Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İmralı’dan mesajınız var

Geçen pazartesi günü Yeni Şafak gazetesinde çok ilginç bir röportaj yayınlandı. Mehmet Gündem, önemli Kürt aydınlarından Ümit Fırat ile konuşmuştu.

Bizim medya bu röportajı nedense es geçti. Üzerinde pek durmadı. Halbuki ortalığı ayağa kaldıracak sözler dökülüyordu Fırat’ın ağzından.

Birlikte okuyalım:

S: Apo’nun bağlantıları var mı?

C: Bir gün İmralı’nın gardiyanları anılarını yazarsa çok şaşırtıcı bilgilerin çıkacağını görürüz.

Uğur Mumcu da önemli bulgulara ulaşmıştı, Mumcu cinayeti ve ulaştığı bulgular bir gün açıklanırsa çok şaşıracağız.

S: Apo, Kürtler için nasıl bir fenomen?

C: Bütün toplumların tarihinde böyle fenomenler olur. Ölüsü daha etkili olur bugün için. Öcalan orada normal bir şekilde ölse bile kimse buna inanmaz, komplo aranır ve ardından da kin ve intikamlar gelir.

S: Apo gündemi nasıl takip ediyor?

C: 5 Eylül’deki avukat görüşmesi notlarına baktım, Öcalan sadece TRT FM dinlediğini söylüyor ama Yeni Şafak’taki bir yazıdan da bahsediyor, (Zaman gazetesi yazarı) Mümtazer Türköne’yi de izliyor...

Sanki sihirli bir radyosu var, dünyada olup biten her şeyden çok detaylı haberi var. Bu basit bir bilgilenmeyle olmaz. Farklı bilgi kaynakları var. Önemli kaynaklar Öcalan’ın telefon görüşmeleri yaptığını söylüyor. (10 Eylül)

Bu önemli röportaja değinen nadir köşe yazarlarından biri olan Mensur Akgün, Referans gazetesinde dün şöyle diyordu:

“Ben, Ümit Fırat’ın daha önce özel konuşmalarda da dillendirdiği bu tespitlerinin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Umarım hem DTP, hem de İmralı’nın yönetim ve denetiminden sorumlu olanlar... mülakata yansıyan noktaları dikkate alırlar.”

Mensur Akgün, Abdullah Öcalan’ın hapis yattığı İmralı’nın yönetiminden ve denetiminden sorumlu olanların bu bilgiyi dikkate alacaklarını umuyor.

Bence fazlasıyla “iyi niyetli” bir ifade Akgün’ünkü... Çünkü bu yeni bir bilgi değil. Yani sokaktaki vatandaş için yeni olabilir ama adayı kontrol eden güvenlik güçleri için değil.

O güçler, hadi adını da koyalım, askerler, belli ki Türkiye’nin özellikle Kuzey Irak ve Güneydoğu politikasını yürütürken, Apo’nun “tele-ilişkilerini” de bir veri, bir girdi olarak kullanıyor. (Hatta Apo’yu da kullandıklarını ve yönlendirdiklerini rahatlıkla düşünebiliriz.)

Ne kadar ilginç!

Apo çeşitli araçlarla Türkiye’de olup bitenlerden haberdar ve bunları değerlendirerek dışarıya haber gönderebiliyor. Belli ki emirler de veriyor. Ama aynı anda bütün bunların “ bilindiğini de biliyor “.

Ona bu iletişim araçlarını ve kanallarını sağlayanlar da (ya da izin verenler de) tamamen aynı bilgilere sahipler. Yani o ilişkiler ağında ‘herkes, her şeyi’ biliyor: “Bilgi toplumu” dedikleri bu olsa gerek!

Merak edenlere İmralı’daki güvenlik ve denetim şartlarını da aktaralım:

“700 güvenlik personeli gece gündüz görev yapıyor. Görevlilerden 450’si komando eri, geriye kalan 250 personelin tamamı subay. Üç katlı cezaevi binasının içinde görev yapan gardiyanlar silahsız. Binanın içine üst rütbeli subaylar girdiğinde dahi silahını son noktada görevlilere teslim etmek zorunda. Yaklaşık 10 monitör kamera, Abdullah Öcalan’ı tüm ayrıntılarıyla izliyor.” (Zaman, 10 Eylül)

Tüm bu bilgileri alt alta yazıp topladıktan sonra, 30 Ağustos resepsiyonu için DTP’li milletvekillerine davetiye gönderilmemesinin ne anlama geldiğini siz düşünürken, ben de bir ipucu vereyim: Buna siyaset bilimi literatüründe ‘gerçekçi politika’ deniyor.

Sabah, 13.9.2007

Emre AKÖZ

14.09.2007


 

Diyarbakır 5 Nolu

Dün Diyarbakır Cezaevi’nin önünde bir heyet “Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu”nun kurulduğunu ilan etti.

78’liler Girişimi öncülüğünde oluşturulan heyette odalar, dernekler, partiler, enstitüler var.

12 Eylül’de Diyarbakır cezaevinde neler yaşandığını araştıracaklar.

New York için “11 Eylül Komisyonu” ne ise, Diyarbakır için “12 Eylül Komisyonu” odur.

Hem yaşanan vahşeti sergileyebilir; hem bir daha yaşanmasını önleyebilir.

* * *

2 Nisan 1984’te Genelkurmay Başkanlığı, Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül’den o güne kadar 53 kişinin öldüğünü açıkladı.

14’ü kendini asmıştı.

23’ü çeşitli hastalıklardan ölmüştü.

7’si ölüm orucunda can vermişti.

7’si ise işkencede öldürülmüştü.

Peki, devletin kontrolü altındaki bir cezaevinde, 3 yıl içinde 53 kişinin ölmesiyle ilgili bir soruşturma yapıldı mı?

Görevliler sorgulandı mı?

Sorumlular hakkında kamu davası açıldı mı?

Sonucu ne oldu?

78’liler Vakfı, “Bilgi Edinme Yasası”na dayanarak bu sorulara cevap istiyor.

* * *

Ortada belge, bilgi, açıklama yok; iddianame de bulunmuyor.

Ama ölenler adına yazılmış, iddianame sayılabilecek bir kitabı geçen gece okudum ben...

Bayram Bozyel’in “Diyarbakır 5 Nolu” kitabı (Deng, 2007) bir vahşet romanı adeta...

Nazi kamplarını andıran sahnelerle dolu bir roman...

Yazılanların binde biri bile doğruysa, sadece dönemin sorumlularının yargılanmasını değil, konuya bunca yıl duyarsız kalmış herkesin utançla başını eğmesini gerektirecek bir roman...

* * *

Yazılanları nakletmem zor:

Bozyel, “Disko” denilen işkencehanede çırılçıplak Filistin askısına asılışını, cinsel organından ve serçeparmağından elektrik verilişini, kalaslarla öldürülesiye dövülüşünü, tabanları yarılıncaya dek falakada yatırılışını ayrıntılarıyla anlatıyor.

Kış soğuğunda üzerlerine hortumla basınçlı soğuk su fışkırtılan mahkûmların neden zatürre olup öldüğünü kestirmek zor değil.

Lağım çukurlarında yüzdürülüp başları postallarla suya batırılanların, makatına cop sokulanların, Co adlı köpeğe esas duruşta tekmil verdirilenlerin, eğlence için canlı kurbağa, fare dışkısı ya da kusmuk yedirilen, sidik içirilenlerin, niye intihar ettiklerini tahmin etmek de zor değil.

Falakadan sonra arkadaşını sırtına alıp durmaksızın koşması istenirken dövülenlerin, niye ölüm orucuna yattığını, sonra niye dağa çıktığını düşünebilmek de zor değil.

Hele İstiklal Marşı’nın bütün kıtalarını ezberleyemediği veya koğuş sorumlusunun cümle cümle okuduğu Atatürk’ün hayatını yeterince yüksek sesle tekrarlamadığı ya da koşarken “Her Türk asker doğar” diye haykırmaya mecali kalmadığı için öldüresiye dövülenleri öğrenince, bu toplumun cumhuriyetten, Atatürk’ten neden, nasıl soğutulduğunu anlamak da zor değil.

* * *

Dedim ya, bu belge kitapta anlatılanların binde biri bile doğruysa bugüne gelebildiğimize şükretmemiz gerekir.

PKK nasıl oldu da bu kadar insafsızlaşabildi, o kadar vahşi yöntemlerle nasıl oldu da bu kadar büyüyebildi, bunca halk desteğini nasıl sağlayabildi; merak ediyorsanız, onun “Diyarbakır 5 Nolu”da nasıl doğurtulduğunu okuyun.

Ve hem insan vicdanı hem toplumsal adalet adına, devletin bu katliamı soruşturması talebine destek olun.

Milliyet, 13.9.2007

Can DÜNDAR

14.09.2007


 

İsrail’in derdi ne?

Uzman görüşleri:

1. İsrail savaş uçaklarının yakıt tanklarından kurtulmaları için iki neden gerekiyor.Birincisi, Türk veya Suriye savaş uçakları tarafından kovalanmaları, ki, böyle bir durum yok. İkincisi, menzil sorunu yaşayıp hafiflemeye çalışmaları, ki bu, 2 bin kilometre menzilli bu savaş uçakları için gereksiz bir davranış.

2. O zaman ortada bir tek neden kalıyor: İsrail, bu kez sadece Suriye’ye değil, Türkiye’ye de ben buradayım mesajı vermeyi tercih etti...

3. Eğer hedef sadece Suriye olsaydı,İsrail savaş uçakları., 2006 Temmuz’unda Devlet Başkanı Beşar Asad’ın Lazkiye’deki evinini üzerinde tam iki dakika uçmuşlardı. Yani, İsrail, Suriye savunmasının ne halde olduğunu çok iyi biliyor, bunun için bir deneme yapmasına gerek yok...

4. Buna karşılık İsrail, Türkiye’den hayli rahatsız:

4a. Türkiye’nin Irak’taki Sünni gruplar ile kurduğu sıcak ilişki, bu grupların, hatta eski Baasçılar’ın bile bu ülkede yeniden ağırlık kazanmasına yol açtı.

4b. Kerkük referandumunun ertelenmesi, Kuzey Irak’ta yeni bir İsrail bağımlısı yönetimin güçlenmesinin engellenmesi, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunarak yeniden bir Arap devleti olarak ortaya çıkması rahatsız etti.

4c. Asıl rahatsızlığı ise Türk-İran ilişkilerinin, doğalgaz anlaşmalarına kadar varan sıcaklaşması yarattı, tam o sırada Amerika’daki ADL’nin Ermeni soykırımını tanıma açıklaması gündeme geldi...

4d. Türkiye Ekim ayında İstanbul’da bölge ülkelerinin devlet başkanı veya başbakan düzeyinde katılacağı Irak konferansına ev sahipliği yapacak ve bu sorun büyük ölçüde Türkiye’nin aktif katılımıyla çözülecek. Kasım ayında ise, yine İstanbul’da çok büyük bir Filistin Konferansı var...

Böyle durumlarda hep, rahmetli İhsan Sabri Çağlayagil’in, ‘Batı Türkiye’nin ne kadar güçlenmesine izin verir’ yönündeki soruya verdiği ünlü ‘Yunanistan’ı ezmeyecek, İsrail’i tehdit etmeyecek kadar’ yanıtı...

Acaba...Gerçekten... Çok mu güçlenmeye başladık...

Star, 13.9.2007

Ardan ZENTÜRK

14.09.2007


 

Fırsat yine kaçmasın

2002 sonuyla 2003 başları.

AKP yeni iktidara gelmiş, Erdoğan yasaklı olduğu için Gül başbakanlık koltuğunda oturuyor.

PKK’yı dağdan indirmek için kapalı kapılar arkasında bir plan oluşturuluyor. Başlangıçta iyi giden çalışma, daha sonra sivil-asker bürokrasinin ağırlığını koymasıyla ölü doğuyor.

Bu konuyu aradan birkaç yıl geçtikten sonra o tarihte Dışişleri Bakanı olan Gül’le konuşmuştum. Gül o dönemde büyük bir fırsat kaçırdıklarını kabullenmiş, deneyimsizliğin de bundaki rolünü belirtirmişti.

Gül ayrıca böylesine netameli ve zor bir konuya daha işin başında, iktidara gelir gelmez el atılmasının önemine işaret etmişti.

Ama şimdi tüm koşullar uygun.

AKP yine işin başında.

Üstelik yüzde 47 oyla.

Artık Çankaya sorunu da yok!

Bir başka deyişle:

PKK ve Kürt sorunu konusunda mazeret kalmış değil. Siyasal kararlılık ve cesaret ile doğru yol açabilir.

Biliyorum, tek başına AKP iktidarının siyasal kararlılığı yetmez.

PKK’nın da öncelikle şiddet ve terörden vazgeçmesi, silah bırakması gerekiyor.

Bu arada DTP sözcülerinin ağızlarından çıkanı duymaları ve barış dili nedir sorusunun karşılığını ciddiye almaları şart.

Kısacası:

Sorumluluk tek taraflı değil.

Türkiye, barış ve istikrarını birinci derecede ilgilendiren en yakıcı sorununu çözüm yoluna oturtmak için büyük bir fırsat daha yakalamak üzere.

İnşallah bu da kaçmaz!

Milliyet, 13.9.2007

Hasan CEMAL

14.09.2007


 

Biz verdik ve veririz demekle yürümez demokrasi…

AK Parti aslında doğru bir iş yaptı. Prof.Dr. Ergun Özbudun gibi güvenilir ve yetkin bir anayasa hukukçusuna taslak hazırlama işini verdi. Özbudun ve taslağı hazırlama işini üstlenen diğer anayasa hukukçularının AK Parti’yye hiçbir organik ilişkileri yok. Bu taslak muhtemelen yakında açıklanacak, AK Parti içinde tartışılacak, ardından muhtemelen kamuoyunun tartışmasına sunulacak ve en nihayet sıra Meclis komisyonlarına gelecek…

Böyle baktığınız zaman bir sorun görünmüyor.

Bununla birlikte söz konusu olan ilk “sivil anayasa” olacağına göre ve bu anayasanın “vatandaşlık tanımından laikliğe, toplumsal gerginliklere yol açan kimi temel konular”ı elden geçireceği dikkate alındığında ortada katılım açısından bir sıkıntı bulunuyor.

Açıktır ki, taslağın hükümet tarafından ele alındığı noktada, siyasi partiler, devlet kurumları fikirlerini beyan edecekler.

Ancak demokrasi ve sivil bir anayasa arayışı, sivil toplum örgütlerinin de bu sürece katılmasını gerektirir.

Kaldı ki, siyasi iktidar, toplumsal destek almadan, toplumsal meşruiyet yaratmadan çetrefil anayasa hükümleri konusunda tek başına yol alamaz.

Böyle olunca bu süreci siyasi iktidar daha başından itibaren özellikle katılım açısından daha iyi planlamalı ve yönetmeliydi.

Hükümetin en azından bir katılım politikası önerisi olmalıydı.

Ama yok…

Olsa AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Egemen Bağış, anayasa konusunda taleplerini ve fikirlerini dile getiren sivil toplum örgütlerine “susun” demeye kalkamazdı, örneğin…

Bağış, TÜSİAD başkanının anayasa hazırlık süreci ve ilkeleri konusunda yaptığı uyarıya, mealen “hükümeti yalnızca Meclis denetler, sivil toplum örgütleri bizim toleransımız sayesinde fikir beyan etmektedir…” yanıtını veriyordu, önceki gün…

İşte sorun burada…

Yanılıyor AK Parti Genel Başkan Yardımcısı:

Hükümetleri hukuken Meclisler denetler ama siyasi ve ahlaki denetimi toplum ve toplumsal örgütler yapar. Ve çağdaş demokrasi üç unsur üzerine oturur. Temsili, katılımı ve katılım kurumlaşmasını içerir…

Velhasıl temsil yetmez… Temsilin verdiği meşruiyet ve hak çerçevesinde işinizi iyi yapmanız da yetmez… Şeffaf olmanız, eleştiriye, öneriye açık olmanız, en önemlisi katılımı inşa etmeniz gerekir…

Biz verdik ve veririz demekle yürümez demokrasi. Taleplere kulak kabartmak seçim dönemlerine de sıkışmaz…

Demokrasi talepleri seçim dışı ve daimi olarak dinlemeyi ve dikkate almayı gerektirir. Bu taleplerin ifadesi ve siyasileşmesine, katılım mekanizmaları etrafında yol vermeyi gerektirir.

Bu düzende iktidar sahipleri “bizim toleransımız sayesinde…” gibi totaliter zihniyet ve yapıyı akla getiren sözler sarfetmezler…

Yeni Şafak, 13.9.2007

Ali BAYRAMOĞLU

14.09.2007


 

Tarhan Erdem’in arkasındaki beyin kim?

Tarhan Erdem Radikal’de Neşe Düzel’e verdiği röportajda “Üniversitelerde türbana izin verilirse iki yıl içinde ortalık türbandan geçilmez” demiş. Eğer Tarhan Erdem araştırmacı olduğunu iddia ediyorsa bu tahmini hangi varsayıma, kurama, modele göre yaptığını açıklamak zorunda...

Ama ben açıklayabileceğini sanmıyorum. Çünkü bu dayanaksız türban artışı tahmininden (buna komedi de diyebiliriz) sonra KONDA’nın seçim araştırmalarındaki başarısının başka bir “beyin”den kaynaklandığına kesinlikle ikna oldum. Tarhan Erdem olsa olsa sonuçları açıklayan “akil adam” (hani ne diyorlar İngilizce’de wiseguy?) figürü olabilir. Var mı KONDA’nın seçim araştırmalarındaki örnekleme modelini kuran, alan araştırmasını yöneten, sonuçları analiz eden gerçek “beyni” ya da “beyinleri” bilen... Kendilerini açığa çıkarmak istemiyorlarsa gizlice mesaj da atabilirler. Ben kimseye söylemem...

Bugün, 13.9.2007

Ali Atıf BİR

14.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri