah (ra) der ki: “Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir gurup genç ile beraber Resulullah'ın (asm) huzuruna geldik. Bize Kur’ânı öğretmesini istedik. O da bize Kur’ân-ı Kerimi öğretmeden önce imanı öğretti. İman ile ilgili bilgileri ders verdi. Allah’ın varlığını, kudretini, ilmini, iradesini ve insanı yaratılış amacını öğrettikten sonra Kur’anı öğretti. Bundan sonra biz Kur’ân okudukça imanımız daha da güçlendi ve inkişaf etti.”

Bu hadis-i şerif bize imanı öğrenmenin önemini anlatmaktadır. Bundan dolayı önce imanı öğretmek sonra İslam konusunda iman ile bağlantılı olarak bilgi vermek tâlim ve terbiye, eğitim ve öğretim metodu açısından takip edilecek en doğru yoldur. Peygamberimizin (asm) bu husustaki sünneti budur.

Din demek iman demektir. İmandan sonra imanın gereği ve tezahürü olan ibadet ve imandan kaynaklanan ahlâk kişiyi cehennemden uzaklaştırarak Allah’a yaklaştırır. İman sağlam olmazsa ibadette gevşeklik ve ahlakta bozukluk ortaya çıkar. İmanda az bir zafiyet ibadette ve ahlâkta büyük sıkıntılara sebeptir. Bunun için Bediüzzaman “Ben bütün mesaimi iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum” demiştir.

Bediüzzaman hazretleri İkinci Dünya Savaşı gibi dehşetli siyasî olayların ve dünya hâkimiyeti gibi önemli siyasî olayların yaşandığı, herkesin cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeye koştuğu bir zamanda şöyle diyordu: “Dünyaya gelen herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki, her adamın eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa o davayı kazanmak için tereddütsüz sarf edecektir. O dava ise kabre imanla girip girmeme davasıdır. Bu dâvâ ancak iman ile kazanılır. İman insana dünya büyüklüğünde ebedî bir mülk-ü bâkiyi kazandırır. Risâle-i Nur iman vesikasını okuyanın eline verir. Risâle-i Nur’un bütün amacı da budur.”

Sahabeler de iman dâvâsının yılmaz savunucuları ve Kur’ân-ı Kerimin nâşirleri idiler. Hulefâ-i Raşidinin yaptığı görev, hilafetin de en ehemmiyetli vazifesi “Neşr-i Hakaik-ı İmaniye”dir. Çünkü adalet-i hakiki ancak iman ile olur, insanın saadeti ise ancak iman ve adaletle olur.

Risâle-i Nur bu vazifeyi en müşkül zamanlarda yapmaktadır. Risâle-i Nur’un vazifesi doğrudan imana baktığı için Hz. Ali (ra) Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Âzam Abdulkadir Geylânî Hazretleri gaybî haberleri ile imanı kurtarma ve kuvvetlendirme, İman ve Kur’ân hakikatlerini izah etme ve ispat etme gibi mühim vazifeleri yapıyor ve yapmaktadır” diye Risâle-i Nuru manen alkışlamışlardır.

Bediüzzaman hazretleri Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersini Gavs-ı Âzamdan (ks) ve Zeynelabidin’den (ra) ve Hasan ve Hüseyin’den (ra) vasıtası ile de Hz. Ali’den (ra) almıştır. Risâle-i Nur’un dâiresi doğrudan doğruya onların hizmet ettiği dairedir. Peygamberimiz (asm) sahabelerine dünyanın son zamanlarından bahsederken şöyle buyurdular: “Ahir zamanın dehşetli zamanında ümmetimden öyle bir cemaat bulunur ki onlar deccal ile mücadele ederler. İmanlarından dolayı pek çok sıkıntı çektikleri halde taviz vermezler. Çektikleri sıkıntılarından dolayı nerede ise peygamberlerin derecesine yükselirler. Allah kendilerine nimet verdiği halde onlar açlığı tercih ederler. Allah’tan başkasına ümit bağlamazlar. Ahirette verecekleri hesap korkusu ile harama yaklaşmadıkları gibi helal olanı da terk ederler. Bedenleri ile insanların içinde yaşadıkları halde kalben Allah ile beraberdirler. Mecbur kaldıkları için dünya ile ilgilenirler. Ne mutlu onlara! Ne mutlu onlara!”

Ebu Hureyre (ra) “Ya Resulallah! Onların vasıflarından biraz daha bahsedin ki biz de onlara uyalım” demesi üzerine peygamberimiz (asm) devam ettiler: “İnsanlar çekindikleri zaman onlar çekinmezler, korktukları zaman korkmazlar. Her yerde hakkı ve sabrı tavsiye etmeye devam ederler. Allah yeryüzüne azap edeceği zaman onlara nazar eder de azabı derhal geri alır. Bunun için Ya Ebu Hureyre sen onların yolu ve ameli üzere bulun. Onlara karşı gelenler hesap gününde verecekleri hesabın dehşetinden titreyeceklerdir” buyurdular.

Sahabelerin ahir zamanla ilgili daha fazla bilgi vermelerini istemeleri üzerine Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdular: “Öyle bir zaman gelecek ki sünnetim terk edilecek ve bid’alar yayılacaktır. O günde benim sünnetime bağlı kalan yalnız kalır. Bid’alara dalanlar ise bir anda elliden fazla arkadaş bulabilir. O zamanda dinlerini muhafaza etmek zorlaşır da dini yaşamak avuçta kor tutmaya benzer. Bırakırsan söner, tutarsan yakar. Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir. İçin için yanarlar” buyurdu.

3. SAHABELERİN DÜNYAYA

AHİRET HESABINA BAKMALARI

Bediüzzaman dünyanın mahiyetini şöyle anlatır: “Şu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve her gün dolar boşalır bir misafirhane ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar ve Nakkaş-ı Ezelî’nin teceddüt eden hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar yaldızlı bir mektup ve her bir yaz manzum bir kasidesi ve o Sânî’i Zülcelâl’in cilve-i esmasını tazelendiren, gösteren ayineleri ve ahiretin fidanlık bir bahçesi ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı ve âlem-i bekâda gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhıdır.”

Dünyanın mahiyetini böyle anlayan sahabeler dünyayı ahireti kazanmak için bir ticaret yurdu olarak görmüşlerdir. Ahireti kazanmak için dünya malını ve dünyadaki hayatlarını ahireti kazanmak için bir fırsat bilmişlerdir. Dünyadaki devamlı değişen bahar-yaz, kış ve güz mevsimleri gibi değişen olayları Allah’ın hikmetinin gereği ve isimlerinin tecelligahı olarak görmüşlerdir. Kur’an dersi ile kıştan sonra baharı ölümden sonra yeniden dirilişin örneği olarak hikmetle bakarak ibret almışlardır.

Yine Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Dünyanın üç yüzü vardır: Biri esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların aynasıdır. İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezrasıdır. Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel’abegâhıdır. Dünyanın âhirete ve esma-i İlâhiyeye bakan güzel iç yüzlerine karşı nev-î insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti su-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır” hadisine konu olmuştur.

Sahabeler dünyayı ahirete ve Allah’ın isimlerine ayine olması yönünden sevmişler ve dünyadan ahiret hesabına istifade etmişlerdir.

—Devam edecek—

M. Ali KAYA

24.08.2007


ESMA-İ HÜSNA

Hayrü’l-Fâsılîn

Allah (c.c.), Mufassıl’dır, Hayrü’l-Fâsılîn’dir. Yani Cenâb-ı Hak, hak ile bâtılı ayıran, iyiliği ve kötülüğü belirleyen, adâlet ile zulmü fasl eden, hayrı ve şerri tayin edendir. Cenâb-ı Hak vahiy göndererek hakkı açıklar. Haklıyı ve haksızı bir tutmaz. Kulları arasında adâletle hüküm verir. Adâletinde tafsilâtlıdır, en ince ayrıntıyı yok saymaz, dikkate alır, haksızlık yapmaz. Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı açıklayıcı beyanlarla tafsilatlı olarak göndermiştir.1 Bahar mevsiminde, yerin karanlığında, toprakla karışmış tohumları bir birinden ayırıp hayat veren Cenâb-ı Haktır.

Hayrü’l-Fâsılîn ismi Kur’ân’da geçer. Bu yapının tef’îl babından ism-i fâil şekli olan Mufassıl ismini ise Cevşenü’l-Kebîr’de görebiliriz.2

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Biz bilen bir topluluk için âyetlerimizi böylece tafsîlatıyla açıklıyoruz.”3

“De ki: ‘Ben Rabbimden bir belgeye dayanmaktayım. Halbuki siz onu yalanladınız. Acele istediğiniz de elimde değildir. Hüküm ise ancak Allah’ındır. O Hayrü’l-Fâsılîn’dir (fasledenlerin (hüküm verenlerin) en hayırlısıdır’)”4

Cenâb-ı Hakkın, sonsuz karışıklık içinde olan üç yüz bin bitki ve hayvan cinslerini her baharda,5 sonsuz bir ayrıştırma ve hadsiz bir düzgünlük ile bir anda diriltmesinin açık bir tevhîd delili olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, yeryüzü sayfasında, kışta ölmüş ve toprakla tamamen karışmış sayısız cinslerin hadsiz fertlerini hatasız, sehivsiz, yanlışsız, noksansız, gayet ölçülü, gayet düzgün, gayet muntazam ve mükemmel bir sûrette yazmanın, elbette sonsuz bir kudrete, hadsiz bir ilme ve kâinata hâkim muazzam bir yönetime mâlik Zât-ı Zülcelâlin hususî mührü olduğunu zerre kadar şuuru bulunanın anlaması lâzım geldiğini kaydeder.6

“Ölmüş yeri ihyâ edip yüz binler ölmüş taifeleri ihyâ eden kimdir?” diye soran Bediüzzaman, “Hak’tan başka ve bütün kâinatın Hâlık’ından başka şu işi kim yapabilir?” diyerek, sorusuna yeni bir soru ile cevap verir. Sonra devam eder Bedîüzzaman, “Elbette O yapar ve O ihyâ eder. Mâdem Hak’tır; hukuku zâyi etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübrâya gönderecektir. Yeri ihyâ ettiği gibi, sizi de ihya edecektir.”7

Her bahar mevsiminde haşrin yüz binlerce numûnesini, tohumların çimlenmesi, ağaçların yeşermesi ve sayısız canlıların hayata kavuşmalarıyla gözümüz önünde gerçekleştiren ve bunu, sonsuz derece girift ve bir birine karışık maddelerden, sonsuz derece intizamla yapan, hiçbir şeyi bir birine karıştırmadan, en ince ayrıntılarıyla ortaya çıkaran Kudrete, “yevm-i fasl” olan, yani “eleme ve ayrıştırma günü” olan haşir ve kıyâmetin8 hiç ağır gelmeyeceğini beyan eden9 Bediüzzaman Saîd Nursî, akıl sahiplerini, “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine; yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbet ölüleri de öylece diriltir. O her şeye kadirdir”10 âyetini tefekkür etmeye çağırır.

Bedîüzzaman, “Hayrü’l-Fâsılîn,” yani “fasledenlerin en hayırlısı” mânâsında bulunan üstünlük dereceli ifâdenin, Cenâb-ı Hakkın mevcut sıfat ve fiillerinin, mahlûkatta bulunan sıfat ve fiillerle mukâyesesi için gelmediğini, çünkü mahlûkatta bulunan bütün olgunlukların, Allah’ın kemâlâtına nisbeten geçici bir gölgeden ibâret olduğunu ve aslâ Allah’ın kemâlâtı ile kıyaslanamayacağını; ancak insanın ulûhiyet sıfatlarını kavrayabilmesi için böyle hayalî ölçülere ihtiyaç bulunduğunu beyan eder11

Bedîüzzaman’a göre, bitkilerin ve hayvanların sür’atle, çoklukla, intizamla, kolaylıkla ve gayet güzel san’at, maharet, özen ve intizam içinde, üstelik gâyet ucuzca, karışık maddeler arasından gayet kıymetli bir biçimde seçilerek îcat edilmeleri gözden kaçmamalı. Varlıkları, çokluk ile beraber çabuklukla, dikkat ve intizam ile beraber kolaylıkla ve ucuzluk ile beraber karışıklık içinde gayet kıymetli ve ayrıntılı olarak, bir birine bulaşmadan, bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak ve yaratmak, ancak ve ancak bir olan Allah’ın her şeyi kuşatan kudretini göstermektedir ki, bu kudrete hiçbir şey ağır gelmemektedir.12

(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsnâ)

Dipnotlar:

1- Hud Sûresi: 1; Fussilet Sûresi: 3, 44.

2- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 244

3- Araf Sûresi: 32

4- En’am Sûresi: 57.

5- Sözler, s. 345

6- A.g.e., s. 270

7- Sözler, s. 381

8- A.g.e., s. 380

9- A.g.e., s. 345

10- Rum Sûresi: 50

11- Mesnevî-i Nuriye, s. 198; Sözler, s. 564

12- Şuâlar, s. 145

24.08.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra bütün Hıristiyan mahkûmları serbest bıraktı. Yalnız Bizans İmparatoruna adalet tavsiye ettikleri için hapse atılan iki papaz, Bizans’ın düşmesiyle adaletsizliklerin artacağı kaygısına kapılarak hapisten çıkmak istemediler.

Fatih bu papazları bir gün huzuruna çağırdı ve onlara şöyle dedi:

“Madem adalet-seversiniz. Memleketimi gezin. Müslüman hâkimleri ve Müslüman halkımı izleyin. Adaletsizlik ve zulüm görürseniz tiz elden rapor tutun ve bana bildirin.”

Papazlar bu teklifi sevdiler.

Ve padişahtan aldıkları tezkere ile Anadolu’yu gezmeye başladılar. Bursa’ya geldiler. Bursa’da şöyle bir olayla karşılaştılar:

Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat ilk gecede atın hasta olduğu anlaşılmıştı. Sabah olunca Müslüman atı alıp mahkemeye gitti. Fakat hâkim o gün makamına gelmemişti. Uzun müddet bekleyen Müslüman, daha sonra atını alıp evine döndü ve atını ahıra bağladı. Ve fakat olacak bu ya… At o gece öldü.

Papazlar bu olay üzerine Müslümanların adalet diye Yahudi’nin tepesine bineceklerini düşünürlerken… Olayı sonradan öğrenen hâkim, bunun sorumlusu olarak kendisini gördü ve kendisine ceza vererek atın tazminatını Müslümana kendi cebinden ödedi. Yahudi’ye ise neden hasta atı sattın diyen bile olmadı.

Buradan parmaklarını ısırarak ayrılan papazlar İznik’e gittiler. İznik’te de şöyle bir olayla karşılaştılar:

Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başladı. Bu sırada tarladan bir küp altın çıktı. Altınlara hiç dokunmayan Müslüman, tarlasını aldığı adama giderek, “Ben tarlanın üstünü satın aldım; altından çıkanlar senindir.” diyerek altınları teslim etmek istedi. Fakat tarlayı satan Müslüman:

“Kardeşim o altınlar senindir. Sen tarlanın dışını da, içini de satın aldın.” dedi ve altınları almadı.

Papazlar birbirlerine bakıştılar ve:

“Bu kadar gözü ve gönlü tokluğa pes doğrusu!” demekten kendilerini alamadılar.

Müslümanların bu kadar adaleti yaşayan kimseler olduğunu gören papazlar doğruca İstanbul’a döndüler ve Fatih Sultan Mehmet’e:

“Biz Müslümanlığı böyle bilmiyorduk. Hayran olduk. Müslümanlık sizin halkınıza büyük bir kişilik ve olgunluk kazandırmış. Sizin ülkenizde bulunmaktan gurur duyuyoruz.” dediler.

Süleyman KÖSMENE

24.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri