Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

AKP, demokratlığı kaldırabilecek mi?

Herkeste bir uzlaşma arayışı görülüyor. Yeni anayasa taslağı, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı, sağ ve sol liberal aydınların temel hak ve özgürlükler bağlamında aynı çizgide buluşmaları, kavga değil müzakere istemeleri Türkiye’nin ciddî bir yol ayrımına geldiğini “müjdeliyor.” CHP gibi çığırtkan politikalar izleyenler siyaset sahnesine veda etmek zorunda kalacak. Halk arasında da “iyimserlik” üst sınırlarda seyrediyor. Hatta öyle ki, aksine bir şey söyleseniz hemen tersleniyorsunuz. Umarız bu iyimserlikler zamanla kötümserliğe hatta karamsarlığa dönüşmez. “Ama” ile başlayan cümlelere karşı ciddî bir alerji duyuluyor şimdi.

Bediüzzaman “Müteşabih ağaçları gösteren meyveleridir” der. Turunçgiller ağaç olarak, dalları, yaprakları ve çiçekleriyle oldukça birbirine benzerdirler. Oysa meyveleri birbirinden oldukça farklıdır. Merkeze geldiği ve Demokratların devamı olduğu iddia edilen AKP’nin de gerçekten böyle olup olmadığını ikinci iktidar döneminde gözlemleyeceğiz. Böyle bir misyonu üstlendiğini iddia ediyorsa, AKP, bu misyonu kaldıracak güçte midir acaba?

Demokratlığın gerektirdiği insan hak ve özgürlükleri bağlamında din ve vicdan özgürlüğüne ne kadar katkıda bulunacaklar, göreceğiz. Bu bağlamda laikliğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün getirdiği tanım doğrultusunda uygulanıp uygulanmayacağını da gözlemleyeceğiz.

Mevcut anayasa ve yasalardaki tek kişilik resmin yer aldığı çerçevenin içini milletin alıp alamayacağına da bakacağız.

Demokratlığın önemli bir vizyonu olan birinci Avrupa ile bütünleşme çabalarının neresinde olduğunu adım adım takip edeceğiz. Bunun için AB gerekliliklerinin uygulanmasını, yasaların çıkarılmasını ve uygulanmasını da izleyeceğiz.

Ekonomik ve sosyal ihtiyaçların karşılanmasında, AKP, devlet-millet kaynaşmasını sağlayabilecek midir? Memurlarına milletin hizmetkârları olduğu gerçeğini kabullendirebilecek midir? Yoksa silâhlı ve silâhsız bürokrasinin gururlarını okşayıp milletin tepesinde devletin ali menfaatlerinden dem vurmalarına ve nutuklar atmalarına müsaade mi edecektir, göreceğiz.

Doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi ile her ırktan insanını vatandaş görüp, onların hizmetinde bulunacak mıdır, yoksa kafatası ölçümcülerini tepe noktalarda tutup “Türk’e Türk propagandası yapma” eylemine devam etmelerine fırsat mı verecektir, göreceğiz.

AKP, millî görüş gömleğini çıkarıp demokratlık gömleğini giydiğine, ya da ona böyle yorumlar yakıştırıldığına göre bekleyip göreceğiz? Reklâm panolarına yapıştırılan Menderes resminin yanındaki rahmetli Özal gibi demokratlığın “d” si bile ona yakışmayan ihtilâl ürünü bir şahsiyet ile onun partisi ANAP demokratlığı kaldırabildi mi? Öyle olsaydı ANAP şimdi hayatta olurdu. O resimdeki 3. kişi olan Başbakan R.Tayyip Erdoğan bakalım bu yükü kaldırabilecek mi? Kaldırabilirse var olmaya devam edecektir. Kaldıramazsa ANAP ve Özal gerçeği uzaklarda değil, çok yakınımızdadır. Bu ülkede, temennimiz, başta aydınlar olmak üzere, insanlarımızın demokrat kişilikler haline gelmesidir. Şunu hep temenni ederdik: “Bu ülkede demokratlar dindarlaşmalı, dindarlar da demokratlaşmalı!”

Ama bu öyle kolay da olmuyor hani!

[email protected]

B. Sait ÇİFTÇİ

04.09.2007


Diyanet göreve

İhtisasa çok önem verilen günümüzde herkesin kendi alanında konuşması ve fikir beyan etmesi beklenir. Ortalıkta dolaşan sözlere bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı görülmektedir.

Başörtüsü meselesi, siyasî malzeme olarak kullanılmaya başladığından bu yana kanayan bir yara olarak devam etmektedir. Bazı çevrelerin bu yarayı sürekli kaşıdığı, gittikçe derinleştirerek onulmaz bir hale getirmeye çabaladığı gözden kaçmamaktadır.

Başörtüsünü, önce türban ismi takarak yozlaştırma, sonra da meşrû olmaktan çıkarma çabalarının abesle iştigal etmek olduğunu söylemek gerekir. Çünkü bin yıldan bu yana dem ve damarlarına işlemiş bir inanç meselesini milletin sinesinden kolayca söküp atmanın mümkün olmadığı inkâr edilemez bir gerçektir. Bu gerçeği görmezden gelmek akıntıya karşı kürek çekmek demektir.

Nitekim akıntı başörtüsünü getirip Cumhurbaşkanlığı köşkünün içine bıraktı. Bu noktada söylenecek sözün kalmadığı ortadayken; bilgili bilgisiz, yetkili yetkisiz birçok kimsenin çenesinin düştüğünü esefle müşahede etmekteyiz. Böyle hassas bir konunun ulu orta konuşulması doğru değildir. Her kim ne konuşuyorsa kendi alanında konuşmalıdır. Yoksa haddini bilip susmalıdır. Askerî hususlarda askerlerin dışında kimseye söz düşmüyorsa, inanç alanında da din adamlarından ve resmî olarak da Diyanet İşleri Başkanlığından başka kimseye söz düşmemelidir.

Başörtüsü dünyevî maksatlarla değişik şekillere sokulmak sûretiyle bozulmaya çalışılmaktadır. Yapılan yorumlara bakıldığında, kendilerine inancını yerine getiren idareciler seçmiş olan halkı bir nev'î aşağılayıcı tavırların sergilendiği görülmektedir. Burada modacıların ağızlarına söz düşüren Diyanetin sorumluluğu büyüktür.

Bir konuda, ihtisas sahibi olan iki kişinin oyunun, ihtisası olmayan binlere tercih edilmesi esasına göre bir değerlendirme yapacak olursak, modacıların sözlerinin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Bunlara ve daha başka konuşanların sözlerine, hatta bunların çoğuna blöf demek lâzım, dikkate almak da şaşkınlığın ifadesidir.

Şaşırmamak ve feraset sahibi olmak için her mü’minin üzerine düşeni yapması ve bilgilenmesi, sorumluluk sahibi kişi ve kurumların da yetkilerini kullanması doğan boşluğu doldurmak açısından çok önemlidir.

Âyetlere, hadislere, örfe ve bin yıldan bu yana yapılan uygulamalara göre örtünmenin çerçevesini belirleyerek net bir tavır içerisinde olmak Diyanet İşleri Başkanlığının itibarına itibar katacaktır. Bu net tavrı beklemek bütün halkın hakkı olduğu gibi birçok sıkıntıyı çözeceği muhakkaktır.

[email protected]

Kadir AYTAR

04.09.2007


Komşu!.. Komşu!.. Komşu!..

Aile bireylerimizden sonra belki de en fazla karşılaştığımız insanlar elbette ki komşularımızdır.

Elbette, bize komşuluk yapan varlıklar sadece insanlar değil; onların dışında yine bizler için komşu hükmünde olan diğer yaratıklar da vardır.

İnsanın yanı sıra bitki, hayvan ve etrafımızda gördüğümüz ve karşılaştığımız canlı-cansız her şey aslında bir bakıma komşumuz sayılır. Bu açıdan bütün bunlara karşı bir takım görev ve sorumluluklarımızın olduğu bilinmesi gereken bir gerçektir.

Çevremizdeki ağacı koruyup kollamakla görevli olduğumuz gibi aynı gökkubbeyi paylaştığımız hayvanlara karşı da bir takım ödevlerimizin olduğu muhakkaktır. Onların hukukunu muhafaza etmek ve onlara adilce davranıp zulüm ve işkenceden uzak durmak sorumluluklarımızın arasındadır.

Ancak özellikle “insan” olan komşularımıza karşı yapmamız gereken çok önemli vazifelerin olduğunu bilmemiz gerekir. Hatta Allah Resûlü (asm) buyuruyor ki:

“Cebrail Aleyhisselâm bana komşu hakkında o kadar tavsiyelerde bulundu ki, ben, komşuyu komşuya varis kılacak sandım.” (Buhârî, Edep, 28; Müslim, Birr, 41)

Şu halde, dinimiz komşu hakkını o denli vurgulamış ki, neredeyse bir birlerine mal bakımından varis olan yakın akrabalar sınıfına yerleştirmiştir.

Her şeyden önce komşuların birbirlerine karşı karşılıklı güven ve itimad beslemeleri ve birbirleriyle ilgili olarak “iyi düşünce” içerisinde bulunmaları gerekir.

Ebû Hureyre’nin (r.a.) naklettiği hadise göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Vallahi inanmamıştır, vallahi inanmamıştır, vallahi inanmamıştır.”

“Kim inanmamıştır ey Allah’ın Resulü?” diye sordular.

Peygamberimiz (asm); “Komşusu kötülüğünden emin olmayan kimse inanmamıştır” buyurdu. (Buhârî, Edep, 29)

Komşumuzun malı, canı ve namusu bizlere emanet olduğu gibi; bizim can, mal ve namusumuz da komşumuzun emanetine tevdi edilmiştir. Bu emanetlerin karşılıklı korunması insaniyet ve İslâmiyet’in bir gereğidir.

Kuşkusuz, ilişkilerin güzel olması, ölçülü irtibat ve ikramın bulunması bu sevgi ve güveni daha da pekiştirir.

Ebû Zer (r.a.), Hz. Peygamberin (asm) kendisine yaptığı bir tavsiyeyi şöyle naklediyor:

“Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy, sonra da komşu ailelerine bak, onlardan muhtaç olanlara uygun bir pay ayır.” (Müslim, Birr, 42) Hediyeleşmenin küçüğüne büyüğüne bakılmaz; ufak bir şey ile de gönül kazanılabileceği ve sevginin çoğaltılabileceği unutulmamalıdır. Allah Resûlü (asm), ne güzel buyuruyor:

“Ey Müslüman kadınlar! Komşuya verilen veya komşudan alınan bir hediyeyi paça dahi olsa az görmeyin.” (Buhârî, Edep, 30; Müslim, Zekât, 29)

Ayrıca, Ebû Şureyh el-Huzâî (r.a.), Peygamberimizin (asm) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan komşusuna iyi davransın, Allah’a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden hayır söylesin veya sussun.” (Müslim, İman, 19)

Ölçülü olmayan irtibatların doğurduğu olumsuzlukları saymaya gerek yoktur, ancak günümüz apartman hayatında, bu tür olumlu ilişkileri, selâmlaşma ve merhabalaşmayı ihmal ettiğimiz inkâr edilmez bir gerçektir. Oysa kendimiz için düşündüğümüz iyilik ve güzellikleri onlar için de istememiz imanımızın bir gereğidir.

Bu bakımdan komşularımızın haklarına saygılı olmak, onları söz ve davranışlarımızla incitmemek, sevinç ve üzüntülerini paylaşmak, dert ve sıkıntılarını gidermeye çalışmak, gerektiğinde yardım etmek, ödünç vermek, hediyeleşmek, hastalandıklarında ziyaret etmek, ölenin cenazesine katılmak ve başsağlığı dilemek… görevlerimizin sadece birkaç tanesidir. Etrafımızı, oturduğumuz cadde, sokak ve apartmanı temiz tutmak; komşularımızı rahatsız edici gürültü ve patırtılardan uzak durmak komşuluğumuzun bir gereği olduğu gibi insaniyet ve medeniyetin de göstergesidir.

Kısacası, kendimiz için arzuladığımızı onlar için de istemek; karşılaşmak istemediğimiz durumların onlardan da uzak olmasını dilemek başlıca ödevimiz olmalıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle: “Allah katında dostların en iyisi, arkadaşlarına iyi davranan, komşuların en hayırlısı da komşularına iyiliği dokunandır.” (Tirmîzî, Birr, 28)

Komşulukta din, ırk, milliyet ve cinsiyet farkı gözetilmez. Herkese karşı durumuna uygun hareket edilmesi gerektiği kaydıyla birlikte, komşular arasında ayırım yapılamayacağının özellikle vurgulanması gerekir.

Güzel komşuluklar yapabilmemiz dileğiyle…

[email protected]

Mehmet C. GÖKÇE

04.09.2007


Hayatın halleri

Her insanın hayatı birbirinden farklıdır, sahip olduğu imkânlar aynı değildir. Kimisi çok fazla çaba sarf etmeden, rahat bir hayat sürerken, kimisi de sabahtan akşama kadar en ağır işte çalışarak geçimini temin etmeye çalışır. Bir taraftan kimisi sûreten sair insanlardan daha güzel/yakışıklı olabilir. Kimisi daha zeki, kimisi bazı konularda daha yetenekli olabilir.

Böyle olmakla beraber sahip olduklarımız da daimî değildir, yerinde durmaz, kararsızdır. Bir insan sağlıklı iken bir anda amansız bir hastalığa yakalanabilir. Zengin iken bir anda bütün servetini kaybedebilir.

Sıkıntılı günler geçiriyorsa bir insan, o sıkıntılı günler hep devam edip gitmez. Veya çok mutlu günler yaşıyorsa, duyguları hep aynı şekilde devam etmez. Sevindiği, mutlu olduğu zamanlar da olur, üzüntü duyduğu, kederlendiği anlar da olur. Kazanır, kaybeder, ayrılır, kavuşur, gözyaşı döker insan… Yani keder de, sevinç de insan için vardır. Hayat yolculuğunda kolaylıklar olduğu gibi, meşakkatler de vardır. Hiç beklenmedik musibetler de vardır. En umulmadık zamanda en sevdiğimizi kaybetmek de vardır.

Demek ki dünya yerinde sabit durmadığı gibi, içindekiler de sabit değildir. Sürekli bir değişme içerisindedir her şey. Günler, haftalar, mevsimler, yıllar sürekli değişirken, ömrümüz de çocukluk, gençlik, ihtiyarlık şeklinde değişime uğrayarak devam eder. Gün gelir tanıyamayız aynalardaki yüzümüzü. Şairin “Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?” dediği gibi. İki günümüz bile aynı değildir. Bir gün kendimizi dünyanın en mutlu insanı sanıyorken, ertesi gün kendimizi dünyanın en kederli insanı zannedebiliriz. Gülü de vardır, dikeni de ömrümüzün… Bazen yol yokuştur, yük ağırdır… Bazen düz iner, kolay olur. Bazen düğün olur, bayram olur… Bazen yas tutulur, hüzün hâkim olur…

Hayatın çeşitli halleri karşısında bize düşen; sağlığımız, sıhhatimiz yerindeyken buna şükretmektir. Elimizde nimetler bol bol varken, ailemizin huzuru yerindeyken bunlara şükretmektir. Gençliğimiz hâlâ bizi terk etmemişken, buna şükredip ebedî gençliğin çaresini aramak ve bulmaktır. Bununla beraber, başımıza bir musibet geldiğinde, sağlığımızı kaybettiğimizde, sıkıntılı günler yaşadığımızda da sabır içinde “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip sabretmektir. Ondan ne gelirse zahiren bize çirkin gözükse de, hakikaten bakıldığında güzeldir diye düşünmektir.

“Kadere teslim olan, kederden emin olur” sırrınca, her zaman tam bir teslimiyet içerisinde olmalıdır insan. Böyle olduğu zaman, ne kazandığına sevinir, ne kaybettiğine üzülür. Zira koskoca dünya dahi fani olması cihetiyle ehemmiyetsiz olduğuna göre, içindeki yaşanan sıkıntılar, fırtınalar da geçici ve ehemmiyetsizdir. Biz asıl vazifemizi düşünmeliyiz, bu fani dünyanın fani meseleleriyle sermayemizi tüketmemeliyiz. Niçin bu dünyaya gönderildiğimizi düşünerek, kabrin arkası için çalışmalıyız.

[email protected]

Mehtap YILDIRIM

04.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri