Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hükümet ıskalayınca

Şu soruyu soruyordum: ‘Tam da sivil anayasa girişiminin başlangıcında Türkiye’nin bu nüshaya sahip olması şık olmaz mı? ‘Bunu gidip alalım’ önerisiyle acaba kim ilgilenir?

Müzeler mi? Burjuvazi mi? Toplum mu?

Devlet mi?

Hükümet mi?

Başbakanlık mı, Kültür Bakanlığı mı, Adalet Bakanlığı mı?’

Meğer kimse ilgilenmezmiş...

***

Neyle ilgilenmezmiş?

Magna Carta ile...

Kimse ilgilenmediğine göre yeniden ve usanmadan soralım.

Nedir bu Magna Carta?

1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir.

Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir.

Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır.

Belge, kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılıyordu.

Önemi de buradan gelir.

***

Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır.

Hukuk devreye girmiştir.

Bireyi devlete karşı koruyan modern anayasaların ilk adımı atılmıştır.

İlk bakışta Magna Carta vatandaş özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında denge kuran bir başlangıç metni gibi durur ama...

Magna Carta’nın 39. maddesinde yer alan, ‘Özgür hiç kimse, kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek veya mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır’ hükmü, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli kurallar getirmiş olup, hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede yerleşmesine neden olmuştur.

Kısacası demokratik bir hukuk devletinin kutsal metinlerindendir...

***

İşte kimsenin ilgilenmediği...

Bu Magna Carta’nın Kral John tarafından imzalanan orijinal metni kaybolmuştur.

Ama dört kopya varlığını sürdürmüştür...

İngiliz resmi arşivindeki ise Kral 3. Henri tarafından 1225 yılında yaptırılan nüshası.

‘Büyük Özgürlükler Sözleşmesi’ Magna Carta’nın 13’üncü yüzyıla ait bir kopyası New York’ta açık artırmayla satılacaktı.

İstedim ki biz alalım.

Sotheby’s Müzayede Evi’nden yapılan açıklamaya göre, 10 Aralık’ta satılacak Perot Vakfı’na ait 1297 tarihli parşömen kopyanın, 20 milyonla 30 milyon dolar arasında bir fiyata alıcı bulması bekleniyordu.

Satışa çıkarılan kopya, Washington’daki Ulusal Arşiv’de 20 yıldan fazla süredir sergilenmekteydi.

***

Önceki günlerde...

Açık artırma gerçekleşti.

Dünya tarihinin en önemli belgelerinden kabul edilen ‘’Magna Carta’’nın bir kopyası, New York’ta yapılan müzayedede 21,3 milyon dolara alıcı buldu.

New York’un ünlü Sotheby’s müzayede evinde açık artırmaya çıkarılan 800 yıllık belgeyi Amerikalı iş adamlarından David Rubenstein aldı.

Türk hükümeti henüz böyle bir derinliğe sahip olmadığını gösterdi.

Derin bir kulağa...

İnce bir zarafete henüz hazır değiliz demek ki...

***

Bu arada...

Rubenstein, belgeyi 1988 yılından beri sergilendiği Amerikan Milli Arşiv ve Kayıtlar İdaresine ödünç vereceğini belirterek, ‘bu, ülkemiz için güzel bir gün. ABD Anayasası ve Bağımsızlık Bildirgesi’nin temelini oluşturan Magna Carta’nın ABD’de bulunan son kopyasının Amerikan milli arşivlerinde sergilenmeye devam etmesi için elimden geleni yaptım’ dedi.

İnsan haklarının İngiliz hukukuna girmesini sağlayan belge olarak son derece büyük tarihi önem taşıyan bu tarihsel metin bizim olsa fena mı olurdu?

İnsanlığın bir parçası olduğumuzu...

Evrensel hukukun takipçisi bulunduğumuzu...

Hem kendimize hem de dünyaya sembolik bir biçimde de olsa gösterirdik.

Ne yapalım...

Belki de böyle şeyler için daha zaman erkendir bizim için.

Star, 23 Aralık 2007

Mehmet ALTAN

24.12.2007


 

Doğu da biziz batı da

Daily Mail’in haberine göre İngiltere’de yeni doğan erkek çocuklara en çok verilen ikinci isim Muhammed... 13 yıldır olduğu gibi şimdi de birinci sırada Jack ismi var.

Muhammed ismi ikinciliği Thomas ile paylaşıyor. İngiliz soğukkanlılığı ile İngilizcilik bu; ‘Dikkat Müslümanlaşıyoruz’ demek...

İngiltere bu gidişten memnun değil elbette. Fakat durum, çocuk sahibi olmak için her türlü tedaviyi gördükten sonra çaresiz kalıp evlatlık edinen anne babadan çok farklı sayılmaz. (Toplum doğurganlığını kaybedince geri kazanamıyor...

Alçak kapitalizm bu zaten; herkesi bireyci yapıp sonunda toplumu kısırlaştırıyor... Kapitalizmin zirvesi kendi sonu; tüketimi kudurtarak tüketiciyi bile tüketmek... Ayrı bahis...)

İngiltere kendi gerçeğiyle yüzleşmiş, çözüm olarak da bu büyük ve sert Müslüman lokmayı hazmetmeye karar vermiş. Fransa ve Almanya ise düne kadar doğurganlığı tekrar kazanabilecekleri vehmini korudular. Şimdi onlar da göçmen toplumuna dönüşmekten başka çare kalmadığını gördükleri için hazım yeteneklerini geliştirmeye çalışıyorlar. Fakat ‘öteki’ dedikleri unsurları yönetmede İngilizler kadar mahir olmadıkları için zorlanıyorlar...

Mesele, kendisi olmaktan çıkmaksızın göçmen topluma dönüşmek... Onun için de özellikle Müslüman unsurların üçüncü nesillerini İngilizleştirme, Fransızlaştırma ve Almanlaştırma hesabı esas...

Becerikli olan önce kimlik olgusunu gevşetiyor. Kâh kimlik kavgasını tırmandırıp yozlaştırarak, kâh kendi kimliğini görünürde geriletip derinden üste çıkararak... Mesela görünürde ‘İngiliz’ kimliği hafifletiliyor...

Fransa da bu akla yaklaşıyor, gizli ırkçı ve katı ‘ulus devletçi’ Almanya zorlanıyor. Berlin özellikle Türklere ‘bürokrasi savaşı’ açıp zulmediyor, dil sınavını toplu işkenceye dönüştürüyor.

Türkiye’nin dört bir yanından sınava çağrılan ‘eş’ durumundaki yığınla insan İstanbul’da kurslarda masrafa boğulup süründürüldükten sonra ‘iptal ettim’ denilerek alçakça bir aşağılama ile geri gönderiliyorlar...

Onlara göre göçmen keskin şekilde Almanlaşmalı...

İngiltere ise böyle dayatmaları hiç aklından geçirmez gibi davranıp ince çalışmalarla Müslüman unsurları -şu veya bu derecede Müslüman bırakarak- İngilizleştirme hesabında. Bu sebeple İngiltere’de kimlik bahsi açılınca köken itibariyle ‘İngiliz olmak’ belki yüz üzerinden 50 şiddetinde önem arz eder. Zannımca Fransa’da bu şiddet 70, Almanya’da 90...

En derin batı aklı olan İngiliz’in tavrı, kendisininki dâhil bütün kimlikleri tasfiye eder görünerek gerçekte kendi kimliğini tek kimlik yapma ülküsüne indirgenebilir.

Bizimki behemehal bütün insanlığı kucaklayabilecek bir açılımı sorgulamalı:

Kimlik zaferleri mi önemli, insanı insan olarak benimsemeyi her türlü duyarlılığın önüne koyabilme kahramanlığı mı?

Batılılaşma maceramız ‘biz ve ötekiler’ çıkmazına kadar varmaz ise, insanlık için de, bizim için de umut yaşıyor demektir...

Sadece ‘biz, hepimiz’ varız, ‘öteki’ yok... Öteki de, beriki de biziz... Doğu da biziz, batı da...

Rabb’ul mağribeyni ve rabbulmaşrıkayn... İki doğunun ve iki batının Rabbi’ne inanıyorsak böyle...

Bugün, 23 Aralık 2007

Ömer Lütfi METE

24.12.2007


 

ABD seçimlerine doğru

Amerikan başkanlık seçimleri 11 gün sonra Iowa eyaletinde yapılacak bir eğilim yoklamasıyla başlayacak. Ardından New Hampshire ve Güney Karolina önseçimleriyle hız kazanacak. Bu eyaletler gerek nüfusa oranları, gerekse eğilimleri açısından ABD ortalamasını yansıtmasalar bile ilk olmaları nedeniyle boylarının üzerinde etkiye sahip.

Bu seçimlerde geçmişe oranla Cumhuriyetçiler dağınık görünüyor. Bush yönetiminin Irak fiyaskosu, son dönemde ortaya çıkan büyük emlak krizi ve ona bağlı finansal kriz Cumhuriyetçi Parti’yi zayıflattı. Geçen 30 yılda radikal bir programa sahip farklı çevrelerden militanların oluşturduğu bir koalisyonun kontrolüne geçen partinin disiplini sarsıldı. Aday olarak ortaya çıkan isimlerin hemen hiç biri seçmen çoğunluğuna fazla hitap edemiyor. Bunun görünen yegane istisnası Senatör John McCain. Parti içindeki güçlerini koruyan muhafazakar/dinci hizip tarafından sevilmiyor. Bu nedenle şansı şimdilik zayıf.

Kamuoyunun beklentisi, Demokratlar’ın başkanlığı ele geçireceği yönünde. Partinin aday kadrosunda kendini ABD siyasetinde kabul ettirmiş çok isim var. Önde gelen adaylar Hillary Clinton ve Barack Obama. Özellikle Iowa ve New Hampshire’de bu ikiliyi zorlayan, adaylar arasında en solcu/popülist politikaları savunan John Edwards’ın işi sevgilisi olduğu ve çocuk beklediği haberiyle zorlaştı.

Clinton’a antipatiyle bakılıyor

Hillary Clinton ulusal düzeyde en güçlü aday adayı olarak görülüyor. Kocasının da yardımıyla parti seçkinlerinin desteğini sağladı. Örgütü disiplinli ve adaylar arası tartışmalarda uzun zaman bilgisi ve tavrıyla öne çıkmayı başardı. Ancak Clinton’un ABD’de kendisine en fazla antipati duyulan şahsiyetlerden biri olma gibi bir yükü var. Onun da ötesinde kocasının tüm popülaritesine rağmen o dönemin ekonomik politikalarının bazı sonuçları aleyhine bir hava yaratmaya başladı.

Buna ek olarak tecrübesiz Barack Obama her şeye rağmen hem yarışta kalabiliyor, hem de ABD toplumunda giderek kabaran popülist ve sistem karşıtı bir dalgaya hitap edebiliyor. Gerçi gelecek dönemde Amerikan siyasetinin en önemli konusu sayılan sağlık sigortası meselesinde kamuoyuna sunduğu plan hayli muhafazakâr bulunuyor. Ancak kampanyasının, hayatları ekonomik krizle sarsılan, dinsel temalara da duyarlı kitlelerde bir karşılığı olduğu da anlaşılıyor. Siyah olmasına rağmen Obama’nın beyaz seçmenler indinde kredibilitesi yüksek. İlk kez Iowa eyaletinde kadınlardan aldığı destek, Clinton’unkini geçti.

Popülist siyaset etkili olacak

ABD bu seçime rahatsız, ekonomik açıdan korku içinde ve kafası karışık bir halde giriyor. Ülkede son 20 yıla damgasını vuran sermaye yanlısı politikaların ve artan gelir eşitsizliğinin etkileri daha çarpıcı hissedilmeye başladı. İktisatçı Paul Krugman’ın verilerine göre 1970’lerde şirket üst yöneticilerinin aldığı ücret ortalama işçi ücretinin 40 katı iken bugün 367 katına çıkmış. Son emlak kredileri krizinde 400 milyar dolarlık zarar bekleniyor. Bush döneminde ev sahibi olanların büyük kısmının hatta çoğunun evini yitireceği öngörülüyor.

Tüm bunların bir sonucu olarak ABD’de ciddi bir popülist dalgalanmanın seçimlere damgasını vurma ihtimali yüksek. Böyle bir sonucun ise dünya açısından da olumlu ve olumsuz pek çok yansımaları olacaktır. Iowa ve New hampshire’i iyi izleyin.

Sabah, 23 Aralık 2007

Soli ÖZEL

24.12.2007


 

Tarihsiz bir toplum olabilmemiz mümkün değil ki…

Eski bayramlarda radyodan Recep Birgit’in davudi sesiyle söylediği Rumeli türkülerini dinlemek de, bir çeşit gelenek olmuştu.

Dün biraz nostaljik takılmayı denedim ve IPod’umun belleğindeki Recep Birgit arşivini baştan sona dinledim. Meğer 82 tane icrası varmış bende.

Rumeli türkülerini dinlerken arada bir IPodu durdurup, bu türkülerde geçen coğrafyaları düşünüyordum.

Örneğin bir türkü “Beligrat kalası, Zemlin ovası”ydı:

“Beligrat Kalası dilber aman Zemlin Ovası

Atlısı geçemez dilber aman değil ki yayası

Gönlüm oldu benim dilber aman sevda yuvası”

Bir diğer türkü “Maçin Dağı”ydı:

“Maçin Dağı Maçin Dağı hiç sormazsın nazlı yari

Gurbet ele düşmüş gördüm silen yok gözüm yaşı

Maçin Dağı Maçin Dağı niçin susmuş yarin sazı

Yuvasından ayrı düşmüş ağlar gördüm nazlı yari”

ESTERGON KALESİ

Derken “Estergon Kalesi” geliyordu:

“Estergon kalesi subaşı durak

Kemirir gönlümü bir sinsi firak

Gönül yar peşinde yar ondan ırak

Akma Tuna akma ben bir dertliyim

Yar peşinde koşan kara bahtlıyım”

Sırada “Şardağından kalkan kazlar” türküsü vardı:

“Şardağından kalkan kızlar

Al topuklu beyaz kızlar

Yarimin yüreği sızlar

Eğlenemem aldanamam

Ben bu yerlerde duramam

Vardar Ovası, Vardar Ovası

Kazananmadım sıla parası”

BURALAR DA VATANDI

Böyle türküler birbirini izliyor, bazen Manastır’ın ortasındaki bir havuzun, bazen de Lofça’nın ardındaki bir kayanın öykülerine takılıyordunuz.

Bizim “vatanımız” olarak bildiğimiz ve 400 yıl oralarda yaşadığımız coğrafyaların türküleriydi bunlar.

Tabii sadece Rumeli üzerine değildi türkülerde anlatılanlar.

“Kırımdan gelirim adım Sinandır

Kılıncımın suyu kandır dumandır

Gizlenme Nemçelü halin yamandır”

Acaba buradaki “Kırım” Karadeniz’deki yarımadayı mı, yoksa Habsburglarla yapılan kanlı bir “savaş”ı mı ifade ediyordu?

Bu türküleri dinlerken, dalmışım.

20’inci yüzyılın ortasına kadar Britanya İmparatorluğu sınırları içinde kalan nice bölge de, artık bağımsız devletlerin toprakları. Ancak İngiliz edebiyatı da, diplomasisi de, medyası da, bu bölgeleri hiç unutmuyor.

Biz ise, şimdi komşularımız olan devletlerin topraklarında 400 yıl yaşamamışız ve yönetmemişiz gibi, buralarda olup bitenlere ilgi bile duymuyoruz. Sanki Fatih Sultan Mehmet sadece İstanbul’u almış gibi bir tarih ve coğrafya sığlaşması var belleklerimizde. Sanki Bağdat veya Kahire ya da Belgrad ve Budapeşte hiç Türk-Osmanlı fatihi görmemiş gibi bakıyoruz buralara.

ÖVÜNMEK İÇİN DEĞİL HATIRLAMAK İÇİN

Tabii ki “yeniden fetihlere başlamalıyız” demek istemiyorum.

Ama kendi insanımıza da, tarihimize de, biraz yabancıyız.

“Türbanlılar” ve “türbansızlar” ayırımı yapmak, siyaset ve düşünce hayatımıza yetiyor bugün.

Bu türküleri IPod’dan dinledikten sonra internette Youtube girdim. “Esma Redzepova” yazdım.

Ekranda bir dizi Boşnak şarkısı listelendi. Bunlardan birinde Esma Redzepova ile Şaban Bayramoviç birlikte “Moi Dilbere”yi söylüyorlar ve arada bir o dilber için “Aman yarabbi” diyorlardı.

Bayram günü Recep Birgit’ten Rumeli türkülerini dinlerken, hayalimde üç kıtayı dolaştım. “Tarihsiz toplum” olmadığımız yine hatırladım.

Övünmek için değil hatırlatmak için yazdım bunları.

Posta, 23 Aralık 2007

Mehmet BARLAS

24.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri