Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Ramazan

RAMAZAN TAKVİMİ

Affet hatamızı, kusurumuzu

Ya Rab, dâim eyle huzurumuzu,

Rahmetinle bize muâmele et,

On sekiz eyledik orucumuzu.

Abdil YILDIRIM

30.09.2007


HAFIZA NİMETİNDEN NE KADAR FAYDALANIYORUZ?

“İntiba ne kadar şiddetli olursa, hafıza o kadar kuvvetli olur. Meselâ heyecanla

öğrendiklerimizi unutamayız.”

(Zübeyir Gündüzalp)

İnsanların şikâyetlerinin başında geliyor hafıza zaafiyeti. Bu arada hafızası güçlü bilinen insanlara hayret ve hayranlık ifadeleri de sık telaffuz edilmektedir. Öncelikle, hafızası güçlü olanlar, beyinlerini, zayıf olanlara göre daha fazla kullanıyorlardır.

İkincisi, hafızası güçlü olanlar hafızaya kayıt işini sağlam yapıyorlardır.

Üçüncü olarak da, hafızaya kayıt işi kayıt kadar arşivleme tekniğine de bağlıdır. Eğer arşiv, etiketleme, tasnif, dosyalama sistemi belirli bir tekniğe dayanmıyorsa, evrakların gelişigüzel çuvala doldurulmasından sonra lâzım olduğunda bulamamak gibi bir şeydir.

Aslında alınan bilgilerin büyük çoğunluğu hafızadan silinmiyor. Unutuldu zannedilen bilgiler, görüntü, ses, aradan çok uzun zaman geçmesine rağmen tekrar karşılaşıldığında “Haaa, ben bunu gördüm veya duydum, hatırladım” deniliyorsa unutulmamıştır.

Sorun hatırlamakta. Hatırlamayı kolaylaştırmak için kaydı sağlam yapmalı ve etiketleme sistemini doğru belirlemelidir.

Aslında zayıf hafıza yoktur, terbiyeden geçmemiş veya az terbiye edilmiş hafıza vardır.

“Hafıza doğuştan güçlü veya zayıf” gibi ön yargılar, gelişimin önünde en büyük engeldir. Eğitimle hafıza geliştirilebilir. Bazı insanlar bilerek veya bilmeyerek hafızayı güçlendirecek yöntemleri uygulamaktadırlar.

BEYİNDE SİNERJİ

Beyinde sinerji oluşturmak, herkesçe mâlum olan, iki beyni birlikte kullanmak demektir.

Sağ ve sol beyni mümkün oldukça birlikte kullanmak kapasiteyi azamî dereceye çıkarmaktır. Örneğin 1+1=2 eder. Arada boşluk olmadan yan yana yazılsa 11 olur. Beyinde ise bu daha büyük fark meydana getiriyor.

Beyinde sinerji meydana gelmesi demek, akıl ile kalbin imtizacı demektir bir bakıma.

Beyinde sinerjinin meydana gelebilmesinin şartlarından bazıları:

*Gerçeklerle hayalleri barıştırmak.

*Bilgiye duygu katmak

* Bütün duyu organlarını etkin kullanmak

* Merak duygusunu canlı tutmak

*Hayatın önceliklerini doğru sıraya koyarak bilgi ediniminde dikkate almak

*Zamanı etkin kullanmak, verimliliği artırma gayretinde olmak.

* Zihin kaslarını güçlendirmek, yani hep kafa yormak “Bu niye böyle?” sorusunu sürekli sormak

* Renkleri kullanmak

* Musikinin sihirli tesirinden faydalanmak

* Matematikle ve sayılarla barışık olmak

* Sistematik ve düzenli ritimle tekrar yapmak

* Detaylarla bütünü bir arada düşünmek, iyi bir gözlemci olmak

* Büyük dâvâ sahibi olmak ve büyük düşünmek.

Dursun SİVRİ

30.09.2007


Memleket ezgilerine kulak kabartmak

Hayata gelmekle ve maddî dünyaya gözünü açmakla insan asıl geldiği alanlar ve manevî âlemlerle bağını da koparmaktadır. Aslı ruhlar âleminden olan ve melekûtî bir diyardan gelmiş olan fert, hayatın ve varlığın katı yapısı ve boğucu kesreti ile bu alanlarla olan irtibatını kaybetmektedir. Zaman ile bu âlemlerden geldiğini de iyice unutup, benliği ve varlık ile ilgili tanımları tamamen maddî plana sınırlı olarak vehmeder. Bu hal, farklı bir memlekete gitmiş insanın kendi memleketi ile bütün bağları koparmasına, ardından zaman içinde o memleketten olduğunu bütünüyle unutmasına benzer. Belki zaman içinde bir gün memleket ezgileri ile karşılaştığında ruhunun tâ derinliklerinde var olan kimlik kendini hissetirmekle özünü keşfedecektir.

Bu durum ruhlar âleminden gelmiş ve şu maddî dünyaya dalmış her insan için geçerli olsa gerektir. Aslında her insan maddî dünyanın boğuculuğu içinde, köyünün sâfiyetinden şehre gelmekle uzaklaşmış insanın özünden kopukluğunu yaşar. Oysa onun ruhu mânâ âleminin genişliğine, Âlemlerin Rabbi’nin ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabına mazhar olmuştur. Bu maddenin sınırladığı âleme sığmayacak özellikler taşımakta ve şu âlemde kendini gurbette hissetmektedir. Ancak âlemin boğuculuğu ile bu sıkıntısının kaynağını unutur. Acılarını unutmak için iyice dünyaya dalar. Oysa sıkıntılarının kaynağı zaten orasıdır. Derdin kaynağında aranan derman, aslında ruhu yaralamakta ve kalbi kanatmaktadır.

Oruç, şu maddî dünyada ruhlar âleminin ve melekûtî dünyanın ezgisidir. Yeme, içmeden ve maddiyattan sıyrılan insanın hali diskonun gürültüsü ortasında uzaktan gelen memleket ezgilerine kulak kabartan gencin haline benzer. Bu ruhânî ezgi ile küllenmiş benliğini ve gerçek kimliğini hissetmeye başlamaktadır. Hayatın yemek-içmek, alıp-vermek gibi maddî alanla sınırlı işleyişlerden ibaret olmadığını anlayan insan, iç dünyasındaki zenginlikleri keşfe başlayacak ve şu dünyada ruhlar âleminden gelmiş bir yolcu olduğunun farkına varacaktır.

Bu yönü ile oruç bir öze dönüş, kendini keşfetme sürecidir. Yeme içmeye ve maddî alanın uğraşılarına ara vermek, maddî dünyanın gürültüsü ortasında ruhani âlemlerden gelen memleket ezgilerine kulak kabartmak gibidir. Bu ezginin yönünde ilerleyen insan, iç dünyasında bu melodi belirginleştikçe rahatladığını ve farklı bir huzur hissettiğini anlamaktadır. Ramazan ayı içinde Kur’ân’a farklı bir yönelişin ve o ay insanların bu İlâhî nağmelere daha aşk ile yönelişinin gerisinde bu hakikat yatıyor olsa gerektir. Aynı hakikatten olsa gerek, sekerât anında herkes Kur’ânî nağmelere muhatabiyetten müthiş bir rahatlık hisseder. Çünkü Kur’ân herkesin vatan-ı aslîsinin, ilahi nağmeleridir. Herkesin memleket ezgisidir. Oruç ise durup memleket ezgilerine kulak kabartmak ve ortamın gürültüsünden uzaklaşmaktır.

Hakan YALMAN

30.09.2007


Rehber Şahsiyetler

Gavs-ı Âzam Abdülkadir-i Geylânî (k.s.)

Şah-ı Geylânî, en büyük yardım edici, imdada koşan mânâsına gelen “Gavs-ı Azam” olarak meşhur olmuştur. Sultanü’l-Evliya olan Gavs’ın, vefatından sonra da aynen hayatta olduğu gibi müritleriyle alâkadar olduğu, yardımlarına yetiştiği, ehl-i keşif ve velâyetin ittifakıyla kabul görmüştür. Bunun yanında, manevî makamlarda varılabilecek en yüce rütbe mânâsına gelen “Kutub” olarak da kabul edilir.

Geylânî, 470 yılında (1077) Hazar Denizinin güneybatısındaki Gilân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Baba tarafından soyu Hz. Hasan’a (ra) dayanmaktadır. Annesi de devrin tanınmış zahid ve ehl-i tariki olan Ebu Abdullah Savmaî’nin kızı, kadın velîlerden Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbar Fatıma’dır. Çocukluğundan itibaren en büyük gayesi, dönemin ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta tahsil görmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak Bağdat’a gitti (1095). Burada ünlü âlimlerden ders aldı ve kısa bir süre zarfında mezun olduktan sonra halkı da irşad etmekle meşgul oldu. Bir süre sonra yirmi beş yıl sürecek olan inzivaya çekildi. Bu sırada, kırk gün boyunca hiçbir şey yemediği ânlar oldu. 561’de (1165-66) Bağdat’ta vefat etti.

Geylani’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi—çocukluğu dahil olmak üzere—hiç yalan söylememesidir. Bu, aynı zamanda annesinin vasiyetidir.

Gavs-ı Âzam Abdülkadir-i Geylânî ve Bediüzzaman

Gavs-ı Âzam, asırlar ötesinden verdiği haberlerle, hem Bediüzzaman’la, hem de Risâle-i Nur’la alâkadar olduğunu göstermiştir. Ehl-i zındıkanın bütün takibat, tazyik, işkence, hapis gibi baskı ve engellemelerine rağmen Üstad Bediüzzaman ve talebeleri, Cenâb-ı Hakkın inayeti ile muvaffak olması, Hz. Ali (ra) ile Gavs-ı Azam’ın (k.s.) Risâle-i Nur ve müellifi Bediüzzaman Hazretleriyle ilgili kerâmetlerini teyid etmektedir.

Gavs-ı Azam’ın en önemli hususiyetlerinden birisi ve belki de en önemlisi, hiçbir şahsı mercî yapmadan, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Azimüşşandan ders almasıdır. “Ferdiyet” denilen ve çok az kişinin mazhar olduğu bu ihsan-ı İlâhîye asrımızda, Kur’ân-ı Kerim’in i’cazlı tefsiri olan Risâle-i Nur ve onun müellifi mazhar olmuştur.

30.09.2007


Semâ ve zemin ortasında...

Hep o mahir sanatkârın eseri değil mi, şu uçsuz bucaksız sema? Şu yıldızlar, ay ve güneş onun emri ile değişip deveran etmiyor mu; kış yaza, yaz kışa?

Ya üzerinde durduğumuz ve ayağımızın altında uzayıp giden ve her mevsimde bize farklı ve nazenin gıda ve güzellikler sunan zemin ve toprak parçası niçin yapıyor bunları dersiniz?

Kimin emri ile değişiyor dağlar, bayırlar? Hem sonra nereye gidiyor sema ve zemin arasında yaratılanlar? Bir dolup boşalma ve boşalıp dolma var her an devam eden. Her gelen gidiyor, her giden Rabb-i Rahîm’ine dönüyor, teslimiyetle.

Hâl böyle iken ne oluyor biz şuur sahiplerine… Tekrar kendine döndürülmek üzere yaratılanlar nasıl kaygısız kalabilirler ki her şey aslına dönerken? Hâl böyleyken, dünyanın gam ve kasaveti niye ruhlarımızı sıkıyor, niye fani şeyler alı koyuyor akıllarımızı; gerçeğe göre hareket etmekten?

Kim neyi buluyor, hangi fani maşukuna kavuşuyor dünyada ve hangi vuslat dindiriyor gönüllerdeki sancıyı?

Her şey bir var ve bir yoktan ibaret değil mi yaşadığımız dünyada? Kaç kişi gerçek aradığını buluyor; istediğine kavuştuğunda? “Daha dün şöyleydi, şunları konuşmuştuk, bana şunları söylemişti” dediklerimizin “kaçta kaçını”—daha önce var olduğunu—ispat etme imkânımız vardır, bizden ayrıldıklarında.

Bizden ayrılanların, ayrılmasına neden olan “ecel”, ne kadar uzaktır bizlerden? O, bizden ne kadar uzaktadır, biz onu kendimize yakın görmesek de? Ne dersiniz gidecek başka yer var mıdır—dünyadayken—sema ve zemin ortasından başka?

Nadir NAZİK

30.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri