Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Mahalle medyası’nın iki yüzlü ahlakçılığı

Üniversite kazanmış başörtülü kızların kişisel dramları hiç merak edilmezken, onların topluca bir şeriat devleti kurmuşlar gibi en büyük suçlu ilan edilmesi hepimizin aklını esir aldı.

Neden mesela onların tek tek yaşamdan, dünya ve gelecekten beklentilerine ışık tutulmaz hiç? Demokrasi, medya ahlakı, laiklik dersi veren medya yazarları türbanlıların olası mahalle baskılarına dayanamayıp ülkeyi terk etme planı bile yapmaya başlamışken, öteki’ne doğru bir adım atmayı neden hiç düşünmezler?

Kırklı yaşlarını süren biri olarak kendimi bildim bileli Ramazan’da başta kebapçılar olmak üzere birçok lokanta içki servisini kaldırır. Bir vakitler çalıştığım Hürriyet Gazetesi’nde Ramazan geldi mi, her gün dolup taşan barda üç beş kişi ancak kalırdı. İnsanlar oruç tutmasalar bile uluorta içki içmeye çekinirlerdi. Hatta içmezlerdi. Bu beşeri hayatımızın asırlardır süregelen aşina görüntüsünü bugünün AKP iktidarını karalamak için kullananlar eleştirecek daha ‘tutarlı’ bir şey bulamıyor mu?

Örneğin bu ülkede iki darbe tehlikesi atlatılıp atlatılmadığını sahiden merak eden bir savcı çıkmazken, bu tehlikeyi gündeme getiren Nokta Dergisi’nin yargılanması ‘büyük mahalle yazarları’nın gündeminde niçin gereken yeri bulmaz? Ya TSK güdümlü olduğu belgelerle kanıtlanmış kimi sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri? Vatansever çetecilerle suç ortaklığı yaptığı saptanan ‘kerli ferli beyler’in iş takipleri? İlerici, cumhuriyetçi geçinip 27 Nisan’dan beri muhtıra dahil bu konularda ısrarla kalem oynatmaktan kaçınanların AKP düşmanlığından başka bir şeyle ilgilenmemeleri neyle açıklanmalı?

301 mağdurlarına yapılan infazları gazetelerinde gizli veya apaçık imalarla yumuşatmaya çalışanlar sanki o saldırganlıkta kendi payları hiç yokmuş gibi yine meseleyi saptırıyorlar: Yakında türban üniversitede serbest bırakılırsa eğer, şeriat gelecek ve sofuluk yaygınlaşacaktır gibi bir imada bulunabiliyorlar. Ve bizzat kendilerinin ‘besleyip büyüttüğü’ katillerin ismini taşıyan yeni infazcıların her yerde dolaşacağını kehanet edip uyarıyorlar. Bu ‘hedef şaşırtma taktiği’nin adı gazetecilik olabilir mi?

Satır aralarında okuyucunun bilinçaltını kışkırtacak şekilde en layt sözcüklerle en savunmasız kişileri hedef gösteren, süslü propagandalarına en alakasız kişileri alet edebilen, eğlenceli üsluplarla en olmadık kişileri en kaba tanımlarla yaftalamaktan hiç rahatsızlık duymayan, özgüveni tavan yapmış ‘mahalleli’ yazarlar aba altından sopa gösteriyorlar durmaksızın.

Kendi mahallelerinde görmek istemedikleri veya kimi ortak çıkarlar adına günah keçisi ilan ettikleri kişilere o çok bel bağladıkları ulusalcılığı yükseltmek adına vurup vuruşturuyorlardı seçimlerden evvel. Şimdi ise her biri kendi içinde biricik bir dünya barındıran ama adı topluca ‘türbanlı’ olanları infaz ederek yazarlık yapıyorlar. Sanki bu ülkenin demografik yapısında ‘türbanlılar’ diye homojen, aynı ideolojiye sahip bir mahalleli varmış gibi.

Alışveriş merkezlerinde başı açıklar tarafından itilip kakılan, ne işin var senin burada denilerek saldırılan, asansör kapılarında tehditler alıp sıkıştırılan başörtülü kadınlar ise tektip bir kültürü ve yaşam tarzını savunan bu çok homojen ‘mahalleli yazarlar’ tarafından cesaretlendirilmiyor mu gece gündüz?

İmam hatip mezunu bir bürokratın canlı yayında medyanın ‘mahalle büyükleri’ tarafından nasıl hakir görülüp özgeçmişini anlatmak suretiyle hesap vermeye zorlandığını izlerken kapıldığım dehşeti unutamıyorum. Bu şekilde ‘gazetecilik’ yapanlar içlerindeki nefret duygusunu açığa çıkarmak üzere psikanaliz yaptırsalar belki daha hayırlı olurdu.

Sahi yine bu aynı ‘mahalle büyükleri’nin eseri değil miydi, Umur Talu’nun sözleriyle “onca senede tek emirle atılan onca manşet, tek emirle gizlenen onca haber, onca manipülasyon ve otosansür, andıç emirlerinde hazır ol durmak, hükümetlere yaranmak için kovulanlar, manşetlerden linç edilenler, ‘biat gazeteciliği’nin had safhası köşe sansürleri?”

Zaman, 25.9.2007

Leyla İPEKÇİ

26.09.2007


 

İlk üç ay ve AB

Siyasi iktidarların ilk üç ayı her zaman önemli olmuştur. İlk üç ayda yapılanlar, alınan mesafe, atılan adımların doğrultusu gelecekte yapılacakların da bir işaretidir, bir güvencesidir.

Özal’ın ilk üç ayında yapılanlar, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’nun değiştirilmesi, Katma Değer Vergisi Kanunu’nun tartışılmaya açılması bugün hala dönemin önemini belirleyen değişiklikler.

AKP iktidarının da ilk üç ayı çok önemlidir; TBMM açıldıktan sonraki ilk üç ay belki daha da önemlidir.

İlk üç ay performansı AKP için belki de diğer parti ve iktidarların da ilk üç ay performansından daha önemli hale gelmiştir.

(...)

AKP’nin hem kendi temel duruşundan taviz olarak algılanmayacak, hem söz konusu ‘endişeli kesimin’ kaygılarını sıfırlamasa bile (bu olanaksız) ciddi biri biçimde azaltacak ya da en azından ciddiye alınmalarını engelleyecek, hem küresel dengelerde AKP’nin elini güçlendirecek, hem özgürlük ve zenginliğe olumlu katkı yapacağı için içeride ve dışarıda meşruiyetini ve siyasal desteğini artıracak çok önemli bir manevra alanı vardır.

Ve ilk üç ay bu manevra alanında önemli adımlar atmanın tam da zamanıdır.

Bu manevra alanı da, 2003-2005 arası olduğu gibi yine AB konusudur.

TBMM yasama faaliyetine başladıktan çok kısa bir süre sonra Brüksel ‘İlerleme Raporu’nu açıklayacaktır.

Anayasa çalışmalarında alınacak mesafe bu Rapor’a olumlu yansıyacaktır, buna kuşku yok ama henüz bir sonuç alınmamış olacağı için olumlu yansıma sınırlı olacaktır.

Hemen yapılması gereken konular bellidir; TCK 301 mutlaka çağdaş bir içeriğe kavuşturulmalı ya da kaldırılmalı, Vakıflar Yasası mutlaka düzeltilmeli, Heybeliada konusunda bir çözüm bulunmalı, limanlar meselesinde de yine bir adım öne geçilmelidir.

Bu girişimler AKP’nin 2003-2005 çizgisi ile tümüyle tutarlıdır yani bir taviz niteliğinde değildir, bu konularda çözüm yoluna gidildiği ölçüde içeride refah ve özgürlük artışı yaşanacağı için siyaseten son derece kalıcı başarılı adımlardır ve bu adımları ciddi bir biçimde atan bir siyasal harekete endişe ile bakanlar zamanla mutlaka inandırıcılıklarını yitirecekler ve marjinalleşeceklerdir.

AB süreci Türkiye siyasetinin normalleşme, birleştirici sürecidir ve AKP’nin bu sürece her zaman ihtiyacı olacaktır.

AKP içinde bu dönüşümlere ilişkin oy kaygısı olan küçük bir azınlık varsa, unutmayalım yerel seçimlere 16 ay, genel seçimlere de en azından dört sene vardır.

İlk üç ay bu işleri kalıcı olarak çözmek için en uygun zamandır, take-off arkasından gelecektir.

Star, 25.9.2007

Eser KARAKAŞ

26.09.2007


 

ABD’nin “ılımlı İslâm” projesi

Malezya tartışmasının nasıl başladığını hatırlamakta yarar var.

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, seneye Dışişleri Bakanı olması beklenen Richard Holbrook geçen ağustosta PBS TV’de bir söyleşide dedi ki:

“11 Eylül’den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyor. İşte, sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya... Türkler çok dramatik bir seçim yaptı. Ilımlı Müslüman bir parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB’ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum.”

“Ilımlı İslam” tanımının yarattığı antipatiye Malezya’dan gelen haberler de eklenince tüyler ürperdi. (...)

ABD’nin niyeti konusundaki kuşkular hepten arttı.

Bu niyeti daha iyi anlamak ve yaşanan gelişmeleri netleştirebilmek için, Amerikan stratejisinin zeminini oluşturan bazı raporları hatırlamakta büyük yarar var.

“Diplomatlarını eğitmeliyiz”

Bahsedeceğim raporlar “Rand Corporation” imzasını taşıyor.

Amerikan dış politikasına yön veren bu etkili “fikir fabrikası”, Donald Rumsfeld, Condoleezza Rice, Francis Fukuyama gibi uzmanlarıyla tanınıyor.

Rand Coorparation’ın ılımlı İslamcılarla yakınlaşma tavsiyesi, CIA’den Graham Fuller’ın Savunma Bakanlığı için hazırladığı 1990 “Türkiye’de İslam Köktenciliğinin Geleceği” başlıklı bir raporda yer aldı.

Muammer Aksoy’un, Çetin Emeç’in, Turan Dursun’un, Bahriye Üçok’un peş peşe öldürüldüğü yıldı o...

Merkez sağ krizdeydi. Erbakan’ın başbakan olmasına 5 yıl vardı.

Rand Coorparation, Amerikan yönetimi için bir rapor hazırlayıp 2 şey tavsiye etti:

“1) Türkiye’deki İslami hareketi daha yakından tanımalı, onların ideolojileri hakkında daha yakından bilgilenmeli ve diplomatlarını eğitmeliyiz.

2) ABD’nin İslamcı akımın ılımlı üyeleriyle resmi olmayan ilişkiler kurması yararlı olacaktır.”

1999’da ABD Dışişleri Bakanlığı’nca hazırlanan “Din Hürriyeti Raporu”nda Fethullah Gülen’den “ılımlı İslami lider” olarak

Radikal adımlar

Sonra Cheryl Barnard’ın raporu geldi.

Barnard, ABD’nin eski Irak büyükelçisi Zalmay Halilzad’ın Yahudi asıllı eşiydi. O da 2003’te “Sivil Demokratik İslam Raporu” hazırladı. Şöyle yazdı:

“İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyor. Bugüne dek İslam dünyasında çare için bulunan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. kavramların da çözümde yetersiz kaldıkları görülüyor. İslam dünyası kendini tanımlama kavgasını yaşıyor. Peki ABD’nin bu kavgadaki öncelikleri neler? Önce İslamiyetten kaynaklanan şiddetin önlenmesi, sonra ABD’nin İslamiyete karşı olduğu imajından kaçınılması, daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik atılacak radikal adımların planlanması...”

İslam dünyası 4 parça

Barnard, raporunda İslam dünyasını 4 kategoriye ayırıyordu:

“1) Köktendinciler: Demokratik değerleri reddederler. İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.

2) Tutucular: Tutucu bir toplum isterler. Modernleşme ve değişim konularına kuşkulu yaklaşırlar.

3) Modernistler: İslam dünyasının, globalleşmenin bir parçası olmasından yanadırlar. İslamda reform ve modernleşme isterler.

4) Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrışmasından, Batı türü demokrasiden yanadırlar. Dini, bireysel düzeye indirgemeye çalışırlar.”

Laikler soldan uzaklaşmalı

Peki ABD hangisini destekleyecek?

Raporda köktendincilerin terör eylemlerinin, baskılarının, yolsuzluklarının sürekli basına yansıtılarak aralarındaki bölünmelerin hızlandırılması tavsiye ediliyor.

“Tutucular”ın “köktendinciler”le ittifakının önlenip “modernistler”e yakınlaşmasının sağlanması, “tutucu”lar arasında özellikle Sufizm’in taban bulması için uğraşılması öneriliyor.

Ya laikler?

Raporda “Kemalistler”in ABD’ye yakın durmadıkları belirtiliyor ve şöyle deniliyor:

“Laiklerin köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak. Bu, laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek.”

Okullar açmaları sağlanmalı

Rapora göre, ABD’ye en iyi müttefik “ılımlı İslamcılar”...

Nasıl desteklenecekleri konusunda şunları öneriyor:

“Çalışmalarının, görüşlerinin yayımlanması ve dağıtılmasına maddi katkı yapılacak.

Daha geniş kitlelere özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek.

Sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak.

Görüşlerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak.

Ilımlı İslamın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak.”

Fethullah Gülen örneği

“Yönetim talebinden vazgeçirilmiş, sivil, demokratik bir İslam” modeli hedefleyen raporun sonundaki “Derin strateji” bölümünde daha somut öneriler var. Şöyle denmiş:

“Ilımlı İslamcıların cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı. Demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı. Sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmesine çalışılmalı...”

Fethullah Gülen’in örnek olarak verildiği ılımlı İslamcıların ekonomik güç eksikliği dile getirilip maddi destek yapılması önerilmiş.

Bunlar, 3 yıl önceki önerilerdi. Etkileri ortada...

Milliyet, 25.9.2007

Can DÜNDAR

26.09.2007


 

Psikolojik savaş düşmana karşı yapılmaz mı?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Köni’yi tanır mısınız? Ben bir kez kendisi ile tanışmıştım. Birçok konuda gerçekten uzman bir kişi. Uluslararası ilişkiler uzmanı Köni’nin, dün okuduğum birsözü, beni gerçekten çok düşündürdü. Neden düşündürdüğünü söylemeden önce, Prof. Dr. Hasan Köni’nin bir çok öngörülerinin daha sonra gerçekleşmiş olduğunu hatırlatmak isterim. Uzun yıllar Milli Güvenlik Akademisi’nde ders veren siyaset bilimci Prof. Hasan Köni, askerleri çok yakından tanıyan bir isim. Bir röportajında, Prof. Dr. Köni’ye soruyorlar: - Türkiye’de sonbahar sendromu? Ordu-siyaset denkleminde yeni bir şeyler bekliyor musunuz? Büyükanıt Paşa’- nın sertleşmesi gerektiğini düşünenler var. Sizce Yaşar Büyükanıt, Özkök Paşa’nın izinden ayrılır mı? Prof. Dr. Köni- Ordu statüsünü kaybetmek istemiyor tabi. Ordu sivillerin ardında kalmak istemiyor. Yaşar Büyükanıt’ın orduyu yıpratma çabalarına karşı sert sözleri bunun bir sonucu. Hilmi Özkök’ün demokrat çizgisinden ayrılır mı? Bu zor. Çünkü Türkiye ekonomik, siyasi ve güvenlikle ilgili alanlarda Batı’ya bağlı. Antidemokratik bir yapıda çıkacak ekonomik krizin bedelini kimse ödeyemez. Daha önceki röportajında, “Ordu darbe yapmaz” diyen, Prof. Dr. Hasan Köni, Mine Şenocaklı’nın yaptığı röportajda, “Asker, iş dünyasından destek alamazsa darbe yapamaz!” görüşüne gelmiş. Köni diyor ki, “iş dünyasının laiklik konusunda korkuları artarsa, askere destek olabilirler.” İş dünyasının askere “darbe yapması” için vereceği destek ancak “laiklik tehlikede” olunca ortaya çıkacak. Bazı medya organlarının son günlerde neden “Malezya’ya döneceğiz” diye “kampanya” yaptığı böylece daha iyi bir şekilde ortaya çıkıyor. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasına karşı olanlar, “Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olursa, gerginlik çıkar” diyenler, şimdi de “türban yasağı kalkarsa kızlarımız türbanlı olur” diye kampanya yürütüyorlar. Kampanyayı yürütenler, bir de “Utanmadan, benim darbe çağrısı yaptığımı yazıyorlar. İnsanın bunu söylemesi için ya zek· özürlü olması gerekir. Ya da çok kötü bir insan” diye yazıyor. Acaba yaptıkları çağrının farkında değiller mi? Kendi yaptıkları çağrının nereye kadar uzandığını fark edemeyecek bir “kendini kaptırmışlık” mı içerjsindeler acaba? Prof. Dr. Hasan Köni, bu arkadaşların yaptığı harekata bir isim veriyor. “Gül’e karşı psikolojik savaş sürdürülüyor” diyor. Psikolojik savaşı asker yapıyormuş. Şöyle diyor Prof. Dr. Hasan Köni, “Asker Gül’e karşı psikolojik operasyon düzenliyor. Elini bile sıkmıyorlar. Onu görünce yollarını değiştiriyorlar. Gül, karısıyla yan yana gelemiyor. Olacak iş mi bu! Bunlar adamı fena hırpalar.” Sonra da ekliyor: “Bakalım bu psikolojik savaşa, her dakika hakarete ne kadar dayanabilecek.” Askerleri çok yakından tanıyan Prof. Dr. Hasan Köni haklı galiba. Psikolojik savaşta hem medya, hem de diğer kurumlar devreye sokulur. 28 Şubat’ta öyle olmamış mıydı? “Benim darbe çağrısı yaptığımı yazıyorlar” diyen yazar arkadaşımızın gazetesi, “İşi bu defa Silahsız Kuvvetler halletsin” başlığı ile 28 Şubat sürecinin başlamasını sağlamıştı. Yoksa, Türkiye’nin başına irtica tehlikesi çöreklenecekti. Bu sefer yapılan “harekât”ta üst düzey komutanların adı geçmiyor. Hatta, “Ben darbe çağrısı yapmıyorum” diyen arkadaş, “Bakın ortada asker falan yok. Bunu yazan çizenlerin rütbesi de yok, ayrıca askerlere de sesleniyorum. Sakın bu tartışmaya orasından burasından müdahil olmayın. Bunu biz siviller tartışacağız” diyor. Kendisine inansak mı acaba? “Müdahil olmayın” dedi ama askerler kendisini dinlemiyor. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, “Anayasa’ya yönelik tehditleri” anlattığı konuşmasında, “Atatürk’ün ulus devlet anlayışı dinsel ve etnik temellere bağlı değildir ve bağlanmaya da çalışılmamalıdır” diyerek “uyarıda” bulunuyor. Bakalım önümüzdeki günlerde, hangi benzer “bin yıl sürecek 28 Şubat”ın olayları ile karşılaşacağız. Bugün, 25.9.2007

Can AKSIN

26.09.2007


 

Asker olmadan asker gibi yürümek

İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunun 84. yıldönümü nedeniyle Vatan Caddesi’nde düzenlenecek törenin provası pazar günü yapıldı.

Provayı izleyen Vali Yardımcısı Ergün Güngör, öğrencilerin yürüyüşlerini beğenmeyince geçiş provası iki kez tekrarlanmış.

Güngör, “Ayak uydurmada sorunlar var, hizalar yanlış, bunu düzeltmeliyiz” demiş.

Çocuk yaştaki öğrencilerin, resmi bayramlarda askeri düzende yürütülmesi geleneğini hiç anlayamadım.

Belki “her Türk asker doğar” sözünün bir devamıdır. Bilemiyorum.

Ama askeri eğitim almamış çocukların, bu zor işi yerine getirmek için ne sıkıntılar çektiğini, öğretmenlerinden ne azarlar işittiklerini ve bazen şiddete maruz kaldıklarını biliyorum. Çünkü ilkokul ve ortaöğretim yaşamımda bunu bizzat yaşadım. Tek örnek olmadığımı da biliyorum.

Vali Yardımcısı, belli ki bu işlerde tecrübeli bir kamu yöneticisi! “Çocukları askerlik yapmadan asker gibi yürütüyoruz. Asker gibi yürütmemek lazım” diyor.

Vali Yardımcısı’nın bu görüşüne katılmamak mümkün değil.

Yürüyenler “sivil” olduklarına göre, geçit merasiminin biraz da sivillerin doğasına uygun yapılması gerekiyor.

Ellerinde bayraklar ile neşe içinde serbestçe yürüyen çocukların görüntüsü, asker olmadan asker gibi yürümeye çalışan ve bunu beceremeyen çocukların görüntüsünden daha güzel olmaz mı?

Hürriyet, 25.9.2007

Mehmet Y. YILMAZ

26.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri