Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ancak Allah'ın ihlâslı kulları kurtuluşa erdiler.

Saffât Sûresi: 128

09.11.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kâmil mü'min, yüzüne karşı methedildiğinde kalbindeki îmanı artar.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 479

09.11.2007


İnsanları birbiriyle bağlayan ip, ancak uhuvvettir

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Ey aziz kardeşim, bil ki!)

Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir.

Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, imân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve her şeyi her şeye düşman yapıyor.

Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattir. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur. Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsin ve yüksek terakkiyât-ı sanayi, (bunlar) tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs ve iktibas edildiği, Lemeat ile Sünûhat eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir. Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük bir hakikat bulacaksın.

Mesnevî-i Nuriye, s. 77

Lügatçe:

libas: Elbise.

zahir: Dış.

bâtın: İç.

me’nus: Dost, ünsiyetli.

sîret: İç.

mâkûs: Tersine dönmüş.

uhuvvet: Kardeşlik.

muâvenet: Yardımlaşma.

mehd-i uhuvvet: Kardeşlik beşiği.

burudet: Soğukluk.

hamiyet-i millîye: Millî duygulardan kaynaklanan gayret.

İftirak: Ayrılık.

muttasıl: Birleşik.

mehâsin: Güzellikler.

edyân-ı semâviye: Semavî dinler.

in’ikâs: Yansıma.

Bediüzzaman Said NURSÎ

09.11.2007


İslâmın yeniden hayatlanmasında Bediüzzaman Modeli - 2

Tatbik edilecek metod:

A- Mantıkî Sistem:

Bir cemiyeti ıslâh etmek için önce şahsı yola getirmenin lüzumlu olduğu bir gerçektir. Tefessüh etmiş şahıslar üzerine bina edilmiş bir cemiyetin de sağlam bir yapıya sahip olamayacağı aşikârdır. Bu noktada çok yönlerden gelen mânevî tehlike ile tehdit edilen insanın ruhî ve îmânî yönlerinin nasıl intibaha getirilip geliştirilmesi sorusu doğar. Geçmişteki tehlike sadece cehaletten geliyordu, şahısların aydınlanması çoğu zaman nasihatle oluyor ve bu da onu defetmek için kâfî geliyordu. Şimdi ise, dine tevcih edilen saldırılar, cehalet yerine ilim ve felsefe hesabına yapılagelmektedir. Bu yüzden, Risâle-i Nurlar, îmân ve İslâm hakikatlerinin ve esaslarının, ilmî olaylara ve zamanın anlayışına en uygun şekilde mantık ve ispatçılık metodlarını ihtivâ eder. Modern ilimlerin fonksiyonunu tamamlar, bizi ilmin ve teknolojinin keşfettiği olaylardan Allah’ın isim ve sıfatlarının farkına varılmasına götürür. Eski âlimler îmânı ispatlamaktan çok mevcut îmândan istifade cihetine gitmişlerdi. Çünkü o vakitler ilim ve teknoloji henüz gelişmiş değildi. İnanmayanlar bütün bir kasabada ancak bir iki tane bulunurdu. İşte bu geçmişteki âlimler, İslâm prensipleri ve îmân esaslarını ispatlamaktan ziyade, kendilerini, îmân sahibinin imânını daha çok artırıp, onun manevî makam ve yükselme kazanması yoluna vakfetmişlerdi.

Fakat içinde bulunduğumuz zamanda inançsızlıktan gelen ruhî çöküntünün çok daha fazla yaygın hâle gelmesine, teknolojik ve ilmî esasların yanlış yorumlanmasından insanların imân ve dinî kaynaklarının zaafa uğratılması sebep olmuştur. Bu yüzden bugün ilme dinî açıdan çalışmak, dine de ilmî açıdan çalışmak lüzumludur. Diğer bir deyimle, biz dinî ve modern ilimleri beraber kombine ederek eğitim sistemimizi kurmalıyız.

İşte bu, Risâle-i Nur’un Kur’ân’ın âyetlerini, şimdiki ilmî buluşlar ve fizikî kanunlarla birleştirerek açıklamasındaki üstün metodunun tezahürüdür. Meselâ, Müslüman memleketlerde batılı zihniyette yetişmiş insanların çoğu, bazı Kur’ân âyetlerinin kasdettiği îmân esaslarını ve gizli mânâlarını anlayamadıklarından ve öğrenemediklerinden bu çeşit âyetlerin bu zamanda bir değeri olmadığı zannına kapıldılar, hatta istihzâya kadar gittiler. İşte Bediüzzaman, hücum edilen bu kabil âyetlere ehemmiyet verip, kuvvetli delil ve bürhan getirerek böyle safsatalı iddiâları çürüterek bertaraf etti.

Bu çeşit âyetlerin gerçek mânâları ve gizli hakikatleri, lâfız ve ibarelerindeki mânâlarından farklı şekilde bir izahat tarzını gerektirmiş olmaları yüzünden alelâde âlimler onları uygun olarak anlayamaz ve tefsir edemez. Bu yüzden, Bediüzzaman, daha çok bu tarzda isbat ve hüccet iktiza eden ve zamanın ruhî problemlerine merhem olacak âyetlerle iştigâl etti. Netice olarak onun muazzam eserlerindeki âyetlerin tefsirinde kullanılan metod, Kur’ân’ın tefsir-i bi’l-lâfız olmayıp tefsir-i bi’l-mânâsıdır.

Bediüzzaman bize bu tarzdaki âyetlerin çok derin ve gizli mânâlarının olduğunu belirterek, çıkartılan işaretlerle gelecekte meydana çıkacak keşiflere ait bilgileri ortaya koyar.

Meselâ, aşağıdaki bazı âyetlerin tefsiri, onun bu tarzdaki açıklamasına bir delildir.

“‘Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik ki, sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı’ (Sebe’ Sûresi: 12.) âyeti, ‘Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayerân ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir’ der. İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer, mâdem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş! Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisâniyle mânen diyor: ‘Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için, havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.’” (Sözler, s. 231)

İşte Bediüzzaman, bu âyetin kasdettiği mânâyı vererek, Kur’ân’ın, uçağın icadına nasıl işaret ettiğini belirtir.

Aynı tarzda Hz. İbrahim’in (as) kıssasını anlatırken: “Yâ nârü kûnî berden ve selâmen / Ey ateş! Serin ve selâmetli ol” (Kur’ân, 21: 69) âyetinin teknikte önemli yer işgal eden soğutma prensibine dair işaretine parmak basar.

Hazret-i Süleyman’ın (as) kıssasına ait olan bir âyeti, Bediüzzaman şu şekilde tefsir eder:

“Hem meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: ‘Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim’ olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet, ‘Semâvî kitapların esrârına vâkıf bir âlim ise, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm,’ dedi. Süleyman, Belkıs’ın tahtını yanında hazır görünce... (ilâ âhir)’ (Neml Sûresi: 40.) işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzâr etmek mümkündür.”3

Bu âyetten Said Nursî, şimdiki televizyona ve gelecekte ise eşyanın elektronlarla transferinin mümkün olacağına işaretler bulmuştur.

B. Laboratuvarvârî metod:

Bediüzzaman’ın değerlendirme sisteminin emsâlsiz görüşü, yazılarında gözlem ve inceleme prensiplerinin tatbikatını arz eder. Böyle bir metodun misâlini “Tabiat Risâlesi”nde belirtmiştir:

“İkinci muhal: Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudât, nihayetsiz kadîr, hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun, tâ o parça toprak, menşe ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak, içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise, nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani, müvellidülmâ (Hidrojen), müvellidülhumuza (Oksijen), karbon, azotun; intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber; hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve her şeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san’atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe ve bizzarure iktiza ediyor ki, o kâsede bulunan toprakta, mânen Avrupa kadar, mânevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.”

C. Şahsın eğitim yoluyla inkişafı:

Bediüzzaman İslâm dünyasının en dehşetli düşmanının zaruret, cehalet ve ihtilâf olduğunu teşhis etti ve bunun tedavisinin de ancak san'at, marifet ve ittifak düsturlarıyla mümkün olacağını şu sözlerle belirtti: “Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihâd edeceğiz.”4

Zamanımızın Müslümanının eğitilmesinin esas prensibinin, ona dinî ilimlerle modern ilimlerin birlikte öğretilmesi gerekçesi olduğunu zikretti. O, bu gerçeği aşağıdaki veciz ifadelerle ortaya koydu: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”5

II. CEMAAT TARZI

Said Nursî, zamanın cemaat zamanı olduğunu ehemmiyetle beyan etti. Tarikata karşı olmadığını, fakat İslâm dâvâsında onların hizmet tarzının bu asırda tesirli olamayacağını belirtti. Tarikatların şahsî mânevî makam kazanarak İslâmî hizmet tarzındaki ibadetler olarak kaldığını ifade etti. Fakat bu zamanda akıl ve hakikat yoluyla hizmet şeklinin meydana getirilmesinin zarûretini ortaya koydu.

Cemaatin, üzerinde duruşunun sebebi; en önemli hizmetlerde muvaffakiyetin cemaatin şahs-ı mânevîsine intisapla mümkün olmasıdır. Şahsî güç mahduttur, fakat cemaatin kuvveti ise sınırsızdır. Dev şirketlerin şahsî teşekküllere üstün oluşunu hepimiz biliriz. Çünkü şirketler tek vücut şeklindedir. Hiç bir şahıs doğrudan doğruya şirketin kaderini kontrol edemez.

Bugün İslâmî hizmet, tek bir şahsa münhasır kalmamalı, fakat kolektif bir çalışma gayreti şeklinde olmalıdır. Geçmişte şahsî gayret ve çalışmalar semere verebiliyordu, fakat bugün vazifelerin hemen hepsi kolektif çalışmayı gerektirir. Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde ayrı meslek ve meşrepteki cemaatlerin de nasıl çalışacağını ve birbirleriyle olan münasebetlerini belirtmiştir. Buna ait prensiplerden biri: “‘Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden ‘Hak yalnız benim mesleğimdir veyahut güzel, benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek...”

Dipnotlar:

3- Sözler, s. 233.4- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23. 5- Münâzarât, s. 127.

–Devam edecek–

Süleyman KURTER - Osman BİRGE

09.11.2007


Kedilerin DNA şifresi çözüldü, ya zikirleri?

Genome Research dergisinde çıkan araştırmada, Columbia’daki Missouri Üniversitesi’nde incelenen Cinnamon adı verilen kedinin DNA şifresinin üçte ikisinin çözüldüğü bildirildi. Böylece kediler, DNA’sı çözülen iki düzine hayvan arasına girmiş oldu. Kedilerdeki 200 kadar hastalığın insan hastalıklarına benzemesi sebebiyle kedinin DNA şifresinin çözülmesinin kedigillerin yanı sıra insan hastalıklarının tedavisinde ve yeni aşıların bulunmasında yardımcı olacağı belirtiliyor. (aa)

Bilim adamlarının, kedilerin DNA şifresinin üçte ikisini çözmesi, elbet büyük bir başarı. Bu gelişmenin, bazı insan hastalıklarının tedavisine yardımcı olacağının bildirilmesi ise, insanlık adına ayrı bir sevindirici husus.

Bediüzzaman Hazretleri, “hayvanların istidad dili bilinirse, çok tâifeleri var ki, karındaşları hayvanât-ı ehliye (evcil hayvanlar) gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler” derken, kimbilir belki DNA şifrelerinin çözümüne de işaret etmişti. Çünkü bu şifrelerin çözümü, hayvanları farklı özellikleriyle tanımak ve bu özelliklerinden istifadeyle önemli gelişmeler kaydetmek adına yeni ipuçları da sunuyor...

Aslında, Bediüzzaman, yıllar önce kedilerin daha farklı bir şifresini çözmüş ve onu da şöyle deşifre etmişti:

“..bir gün kedilere baktım; yalnız yemeklerini yediler, oynadılar yattılar. Hatırıma geldi, ‘Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?’ Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh (açık) bir sûrette, ‘Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm’ diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri, tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi, ‘Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa tâifesine mi âmmdır (geneldir)? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir mûterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?’ Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan (gerçi) onun gibi sarîh (açık) değil, fakat mütefâvit (farklı) derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette (başlangıçta) hır hırları arkasında ‘Yâ Rahîm’ fark edilir. Git gide hır hırları, mırmırları aynı ‘Yâ Rahîm’ olur. Mahreçsiz, fasîh (açık ve güzel) bir zikr-i hazin olur. Ağzını kapar, güzel ‘Yâ Rahîm’ çeker.”

Evet, Bediüzzaman, kedilerin zikrini çözmüştü.

Peki bu zikri işitmek sedece Bediüzzaman'a mı hastı, yoksa biz de duyabilir miydik?

Bunun cevabını da, yine kendisi veriyordu:

“Yanıma gelen ihvanlara (kardeşlere) hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, ‘Bir derece işitiyoruz’ dediler.”

Demek ki, dikkat kesilinirse, bir derece işitilebilir. Tıpkı üç boyutlu resmin ilk anda fark edilmeyip, dikkat edildikçe ortaya çıkması gibi. İlk önce, ‘Ya Rahîm’ zikri, mırmırlarının bir alt sesi olarak algılanıyor. Daha sonra mırmırları, aynı "Ya Rahîm" olarak işitiliyor.

Aslında, Bediüzzaman’ın zikir dilini çözdüğü, sadece kediler değil, bütün hayvanlar, hatta topyekûn varlık âlemi. Çünkü o, "muâmmâ-i hilkat" dediği, ‘âlemlerin yaratılış şifresini’ çözmüştü. Ve bu şifre, ona her şeyin şifresini de vermişti.

Bilim adamlarının genetik şifreleri çözmesi, fıtrata müdahale olmadığı ve insanlığın hizmetine vesile kılındığı sürece, elbette insanoğlunun büyük bir başarısı olarak değerlendirilmelidir.

Ancak unutulmamalıdır ki, insanoğlunun diğer ve belki de daha önemli bir görevi, varlıkların zikir dilini çözmek, en azından çözenlerin tefekkürünü örnek alarak kâinata o gözle bakmaktır. “Hiçbir şey yoktur ki, O'nu övüp tesbih etmesin” (İsrâ Sûresi: 44.) âyeti de, mânen bunu emretmiyor mu?

İsmail TEZER

09.11.2007


“İhlâs sahibiydi”

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bildirdi ki:

Allah Teâlâ kulundan râzı olduğu vakit ölüm meleğine, “Var git, falan kulumun ruhunu bana getir. Onu rahatlandırayım. Yaptığı ameli yeter. Onu ben çeşitli denemelerden geçirdim. Her dâim kendisini istediğim ve sevdiğim tarafta buldum” buyurur.

Ölüm meleği de her birerlerinde zaferan ve çeşitli kokulu otlar bulunduğu halde beş yüz melekle gelir. Her biri ayrı ayrı müjdelerle adamı tebrik eder ve müjdelerler. O ruhun bedenden ayrılması için, ellerinde güzel koku bulunan melekler iki saf halinde ve ayakta beklerler.

İblis onların bu halini görünce hemen elini başına koyarak, “Vay bana!” diye feryadı basar.

Bunu duyan askerleri, “Efendimiz! Size ne oldu?” diye sorduklarında İblis, “Şu adamın şu büyük mevkie sahip olmasını görmüyor musunuz? Nerede idiniz de bu adamı azdırmadınız?” diye çıkışır.

Bunun üzerine askerleri, “Çok çalıştık! Fakat ihlâs sahibi idi, korunuyordu. Tesir edemedik!” derler.

(İhya, 4/831)

Süleyman KÖSMENE

09.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri