Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hakimin önceliği devleti korumak değildir

Türkiye’de yapılan hukuk kuralı değişikliklerinin uygulamayı değiştirip değiştirmediği sürekli tartışılmıştır. Hukuk kuralı değişikliği ile son tahlilde kuralın uygulanmasından başka bir şey olmayan yargı kararının da değişmesi gerekir, doğru olan budur.

Son olarak, kısa bir zaman önce, YÖK Başkanı Sayın Teziç’in ifadesinde görüldüğü üzere, “başörtüsü yasağı bir yargı içtihadıdır, anayasayı değiştirmekle değişmez, ancak bir içtihat değişikliği gerekir” mealindeki sözler, bu anlayışı ortaya koymaktadır. Böyle bir anlayış yeni de değildir. Hatırlanacağı üzere, 1980’li yılların sonunda Türk Ceza Kanunu’ndaki 141, 142 ve 163. maddeler yürürlükten kaldırıldığı zaman düşünce suçlarının önemli ölçüde sınırlandığı sanılmıştı. Ancak, bu maddelerin ceza kanunundan çıkartılmasını “doğru bulmayan” yargıçlar, daha önce pek uygulaması olmayan 312. maddeyi yürürlükten kaldırılan hukuk kuralları yerine ikame etmişlerdir. Günümüzde 301. maddeyle ilgili tartışmalar aynı çerçevede sürmektedir. Yargı mercilerinin hukuk kurallarındaki değişiklikleri “kaale almaz” oluşu o kadar ileri bir noktaya varmıştır ki; Danıştay, bir kararında, anayasada yapılan değişikliği yok farz etmiş, beş yıl önce yürürlükten kaldırılan metni açık bir şekilde kararında kullanmıştır. Bunun anlamı açıktır, daha olayı tam olarak incelemeden, olaya uygulanacak mevzuat hükümlerini belirlemeden zihninizde oluşmuş bir “karar” varsa, o zaman, mevzuatın ne olduğu önemsiz hale gelmektedir.

Hukukun göz ardı edilişi

TESEV’in ‘Yargıda algı ve zihniyet kalıpları’ başlıklı çalışması, şimdiye kadar dolaylı yollardan elde edilen bu kanaati yerli yerine oturtmaktadır. Yargıçlar, hukuk kurallarının uygulanması yoluyla adalet dağıtılması amacının dışında, öncelikle “devletin korunması” ile kendilerini görevli addetmektedirler. Çünkü, onlara göre, “önce devlet gelir”, “devlet olmazsa hukuk olmaz”, “devlet olmazsa demokrasi olmaz”, “devlet olmadıktan sonra bireysel özgürlük hiçbir işe yaramaz”. Bu sebeple, “devleti korumaya çalışırken adil olmayabilirsin, adaletten sapabilirsin”, “ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem”. Kısaca, “hepimiz devletimizi seviyoruz, devletimizin güvenliği konusunda azami özeni, dikkati göstermek durumundayız”. Görüşmeye katılan yargıçların çoğunluğu yaptıkları işle ilgili tutumlarını böyle ifade etmektedirler. Bu görüşler yüksek yargı organlarının başkanları tarafından da yakın zamanlarda dile getirilmektedir: Yargıçlar tarafsız olmalı; ama devletin, devletin niteliklerinin tarafıyız... Yine yargıçlar, “insan haklarının abartıldığını” düşünmekte, “insan hakları devletin güvenliği açısından tehdit oluşturabilir mi” sorusuna çoğunlukla (% 51) “evet” cevabı vermektedir; “hayır” diyenler ise % 28’dir. “Yargılama sırasında ulusal çıkarlar dikkate alınmalı” diyenlerin oranı da % 41’dir. Azınlıkta kalanlar (bunlar daha genç yargıçlar olmalı) tarafından beyan edilen ümit verici görüşler olduğunu da belirtmek gerekir.

Yargıçların hukuk kurallarını adil bir şekilde uygulamak dışında kendileri için başka amaçlar belirlemesi Türkiye için yakın zamanlarda ortaya çıkan bir felsefe olmalı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra gelişen ortam içinde, başta yüksek mahkemeler olmak üzere yargıçlara “devleti koruma ve kollama” görevi yüklenmiştir. Yassıada’da Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, bakanları ve siyasetçileri yargılayan mahkeme, bir operasyonel görev yapıyordu. Yargılananların cezalandırılması “emredilmişti”. Nitekim mahkeme başkanı, “sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” diye hitap edecektir darbe ile devrilmiş Başbakan’a. Görevlerinin “devleti korumak ve kollamak” olduğuna inanıyorlardı. Türkiye’nin Meclis’ini yargılayan, “tabii hakim” ilkesine aykırı olarak kurulmuş bu mahkemenin yargıçları, daha sonra yeni kurulan Anayasa Mahkemesi’nin ilk üyeleri olacaktır. Özellikle, 28 Şubat sürecinde, sonradan önlerine gelecek davalarla ilgili olarak bilgilendirilmek üzere askerlerden “brifing” almakta, hep beraber marşlar söyleyerek alkış tutmakta mahzur görmeyen yargıçlar, yaptıklarının yine “devleti korumak ve kollamak” amacına matuf olduğu inancını taşıyorlardı. “Devleti korumak ve kollamak” bir ideolojik kılıftır; mutlak manada devleti koruma fikrine kimsenin bir itirazı olamaz. Ancak devleti korumanın tamamen keyfî, kişisel değerlendirmelere kalmış, durumdan vazife çıkartılarak icra edilecek bir iş olmadığını bilmek gerekir. Yine TESEV çalışmasına katılmış yargıçlardan birinin ifade ettiği gibi, “benim tek önceliğim adalettir ve ben adaletin hakimiyim... Devletin kendini koruması için o kadar çok aygıtı var ki, o kadar çok yöntemi var ki”. Yargıcın hukuku uygulaması, adaletle karar vermesi devleti koruyacaktır; devlet, hukuk kurallarının adil bir şekilde uygulanması ile korunur ve kollanır.

“Yüksek yargı oligarşisi”

Yargıçların kendilerini, TESEV çalışmasında tespit edildiği gibi, bir tür “memur” olarak görmeleri sorunun temelini oluşturmaktadır. Yargı bir bürokratik kurum haline gelmiştir. Hukuk sistemi içinde yargıcı yücelten, vicdanına atıflar yapan, kanaatine değer veren kurallar bürokratik işleyiş içinde bir mânâ taşımamaktadır. Yargıç, hukuk kuralına, olayın özelliklerine, tarafların iddia ve savunmalarına, vicdanî kanaatine değil, Yargıtay’ın uygulamasına göre karar vermeyi tercih etmekte; çalışmadaki güzel ifade ile “yüksek yargı oligarşisi”ne tabi olmayı seçmektedir. Vermiş olduğu karar temyiz aşamasında Yargıtay tarafından bozulan yargıçlardan hemen hemen tamamı, kendini, kararında “ısrar” yerine Yargıtay görüşüne uymak zorunda hissetmektedir. Hukuk sistemi, bozulan kararında “ısrar” eden yargıcı, Yargıtay dairesi ile eşdeğerde tutup, ısrar kararının Yargıtay genel kurullarında incelenmesini benimsemiş ve böylece ısrar kararlarına özel bir değer atfetmişken, yargıçların ürkek davranması tam bir “memur” zihniyetinde olduklarını göstermektedir. Bu bürokratik yapı içinde, verdiği karardan bu kadar kolay dönen, Yargıtay’ın bozma kararıyla “hidayete eren” yargıçların meslekî kişilikleri yerleşememektedir. Yine 28 Şubat sürecinde birçok yerel mahkeme kararı Yargıtay tarafından akıl almaz gerekçelerle bozulurken, yargıçların tamamına yakını eski kararlarından vazgeçmiş, Yargıtay kararına uymaya çalışmıştır. TESEV çalışmasında yargıç kimliği ile ilgili kısmın daha da derinleştirilmesi ve daha yaygın bir çalışma ile desteklenmesi verimli bir tartışma ortamı sağlayacaktır.

Çalışmanın en önemli bölümlerinden biri, yargılamada failin kimliğinin etkisi ile ilgili olanıdır. Gerçi bu bölüm anlaşılır sebeplerle ayrıntılı olamamıştır. Kendisiyle görüşülen hiçbir yargıç, failin kimliğinin etkili olduğu fikrini kabul etmeyecektir; bu konuda genel geçer yaklaşımları tekrarlayacaktır. Raporun “devlete karşı suçlar-devlet görevlilerinin suçları” başlıklı bölümü “failin kimliği” bölümüyle bütünlük taşımaktadır. “Devlet”in “tehdit algılamaları” ile failin kimliği konusundaki yargıç tutumları karşılaştırılmalıdır. Birbiriyle tamamen aynı iki davada arka arkaya verilmiş birçok yargı kararında sadece failin kimliği ile açıklanabilecek farklı kararlar görülmektedir. “Tehdit algı”ları kendini devleti korumakla görevli bir memur olarak düşünen yargıçları failler karşısında farklı tutumlara sahip kılmaktadır. Yargıçlar hukukun kesinlik taşıyan, objektif ve tarafsız yüzünden ziyade yorumlarla esnetilmiş, göreceli ve sübjektif yaklaşımlara yatkın görünmektedir. Mesela, bir yargıç, “insan hakkı tanımı günümüzde belli etnik grupların hakları anlaşılıyor. Yoksa sıradan, dürüst, devletine bağlı, topluma bağlı yani medeni insan, uygar insan dediğimiz insanın hakları tam anlamıyla tanımlanmıyor ya da onu kastetmiyor... İnsanı önce bir tanımlamak lazım... O insan bir taraftan hakları olan, bir taraftan ödevleri olan insan...” demekte, meseleyi insan tanımına kadar götürmektedir. Yargıcın zihniyet dünyası daha önce eski bir cumhurbaşkanı tarafından da dile getirilmişti: “Laik olmak insan olmak demektir.”

Yargı reformu tartışmaları yargıçların zihniyet dünyasını anlamadan doğru bir zeminde yürütülemez. Türkiye, yargının teşkilatlanması, malî imkânları, yargıç sayısı gibi konulardan çok daha fazla yargıcın zihniyet dünyasına ve yargıç kimliğine eğilmek zorundadır. Hukuka ve demokrasiye, millete karşı gerçekleştirilen darbeler yargıçların zihniyet dünyasını deforme etmiştir; onları politik tutumlar içine sokmuştur. Ülkenin bütün vatandaşları gibi, yargıçları da bir siyasî görüş taşıma, hayatlarını bir dünya görüşü, bir siyaset anlayışı içinde yaşama hakkına maliktirler. Ancak yargıçları diğerlerinden ayıran husus, karar verirken adalet ideali bakımından tartışılır derecede, bu siyasî görüşlerini kararlarına yansıtmaktan kaçınma mükellefiyetleridir. Bu elbette kolay bir iş değildir; ancak yargıç olmak böyle bir zorluğu tahammül kudreti icap ettirmektedir.

Zaman, 1.12.2007

Doç. Dr. Mustafa ŞENTOP

02.12.2007


 

Akademik özgürlük ve YÖK

Bir çoğumuz Türkiye’de akademik özgürlüğün son derece sinirli olduğundan şikayet ederiz. Bu şikayetimizde haklıyız da. Ama acaba bununla neyi kastediyoruz? Ayrıca, akademik özgürlük ve üniversite özerkliği terimlerini sıkça kullanan ve bunlardan hareketle Türkiye’deki yüksek öğretim sistemini eleştirenler, gerçekte bu kavramların temsil ettiği değerlere ne ölçüde bağlıdırlar? Neden acaba, bugünkü ‘YÖK düzeni’nin efendileri akademik özgürlükten değil de sadece üniversite özerkliğinden –arada sırada da olsa- söz ederler?

Türkiye’de her ne kadar “üniversite özerkliği” terimi hem gündelik dilde hem de akademik çevrelerde çok daha yaygın olarak kullanılıyorsa da, burada asıl terim hiç şüphesiz “akademik özgürlük” olmalıdır. Çünkü, düşünce ve ifade özgürlüğünün bir uzantısı olan akademik özgürlük üniversite özerkliğinden hem daha kapsayıcıdır, hem de kendisine göre bir araç-değer konumunda olan özerkliğin amacını oluşturur.

Akademik özgürlük aslında üniversitelerde araştırmanın ve ifadenin özgür olmasıdır; üniversitelerin ve bilim insanlarının üniversitelerde istedikleri konuda araştırma yapabilmelerini ve araştırmalarının sonuçlarını serbestçe açıklayabilmelerini gerektirir. Üniversite özerkliği de aslında bunun için vardır; onun için, bu amaca hizmet etmeyen kurumsal özerklik değersizdir. Böyle bir özerklik ya sadece bir bilim adamları “aristokrasi”sinin ortaya çıkmasına hizmet eder, ya da üniversite adına yetki kullananların sultasıyla sonuçlanır.

AKADEMİK ÖZGÜRLÜK NİÇİN DAHA ÖNEMLİDİR?

Akademik özgürlük, öncelikle devlete karşı bir özgürlüktür. Buna göre, kamu otoriteleri (üniversitenin kendisi dahil) akademisyenlere neyi araştıracakları konusunda emir ve talimat veremez, onlara görüşleri nedeniyle mueyyide uygulayamaz ve akademik yayınları sansür edemezler. Akademik özgürlük aynı zamanda topluma ve politik örgütlere de karşıdır; bilim adamı/kadını toplum tarafından genel kabul görmeyen, hatta tepkiyle kaşılanan konularda da araştırma yapabilir; toplumu rahatsız eden bulgu ve görüşlerini serbestçe açıklayabilir. Ayrıca, başta siyasi partiler olmak üzere, hiç bir politik örgüt de akademik çalışmalara müdahale edemez.

Türkiye’de bu konuda asıl kavram olan “akademik özgürlük” yerine “üniversite özerkliği”nin daha popüler olduğunu belirttim. Bizim ülkemizde neden akademik özgürlüğün pek adı geçmez de herkes üniversite özerkliğinden söz eder? Sadece devletin değil üniversite yöneticilerinin –hatta akademisyenler- bile üniversite özerkliği terimini “akademik özgürlük”e tercih etmeleri şaşırtıcı görünse de sebepsiz değildir. Böylesini tercih ederler, çünkü bu iki tarafın da işine gelmektedir.

Kurumsal özerkliği öne çıkarmak üniversite yöneticilerinin işine gelir; çünkü onlar için asıl önemli olan üniversitelerin akademisyenler için özgür araştırma ve düşünce mekanı olması değil, kendi iktidarlarının garanti altında olmasıdır. Onlar özerklikten, kendi iktidar alanlarına kimsenin –özellikle de “millet” adına kamu siyasetlerini belirleme yetkisine sahip olanların– dokunmamasını anlıyorlar. Onlara göre, özerklik topluma karşı hiç bir sorumluluk duymamak ve dolayısıyla toplum adına işgören demokratik kurumlar önünde hiç bir şekilde hesap vermemek demektir. Böylece, üniversite özerkliği onun yöneticilerine tam bir “başına-buyrukluk” imtiyazı sağlamaktadır.

Bu iktidar iştahı yüksek öğretim sistemimizin efendilerine akademik özgürlüğü de önemsiz gösterir. Onları ilgilendiren, üniversitelerde ne kadar araştırma özgürlüğü olduğu ve öğretim üyelerinin ifade özgürlüğüne sahip olup olmadıkları değil, kendi saltanatlarıdır. Nitekim günümüz YÖK’cüleri bile üniversite özerkliğinden hiç değilse arada sırada bahsederken, akademik özgürlüğü zinhar ağızlarına almamaktadırlar. Çünkü, resmi tezlere bağlı kaldıkları ve kendi egemenlik alanlarında bunların dışına çıkılmamasını sağladıkları sürece saltanatları devlet nezdinde garanti altındadır ve akademik özgürlüğü dert edinmelerine de gerek yoktur. Türkiye’nin yükseköğretim bürokrasisi, ayrıca, keyfilik ve hesap sorulamazlıkla sonuçlanan bu sahte özerklik anlayışını yaygın ve yerleşik hale getirmekte de elhak başarılı olmuştur.

ÜNİVERSİTELER DEMOKRATİKLEŞMELİ

Devlet de “üniversite özerkliği”ni akademik özgürlüğe tercih eder; çünkü üniversitelerin araştırma gündemi ve müfredatı resmi tezlerin dışına çıkmadığı ve resmi doğrular sorgulanmadığı sürece, devletin “özerk” üniversitelerden şikayet etmesine gerek yoktur. Hatta, resmi görüş ve tezlere sadık kalmaktan başka bir esaslı kaygısı olmayan üniversite yönetimlerinin keyfi ve sorumsuz tutumu bir açıdan “iyi”dir de; çünkü bu devleti değil, olsa olsa demokratik çoğunlukları ve hükümetleri rahatsız edebilir. Başka bir anlatımla, devletten bağımsızlık talebi olmayan “özerk üniversite” demokratik iktidarların denetiminden sıyrılabilmek için resmi tezlere yaslanma imkanına sahiptir.

Bu durumda, Türkiye’de üniversiteyle ilgili olarak demokrasi ilkesinin de yanlış anlaşılmasına şaşırmamak gerekir. Nitekim, genellikle şöyle düşünülüyor: Demokratik üniversite, yöneticileri öğretim üyelerince seçildiği sürece, her konuda kendi istediği gibi davranabilen, başına buyruk bir üniversitedir. Yine sanılmaktadır ki, kendini toplumsal çevresinden ve ülkenin demokratik kurum ve mekanizmalarından soyutlamış olan üniversite sistemi, rektörleri ve dekanları öğretim üyeleri tarafından seçilmekle demokratikleşmiş olur. Oysa demokratiklik üniversitenin toplumla ve onun demokratik temsilcisi olan kurumlarla ilişki halinde olmasını ve gerektiğinde demokratik yollardan hesap vermesini gerektirir.

Ayrıca, üniversitenin demokratikliği seçim mekanizmalarının herhangi bir ilkeye dayanmaksızın üniversite sisteminin her yerinde uygulanmasını değil, fakat idari işlerden tamamen ayrılmış akademik işlerin üniversitelerin bölümleri düzeyinde doğrudan doğruya öğretim üyeleri tarafından kararlaştırılmasını gerektirir. Yetkisi, idari konularla sınırlı olduğu sürece, üniversite yöneticilerinin seçimle veya başka bir yolla gelmesinin önemi yoktur. Kaldı ki, üniversiteler demokratik olmadan da, özerk olabilirler. Bunun ille de, Türkiye’nin cari YÖK sisteminde olduğu gibi, keyfilik, başıbozukluk ve sorumsuzluk şeklinde ortaya çıkması gerekmez.

Bugün YÖK’ün başkanının ve üyelerinin kimler olacağı önemli olabilir. Ama daha da önemli olan, özerkliği ve demokratikliğiyle, akademik özgürlüğü garanti eden bir üniversite sistemi oluşturabilmektedir. Türkiye’nin bu konudaki acil ihtiyacı üniversiteleri devlet kilisesi olmaktan çıkarmak ve onları gerçekten “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” zihinlerin mekanları haline getirmektedir.

Yeni Şafak, 1.12.2007

Prof. Dr. Mustafa ERDOĞAN

02.12.2007


 

Askerî mahalle baskısı

Amasya’da dört öğrenci “Arkadaş baskı”sına maruz kalmışlar. Gazetelerimiz tepkili: İşte mahalle baskısı ispatlandı!

Evet, ispatlandı, onu önlemeliyiz! Kimse baskı altında kalmamalı.

Hadi gelin bu mantığı bir başka yerde kullanalım. Askeri alanda...

Önce Cumhurbaşkanı Gül’e yönelik “medya baskısı” na bakalım, değil mi?

YAŞ kararlarını imzalayacak mı?

Yoksa askerlerle arasında bir kriz mi doğacak?

Eşini asker muhitinden uzak tutuyor. Resepsiyonlar eşsiz oluyor. Bu noktada asker tavrı Cumhurbaşkanının hayatını kısıtlıyor.

Bunlar askeri mahalle baskısı ama önemsiz! Daha ötesi var.

YAŞ kararlarıyla atılanlar nasıl atılıyor, sorgulanmalı mı?

İşte bir sahne: Bir orduevi. Bir masa. Subaylar oturmuş. Subaylar farklı rütbelerde... Sicil amiri komutan da aralarında. Subaylardan biri içki kullanmıyor. Sebep: Sağlık veya inançlarına aykırılık. İçki kullanmayan subay endişeli. İçki kullanmadığı bilinirse canı yanacak. İsmi bir YAŞ kararına girebilir. Bir karambol olsa da içki içmeyebilse ve içki içmediği dikkat çekmese... Herkes garsona içki ısmarlarken, o, başka bir şey söylüyor. Bu arada sicil amiri komutanın gözü onda veya herkeste. Acaba kim nasıl davranacak? “İçki kullanmayanlar” yani “ muhtemel irticacılar” listesine kim girecek? Komutan bir hamle yapıyor: Herkese benden rakı! Rakı özel seçilmiş bir içki. Kamufle edilmesi zor. Kırmızı şarap dense, belki vişne suyu ile kamufle edilecek. Rakılar geliyor. Sulandırmalı mı sulandırmamalı mı? Sulandırmazsanız, su ile takas yapabilirsiniz. Ama komutan bırakmıyor: “Ne o ....Binbaşım, susuz mu götürüyorsunuz? Oooo, epey mesafe almışsınız.” Yoo tutmadı... Rakıyı sulandırıyorsunuz. Bu masadan içmeden kalkmak zor. YAŞ kararlarına isminizin girip girmemesini önemsiyorsanız.

Bu ne?

Orduevinde mahalle baskısı...

Askeri lojmanlarda da mahalle baskısı vardır, hiç kuşkunuz olmasın.

Bir emekli general, “TSK’da gümüş yüzüklü kimse kalmadı” diye bir açıklama yapmıştı. Ne olmuş da gümüş yüzüklerin başına bu iş gelmiş?

-Bir subayın eşi başörtülü olabilir mi?

Bu soruyu sormak bile nasıl bir baskı ortamı oluşabileceğinin göstergesi değil mi?

-Parmağınıza alyans takmalı mısınız takmamalı mısınız?

-Evlenmeli misiniz, evlenmemeli misiniz?

-Evlenirken eşinizin başörtülü olup olmamasına, daha doğrusu başörtülü bir eşle evlenmemeye itina etmeli misiniz, etmemeli misiniz?

-Eşiniz başörtülü ise askeri lojmanlarda kalmalı mısınız, kalmamalı mısınız?

-Askeri lojmanlarda kalmamak bir şüpheyi davet ediyorsa ne yapmalısınız?

-Eşiniz eskiden başörtülü idi,YAŞ kararı ile ihraç baskısından bunaldınız ve eşinize başını açtırdınız, buna rağmen, eski kayıtlar silindi mi silinmedi mi? Siz hâlâ kuşkulu personel misiniz değil misiniz? Bu endişeden kurtulabilir misiniz?

-Başörtülü eşinizden “resmen” boşandınız, acaba sakıncalı olmaktan kurtulabildiniz mi?

-Çocuğunuzu hangi okulda, hangi dershanede okutuyorsunuz?

-Eşinizin başını açtırdınız ama, ya kız çocuğunuzun kılık kıyafeti nasıl?

-Pantolonunuzun dizinde secde izi var mı?

-Siz devamlı bir namaz kılıcı mısınız?

Bütün bunlar, askeri alanda nasıl bir mahalle (ya da garnizon) baskısı olduğunu anlatmıyor mu? O zaman siz bir vicdan doktoruna başvurun.

YAŞ kararıyla atılmalarda, “Kimin suçu nedir?” sorusunu sormak neden abes olsun? “Biz attık, biz her şeyi doğru yaparız, ya askeri mahkeme bizim kararımızı bozarsa, o zaman Orduda disiplin ne olur?”

Bu mantığın hukuk devletinde işi var mı?

Herkese hukuk olsun ama YAŞ’a hukuk olmasın! Söylenmek istenen bu mu?

Bir soru: Oramiral İlhami Erdil YAŞ kararıyla atılmamıştı.

Sonradan yolsuzluk sebebiyle rütbeleri söküldü, ceza evine girdi. Acaba İlhami Erdil’in kaç kişinin YAŞ kararıyla atılmasında imzası vardır?

Eskiden hep şerh koyan Gül, Cumhurbaşkanı olarak YAŞ kararlarını onaylasın onaylamasın, o, sayın Gül’ün dramı olarak tarihe geçer, ama oradaki hukuksuzluk ortadan kalkmaz. (Yeni Asya’nın notu: Bilindiği gibi, Gül ihraçları maalesef onayladı...)

Bugün, 1.12.2007

Ahmet TAŞGETİREN

02.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri