Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Tören ve protokol çilesi

Evvelki gün televizyonlara dün de kimi gazetelere haber konusu olan okul açılış töreni önemli bir problemi tekrar hatırlatmış oldu.

Birçok konuda radikal değişime imza atan hükümetin bir an önce müdahale etmesi gereken konuların başında bu protokol ve tören problemi gelmektedir.

Tören yapılacak diye yapılan dünyanın masrafı/israfı ve insanların çektiği eziyete dur demenin zamanı çoktan geçti..

Kars’taki okul açılışı bunun son örneği.

Basına yansımayan nice eziyetler var.

Biz öylesine törenlere boğulmuşuz ki törenin şekli amacını aşar hale gelmiş. Tek insan yetiştirmek için eski komünist ülkelerin bile bıraktığı şekilci törenlerle kendimizi tatmin ediyoruz.

En küçük toplantıda bile saygı duruşu istiklal marşına buyur ediliyor.

Bir sokak başında tören yapılıyor istiklal marşı okunuyor törene iştirak küçük kalabalık saygı dururken vatandaş işine gücüne devam ediyor. Törene gelenlerin çoğu zaten devlet memuru olduğu için zorunlu gelmiş, asıl halk ise ne olduğunu bile anlamıyor çoğu kez. Çünkü kendisi çile çekerken yapılan törenleri tabiatıyla benimsemiyor.

Saygı duruşunun da istiklal marşın da bir anlamı kalmıyor.

Bu iş o kadar çığırından çıktı ki en olmaz yerlerde istiklal marşı okunması işgüzarlığı bir yığın hataya da sebep oldu. Marşı söyleyemedi diye nice bürokrat tedib edildi. Sonunda çare İstiklal marşı kaseti ya da CD’sinde bulundu.

İstiklal marşı okunmalı. Yerinde ve zamanında.

Hele bazı bürokratların törenlerde geçirdikleri vakitler. Yok domates dikimi, yok patates sökümü, yok karşılama töreni gibi hiçbir katma değeri olmayan törenlerde gezen müdürlerin çalışacak zaman bulamadıkları şikayetlerini bizzat dinlemişimdir.

Fetih, kurtuluş ve bayram trenlerinde ana caddelerin trafiğe kapatılması ise ayrı bir ilkellik.

Mesela bazı törenler için İstanbul Turgut Özal (Vatan) Caddesi’nin trafiğe kapatıldığı törenleri bir hatırlayınız. İstanbullu ne çileler çeker. Bu törenler yapılmasın demiyorum. Yapılsın yapılmalı da. Ama vatandaşın hayatınıolumsuz etkimeyecek alanlarda yapılmalı. Tören yaparken vatandaşın tepkisi çekilmemeli.

Mesela miting alanları konusunda eskiye oranla bir iyileşme var. Eskiden üç beş kişi miting yapıyoruz diye ana caddeyi kapatır o bölgede hayatı felç ederlerdi. Sonraları trafiğin daha az etkilendiği alanlar tespit edildi problem tamamen çözülmedi ama eskisine göre daha iyi de oldu.

Ya o protokol rezaleti.

Bizde padişahlık kaldırıldı ama maşallah bürokratlarımız padişahtan daha padişah. Lüzumsuz makam araçları gereksiz korumalar beylerin geçişi için trafiği kilitlemeler.

Bunlar henüz gelişmediğimizi gösteren ilkellikler.

1990 ile 2000 yılları arasıda yakaşık 10 yılımın neredeyse yarısı Avrupa’nın farklı ülkelerinde geçti. Ne bir başbakanın geçişini ne bir bakanın trafikteki seyrini görmedim. Farklı plakalara da neredeyse hiç rastlamadım.

Memuruna maaş işçisine ücret ödeyemeyen birkaç bin nüfuslu belde belediye başkanlarının altında bile resmi plakalı lüks makam otomobilleri her halde bize mahsus bir özellik!

Neyse biraz uzattık galiba. Demem o ki okul açacağız diye o mini minnacık çocukların soğukta döktükleri göz yaşını hiçbir tören ve protokol telafi edemez.

Siz icraat yapın törene gerek yok vatandaş neyin nereden geldiğini bilir ve vefasızlık etmez..

Büyük devlet büyüklüğünü törenlerle değil icraatlarıyla gösterir.

Vatandaşı sefalet içindeyken devletin yaptığı büyük törenler o devletin büyüklüğünü değil ilkelliğini gösterir.

Görkemli ya da çok tören yaparak büyük olunmuyor.

Vatandaşı ferdi özgürlüğe sahip, milli gelirden payına düşen miktar yüksek, kültür düzeyi ileri, yargısı adil, toprağı işlenmiş, zenginlikleri değerlendirilmiş, üniversitesi ilim, sanayisi teknoloji, sanatçısı dünyaca makbul sanat üreten ve pasaportuna herkesin vize istemediği, vatandaşlarının dışarıda da saygı gördüğü ülke büyük ülkedir.

Yeni Şafak, 4.12.2007

Resul TOSUN

05.12.2007


 

Din özgürlüğüne devrim kanunu engeli

Hükümet, Avrupa Birliği’nden gelen ciddi bir baskıyla karşı karşıya. Baskının haksız ve yersiz olduğunu söylemek de kolay değil. Baskı, Kopenhag Kriterleri’nin henüz yeterince yerine getirilememiş olmasından kaynaklanıyor ve bu kez sorun demokratikleşme veya ifade özgürlüğü gibi ‘sol’ konularda değil de, ‘din ve vicdan özgürlüğü’ gibi geleneksel olarak ‘sağ’ın alanına giren bir konuda.

Mesele kabaca şu: Türkiye, dini cemaatlerin kendi kendilerini yönetmesine ve kendi dinlerini veya felsefi inançlarını serbestçe uygulayıp, ibadetlerini yapabilmesine izin verecek mi vermeyecek mi?

Baştan söyleyeyim, izin vermeyi isteseniz bile bu kolay değil, çünkü tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili devrim kanunu buna engel.

Son günlerde çokça konuşulan ‘Alevi açılımı’nı da bu bağlamda görmek lazım. Alevilerin bu ülkede gördüğü muamele ile diyelim emekliliğinin son dönemini güneşli bir ülkede geçirmek için Alanya’ya göç etmiş Almanların, Hollandalıların vs. durumu arasında temelde bir fark yok.

Görünüşte bireylerin dinlerinin gereğini yerine getirmelerine bir engel yok. Ama cemaat olduklarında iş değişiyor.

Bir AB ülkesinin büyükelçisi sohbet sırasında yakınmıştı. Kendi vatandaşları Alanya’da kilise açmak istiyor, belediye de onlara yer gösteriyordu kilise için ama kiliseyi bir türlü açamıyorlardı. Sorunu aşmak için büyükelçi de devreye girince, onlara ‘kültür merkezi’ açmaları önerilmişti. Yani, ilgili cemaat bir dernek kuracak, dernek de parasıyla arsa alıp üstüne kilise kuracak ama kapısına ‘Kültür Merkezi’ yazacaktı. Bu arada kilisenin din görevlilerinin maaşını da dernek ödeyecekti.

Biz Türkler böyle dolambaçlı yollara alışkınız, hatta bunları belki tercih bile ederiz ama Avrupalılar kendilerine ‘resmi muvazaa’ önerilmesini anlayamamışlardı ve bunu yapmak istemiyorlardı. Kiliselerini kilise olarak kurmak, din görevlisine maaşı da cemaat tarafından ödemek istiyorlardı.

Çünkü biz dini, o da İslam’ın Sünni versiyonunu, merkezi bir otorite tarafından denetleyen bir ülkeyiz. Bizde Diyanet İşleri Başkanlığı özerk bile değil, doğrudan Başbakanlığa bağlı, fazlasıyla merkezi bir otorite.

Diğer dinler ve inanış biçimleri hiç düşünülmediği için, Diyanet’e bağlı olmayan bir ibadethaneyi hayal bile edemiyoruz. Zaten öyle bir ibadethane açmak türlü çeşitli yasalara aykırı.

Alevi inancına sahip yurttaşlarımızın yıllardır Diyanet’ten şikâyetlerinin temelinde bu olgu yatıyor. Diyanet’in Sünni olmayan din görevlisi sayısı yok denecek kadar az. Hıristiyan din görevlisi ise yok.

Şimdi, yapılacağı söylenen ‘Alevi açılımı’ da geliyor, buraya dayanıyor. Ya Diyanet Alevi dedeler de istihdam edecek. O zaman Alevi toplumu bunu ne kadar benimseyecek belli değil. Ya da cemevlerini Diyanet’in görev alanının dışına çıkarabilen bir düzenleme yapılacak, böylece Türkiye’ye yerleşen Hristiyanların sorunları da çözülebilecek.

Ama bence ikinci ihtimali hukuken gerçekleştirmek deveye hendek atlatmaktan daha zor; çünkü bir devrim yasası bu yolu kapatıyor. Devrim kanununu kaldırmak imkânsız ya, hadi diyelim bu kanuna aykırı bir kanun yaptınız, Anayasa Mahkemesi de bir şey demedi, bu kez Sünni cemaatler de aynı kanundan yararlanacak ve Diyanet dışı camiler belirmeye başlayacak, ‘İrtica patladı’ haberleri art arda gelecek.

Yani yukarı tükürseniz bıyık, aşağı tükürseniz sakal...

‘Diyanet’i özerk yapıp bütün dinlere ve inanışlara aynı anda hizmet vermesini sağlayacağız’ deseniz size inanırlar mı, inansalar bile ‘Biz kendi cemaatimizle kendi din hizmetimizi kendimiz vereceğiz’ demekten vazgeçerler mi? Neden geçsinler?

Görüyorsunuz, bizim her işimiz böyle.

Dünya standartlarıyla ‘Cumhuriyet’in özel şartları’nı uzlaştırmak kolay değil.

Radikal, 4.12.2007

İsmet BERKAN

05.12.2007


 

Ankara uyan artık!

Koskoca bir 2007 yılını, seçimler nedeniyle kaybettik. Önce, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yaşanan karmaşa gündemi kapattı. Ardından, genel seçimler kapıya dayandı. Sonuçları kimse önceden tahmin edemedi. Ne AK Parti, ne de muhalefe, sandıktan neyin çıkacağını görebildi.

Özellikle, AK Parti’nin beklentisi son derece cılızdı. Durum böyle olunca da, oy kaybettirecek potansiyelde hangi politika var idiyse kepenk indirtti. AKP’nin korkusu, MHP ve CHP’nin Avrupa Birliği üzerinden politika yapmaları ve kabaran milliyetçilik rüzgarıyla oylarını arttırmalarıydı. Sonuçta, AB ile ilgili bütün kapılar kapatıldı. Reformlar durdu. AB konusu, köşe bucak kaçılan bir tabu haline geldi. AKP seçimlerden çıkınca, AB konusunda da ne kadar yanıldığını gördü. Türk toplumu Avrupa ile ilişkilerden, AB’ye tam üyelik hedefinden memnun olduğunu gösterdi. Seçim sonuçları, AB üzerindeki kaygıların yok olmasına yol açtı.

Peki, böyle olunca ne beklersiniz?

AK Parti’nin bu topluma verdiği sözleri tutmasını ve reform sürecini hızlandırmasını, başta 301 olmak üzere, Türkiye-AB ilişkilerine gölge düşüren bir dizi konuda, reformların yeniden gündeme sokulmasını beklemez misiniz?

Hayır, hala yapabilmiş değiller.

301 artık öylesine çiğnendi, öylesine yerden yere vuruldu ki, çoktan çözülmesi gerekirdi. Adalet Bakanı’nın tüm güvencelerine rağmen, bir türlü adım atılamadı.

Reform süreci durdu.

Değiştirilmesi gereken nice yasa sırada bekliyor.

Beni en çok rahatsız eden unsur, bu iktidarın en önemli meşruiyetini oluşturan, Türkiye hakkında gizli bir gündemi bulunmadığını gösteren AB dosyasının Ankara’da doğru dürüst ele dahi alınmaması. Kimse ne yapılacağını bilmiyor. Herşey Başbakan’ın iki dudağı arasında ve onun sinyali bekleniyor.

İşin acı yanı, reformlardan daha kolay yürütülebilecek olan İLETİŞİM alanında dahi somut ve doğru dürüst hiçbir program başlatılamamasıdır. Bu açılardan, Ankara’da sinek bile uçmuyor. Oysa, yapılması gekeren o kadar çok şey var ki...

AB hakkında bilgisizlik kol geziyor. Üniversite öğrencileri başta olmak üzere, AB ile ilgili sadece kulaktan dolma ve genelde de ulusalcıların yaydıkları yalan yanlış veriler üzerinden tartışma yapılıyor. Hükümet bugüne kadar, bu yanlışları düzeltmek için hiç adım atmadı veya atamadı. Ne halkın anlayacağı şekilde bir program teşvik edildi. Ne TRT’de ilgi çekecek programlar dizisi yayınlatıldı. Ne de konferanslar serisi yapıldı. Ankara, Türk kamuoyunun aydınlanmaya ihtiyacı olduğunun dahi farkında değil.

Türkiye’deki bu cehalet bir yana, Avrupa’daki cehalet konusunda da tek bir adım atılamadı.

Abdullah Gül’ün yokluğu her yönden kendini hissettiriyor.

Dışişleri Bakanlığı döneminde hızla giden bir lokomotif gibiydi. Hükümeti harekete geçirir, teker teker bakanlıkları uyarır, bürokrasiyi kamçılar, kabinenin her toplantısında AB konusunu gündeme getirirdi. Başbakan Erdoğan’a HAYIR diyebilen, atılması gereken adımları anlatabilen nadir siyasilerden biriydi.

Bugün, hükümet saflarında AB bayrağını ayakta tutabilecek kimse yok. Gül de Çankaya’dan eskisi gibi müdahale edemiyor. Hareket yeteneği artık eskisi gibi değil. Son derece kısıtlı. Şimdi AB bayrağı Başbakan’ın elinde. Ancak onun da o kadar çok işi var ki, AB’yi düşünecek zamanı yok. PKK terörü, Irak operasyonu gündemi öylesine işgal etti ki, kimsenin sağına soluna bakacak hali kalmadı. Eskiden Gül’ün yapabildiği gibi, Başbakanı uyaracak, geri kalındığını anlatabilecek kimse de yok.

O zaman da yerimizde sayıyoruz. Bu gidiş bize zaman kaybettirecek. Uyanıp harekete geçtiğimizde, çok daha fazla çaba harcamak zorunda kalacağız.

İçimden, Ankara’nın yakasına yapışıp “ Haydi uyanın artık “ diye bağırmak geliyor.

Posta, 4.12.2007

Mehmet Ali BİRAND

05.12.2007


 

Dokunulmazlık sigortadır

Türkiye’de 1950’den bu yana, seçilmişler ile atanmışlar arasında bitmeyen bir iktidar mücadelesi vardır. Kökleri çok daha eskiye giden bir mücadeledir bu.

Egemen zümre, iyi kötü demokrasiyle birlikte halkın devreye girmiş olmasını, onun tarafından seçilen siyasetçiler tarafından yönetilmeyi hiçbir zaman hazmedememiştir. Sınıfsal anlamda bu zümrenin bir parçasını oluşturan bürokrasi de, eline geçen her fırsatta demokrasiyi törpülemeye, kendi iktidar alanını genişletmeye, siyasetinkini daraltmaya çalışmıştır.

Bunun en bildik yolu, siyasetçinin yetki ve etki alanını sınırlandırmaktır. Her darbe ve muhtıra döneminde yapılan budur. Diğer yolu, parlamentoyu kötülemek, milletvekillerini aşağılamak, her fırsatta onların maaşlarını ve ‘imkanlarını’ gündeme getirip memurlarınkiyle kıyaslamaktır (tabii çoğu kez bu kıyasa her memur dahil edilmeden).

Bu zümrenin siyasetin alanını daraltma çabası, sadece siyaset dışı aktörlerle gerçekleştirilmez. Siyasetin içinde yer almasına karşın siyasetin alanını daraltmaya çalışan siyasi aktörler de vardır. Türkiye siyasetinde CHP’nin tarihsel işlevlerinden biri budur. Dikkat edilirse CHP siyasetin içinde yer almasına karşın hep toplumun demokratik temsil gücünü sınırlandırmaya, Meclis’in ve Hükümet’in yetkilerini bürokratlara aktarmaya çalışır. İlk bakışta şaşırtıcı görünse de aslında anlaşılabilir bir durumdur bu. Sınıfa sorumluluğun uğraş alanına tercihi söz konusudur ve bu parti, dayandığı kesimin ekonomik ve siyasi iktidarını, ayrıcalıksız çoğunluğun siyasi temsilcilerinin etkisinden uzak tutmaya çalışır.

Şimdilerde CHP ile birlikte ‘bürokratik oligarşi’nin çıkarlarını siyasete taşıma işlevine soyunan MHP, ‘devletin bölünmez bütünlüğü’ne ilişkin suçlarda dokunulmazlığın kaldırılması için Anayasa değişikliği istiyor. DTP’li milletvekillerinin bazı sorumsuz açıklamalarına, siyaset, Meclis ve Milletvekilleri aleyhinde yapılan yayınlar da eklenince, ideolojik meşrulaştırma tamamlanmış oluyor. Haberlere göre Ak Parti de bazı dosyaları Karma Komisyon’da ele almaya razı olabilirmiş.

Milletvekili dokunulmazlığını sınırlandırmak vahim bir hatadır. Çünkü dokunulmazlık demokrasiye sahip olabilmek için ödememiz gereken bir fiyattır. Dokunulmazlık kurumu, vatandaşın çoğu kez yasal veya fiili engeller nedeniyle söyleyemediğini seçtiği kişi söyleyebilsin, o kürsüden doğru olduğuna inandıklarını korkmadan ifade edebilsin diye vardır. ‘Vatanın bütünlüğü konusunda kaldıralım’ demek itirazı zor bir gerekçe gibi görünmektedir; ama Prof. Mustafa Erdoğan’ın dediği gibi ‘14. maddede kullanılan kavramların belirgin politik - keyfi yoruma açık- karakteri nedeniyle, dokunulmazlığa getirilen bu istisna sakıncalıdır’. Bu gerekçeyle kurumu sarsmanın ve yargı bürokrasisinin dokunabilmesine kapı aralamanın maliyeti, demokrasi kaybı olacaktır. Ak Parti bu yolu açarsa, yarın tek kurbanın DTP olmadığını görecektir.

Dokunulmazlık milletvekilinin görev gömleğidir, iş giysisidir, zırhıdır; onu çıkardığınızda egemenlerin karşısında savunmasız kalacaktır. Bu kurum herkese, hatta egemen sınıfların seçip gönderdiklerine de lazımdır.

Ama ona asıl ihtiyacı olanlar, elinde demokrasiden başka hiçbir şeyi olmayanlardır. Onların da kendi elleriyle kendilerine zarar vermeyecekleri umulur.

Star, 4.12.2007

Berat ÖZİPEK

05.12.2007


 

Dinden korkmayın

Biz, hepimiz Kemalist bir ülkenin, Kemalist eğitimden geçmiş çocuklarıyız.

Kemalizm, cumhuriyetin yeni ve taze ideolojisi olarak ortaya çıkmadı.

Tam tersine, yıktığı Osmanlı’nın son döneminde yaşanan sakatlıkları ve ittihatçıların “ordu tapınmasını” sistemleştirerek yerleşik bir yönetim biçimine çevirdi.

Osmanlı’nın son dönemindeki bütün çatışmalar, bütün çarpıklıklar, “genetik bir miras” gibi Kemalizm’le birlikte Cumhuriyet’e bulaştı.

Osmanlı’yı “Türkleştirerek batılılaştırmak” gibi tuhaf bir misyon üstlenen İttihatçılar, Türkleşmenin önünde engel olarak gördükleri gayrimüslimleri “temizlerken”, batılılaşmanın önünde engel olarak gördükleri Müslümanlıkla da çatıştılar.

Bu çatışmada, Osmanlı’nın neredeyse tümüne damgasını vurmuş olan iktidar kavgasının, o “asker-din adamı” çekişmesinin de önemli bir rolü vardı.

O çekişmeyi, “31 Mart Vakası” denilen, ne olduğu hâlâ tam anlaşılamamış olan ayaklanma, askerlerin kesin galibiyetiyle sonuçlandırdı.

Ama İttihatçıların dine ve dindarlara duyduğu kuşku olduğu gibi Cumhuriyete geçti.

Bizler de, Kemalizm eğitiminin çocukları olarak o kuşkuyu derinliklerimize yerleştirdik.

Sonra bazılarımız “solcu” olduk.

“Din kitlelerin afyonudur” sözünü öğrendik.

Ürkütücü bir şey olarak gördük dini.

Onunla ilgimizi kestik.

Bir toplumun kültürel yapısını oluşturan en önemli faktörlerinden birini merak dahi etmedik.

Sanki, onun yanına yaklaşsak, baksak, incelesek, Afrika’nın et yiyen çiçekleri gibi bizi kapıp içine alarak bir “gericiye” çevirecekmiş gibi hep uzak durduk.

Bu çocukça korku, bence bizi entelektüel açıdan epey zayıflattı.

Sadece Batı edebiyatı ile Türk edebiyatını, din ve dindar karakterler açısından karşılaştırmak bile bu zayıflığı gösterir.

Batı edebiyatı, bütün doğallığıyla dinle haşır neşir olur, eleştirir, dalga geçer, dindarlardan çok kalıcı karakterler yaratır, İncil’in bölümlerinden alıntılar yaparken, bizim edebiyatımızda dinin doğal bir şekilde işlendiğini, din adamlarının “kanlı canlı” karakterler gibi yazıldığını, Kur’ân’dan alıntılar yapıldığını neredeyse hiç görmeyiz.

Hemen hemen bütün entelektüellerimiz gibi yazarlarımızın da hem dini bilgileri azdır, hem de bir din adamını zaaflarıyla ve erdemleriyle anlatmaktan ürkerler.

Bu ürkeklik, bu yapay uzaklık, bu gereksiz korku, bizi, toplumun harcındaki en önemli etkenlerden birini incelemekten, anlamaktan, yaşadığımız toplumdaki çeşitli acıların kaynaklarını saptamaktan alıkoyar.

Hâlbuki bu toplumun en büyük yaralarından biri dinle ilişkisindeki kaygan alan.

Bir yandan Kemalist eğitimin getirdiği “din ürküntüsü”, bir yandan gizli ya da açık Allah korkusu insanları sıkıştırıyor.

Şamanist bir kökten gelen, geç Müslüman olmuş, hergeleliği, bitirimliği bol bir toplumun kendi diniyle barışık, huzurlu bir hayat sürebilmesi için bu ülkede “dinle insan” ilişkilerinin bir daha tarif edilmesi gerekiyor.

Dinden korkmayan, dini kendi iktidarı için bir alet gibi kullanan softalara da esir düşmeyen bir dindarlığa ihtiyacımız var.

Dinin şekil şartlarını hem “irtica” işareti gibi algılayan, hem bu şekil şartlarını modern hayatın hayhuyu içinde gerçekleştiremeyen, açık yüreklilikle söylersek hem de bu şekil şartlarına çok uygun bir yaşam biçimi olmayan insanları, dinle barıştırmanın en iyi yolu herhalde dinin “özüne”, felsefesine dönmek, tasavvufu insanlara öğretmek.

Dün Neşe Düzel, bizim gazetede Fethullah Gülen cemaatinin önde gelenlerinden Hüseyin Gülerce ile konuştu ve Gülerce “Şekilcilikten kurtulmuş bir İslam’a döndüklerini” söyledi.

Bence, Türkiye’deki bütün dindarlann tartışması gereken bir açılım bu.

İnsanları ürküten bir biçimde “bütün şekil şartlarına uymazsan cehennemliksin” diyen ve insanlarla din arasında sıcak bir yakınlaşmayı sekteye uğratan bir anlayış mı yoksa “öz şekilden önemlidir, inanıyorsan, diğer kullara iyi davranıyorsan sen de Allahın sevgili kulusun” diyen ve insanların vicdanları rahat olarak dinle ilişki kurmasını sağlayan bir yaklaşım mı?

Biliyorum, böyle dini konular benim gibi bir dinsizin bilgi düzeyini çok aşar.

Ama ben dini ciddiye alırım.

Bir toplumu anlamanın, o toplumun diniyle ilişkisini anlamadan mümkün olamayacağına inanırım.

Ve, Türkiye’nin diniyle olan sorunlarını “huzurlu” bir şekilde aşmasının bu ülkeyi çok rahatlatacağını, manasız çekişmelerden kurtaracağını düşünürüm.

Kemalist toplumun Kemalist olmayan entelektüellerinin bile dinden korktuğunu biliyorum.

Bence korkacak bir şey yok.

Bu toplumun dinini tartışmasına yardımcı olmak konusunda bir yardımımız olabilecekse, elimizden geleni sakınmanın bir anlamını göremiyorum doğrusu.

Bu toplum, dinle sorununu çözmeden huzura kavuşamayacak.

Huzursuz bir toplumda kimse huzurlu olamaz.

Ben dinsiz ve huzursuzum...

Ama bu huzursuzluğumu, huzurlu bir toplumun içinde yaşamayı tercih ederim doğrusu

Taraf, 4.12.2007

Ahmet ALTAN

05.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri