Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"İşte bu sana (Süleyman'a) ihsânımızdır," dedik. "Dilediğine hesapsız şekilde ver, dilediğinden de kıs."

Sâd Sûresi: 39

08.01.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İstikamet üzere olunuz. Siz bunun sevabını saymakla bitiremezsiniz. Biliniz ki, amellerinizin en hayırlısı namazdır. Abdestli olmaya ancak kâmil mü'min dikkat eder.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 574

08.01.2008


Dünya ve ahiret saadeti tevekkülde

İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikàtından kurtulabilir. "Allah'a tevekkül ettim" ( Hûd Sûresi: 56.) der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyrân eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emânet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder, sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.

Demek, imân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder. Fakat, yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:

Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup, nezâret eder; diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor.

Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et."

O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhâfaza edeceğim."

Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyâde iyi muhâfaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem, gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tard edecek, ya 'Hâindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihzâ ediyor, hapis edilsin' diye emredecektir. Hem, herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun ile, kendini halka mudhike yaptın; herkes sana gülüyor" denildikten sonra, o bîçarenin aklı başına geldi, yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh! Allah senden râzı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum" dedi.

İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekàvet-i uhreviyeden ve tazyikàt-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

Sözler, 23. Söz., 4. Nokta, s. 285

Lügatçe:

sefine-i hayat: Hayat gemisi.

yed-i kudret: Kudret eli.

esfel-i sâfilîn: Aşağıların en aşağısı.

saadet-i dâreyn: Dünya ve ahiret saadeti.

dest-i kudret: Kudret eli.

müsebbebât: Neticeler, sonuçlar.

istihzâ: Alay geçme.

şekavet-i uhreviye: Ahiret sıkıntısı, azabı.

08.01.2008


Zerrede var olmak

"Faniyim, fani olanı istemem; acizim, aciz olanı

istemem

"Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem.

"İsterim fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim

"Zerreyim fakat bir Şems-i Sermed isterim.

"Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı

irden isterim." (Sözler, s. 436)

Bu şiiri ezberlemem yıllar öncesine dayanıyor. Bunu okuduğum zaman, faniliğin, zerreliğin, hiçliğin, mevcudâtın ne demek olduğunu kavrayamadığım zamanlardı. Ama bu sözler ruhumda tarif edemediğim bir ferahlık, bir sürur meydana getiriyordu.

Yıllar sonra kelimelerin anlamlarını öğrenmeme rağmen, kendimi pek de fani, aciz, zerre ve hiç göremiyordum doğrusu. Tâ ki, iki hafta önceki yolculuğa kadar.

İlk defa uçağa binecektim. Oğlumda hep pilot olma iştiyakı var olduğu için uçak yolculuğunu merak ediyordum doğrusu. Her gördüğümü anlatmamı istediklerinden, uçağa çıkınca pencere kenarına oturup gözümü hava kararıncaya kadar gökyüzünden almadım, alamadım.

Gözlerim dışarıda, kulağım yapılan konuşmayı dinliyordu. Kemerleri bağlamamız, hareket etmememiz gerektiği söyleniyor ve muhtemel düşme anında takacağımız oksijen maskelerinden söz ediliyordu. O an uçak düşerse, ne yapmamız gerektiğini, bana Birinci Lem'a hatırlattı. Öyle ya, o vaziyette sebepler sukut edecekti. O halde bana necât verecek öyle bir zât lâzımdı ki, hükmü cevv-i semâya ve yeryüzüne geçebilsin. Sahil-i selâmete çıkabilmem için yeryüzünü ve gökyüzünü emrine musahhar eden bir zât olmalıydı. Beni kurtaracak oksijen maskesi miydi? Esbâbın hakikî tesiri yoktu.

Evet ben de Hazret-i Yunus'un (a.s) ettiği duâyı etmeliydim: "Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum." (Enbiyâ: 87)

Yerden on bin küsûr metre yükseklikte gökyüzünün nasıl bir hâl aldığını gözlerim bu yazıya dökmeyi başarsa, okuyanlar anlayacaktır; lâkin yine de bunu ancak yaşayanlar tam anlamıyla idrak edeceklerdir.

Risâlelerde geçen "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nur: 35) âyetini ezberlemiştim ezberlemesine ama kalbime nüfûz etmemişti. Güneşin bulutlara yansıması ile bulutların pamuk yığınları gibi o muhteşem gezintilerini fark edince hüzme hüzme o nuru görebildim. Kur'ân'da "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" âyetini de okumuştum ama tefekkürden uzak olduğum için veya uzağı tefekkür etmeyi beceremediğim için; Rabb-i Rahim'im beni gökyüzüne çıkartıp nurunu gösterdi. İnsanın pencereyi kırıp atlayası geliyor Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutların üzerine; belki bana da boyun eğmeyi öğretirler diye. Gerçi, Bakara Sûresi'nin 164. âyetinde geçen "Rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutlarda aklını kullanan bir topluluk için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır", apaçık bir şekilde açıklıyor ama "aklını kullanan bir topluluk için".

Müzâkereli derslerde öncelikli konular arasında Âyetü'l-Kübrâ da yer alır. Önceleri, bu bahis okunduğunda "Allah'ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü biliyoruz. Niye bu kadar üzerinde duruluyor?" derdim kendi kendime. Beni çeken, içtimâî meselelerdi. Belki de kesrette boğulmaktı benimkisi... Bu sıkıntımı pek kimseye açamıyordum doğrusu; kınanacağımı, anlaşılamayacağımı düşünüyordum. Çünkü bir çok kardeşim bunu zevkle okuyup örneklendiriyordu. "Niye bana açılmıyor?" diye de kendime kızıyordum. "Her risâlede herkesin hissesi var, fakat herkese her şeyini bilmek lâzım değildir" (Barla Lâhikası, s. 186) cümlesini de okumuştum ama tatmin olmamıştım. Belki de, Üstadın "Anlamadım" diyen talebelerinden birine çuvalla ekmek getirip "Hadi bunları birden ye bitir" demesi gibi; birden anlamak istiyordum. Niye mi? Ben de tefekkür etmek istiyordum. Kendimi bu yuvada sıyrılmış hissediyordum, bu da ruhumu acıtıyordu.

Böylesi hissedişlerim, bu uçak yolculuğuna kadar sürdü ancak. Ve şimdi Âyetü'l-Kübrâ elimde, sadece gördüklerimin yerlerini bulmaya çalışıyorum. Öyle ya, bana açılan şu anda o kadarcık.

Cevv ve sema bana: "Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin" (Asâ-yı Mûsâ, s. 88) dedi.

"Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:

"Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut, elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet Kadîr ve Rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki...'" (Asâ-yı Mûsâ, s. 89)

Evet ben atılmış pamukları gökyüzünde gördüğümde, Rabbim bana Kadîr ve Rahîm olduğunu gösteriyordu. Yeryüzünde Rabbimi tanıdığımı zannetmiştim. Tanımak; marifetullah, muhabbetullah...

Sonra bulutların arasından yer yer görülen yeryüzüne baktım. Dağları o zaman birer "kazık" gibi görebildim. Ama nokta kadar... Uçsuz bucaksız engelsiz bir gökyüzünden yeryüzündeki varlıkları göremeyince; Bediüzzaman'ın niye kendini zerre olarak adlandırdığını bir nebze anlayabildim. Yeryüzünden gördüğümde kocaman yapılı binalar, ormanlar, araziler gökyüzünden nokta nokta görünüyordu.

"Ben veya biz insanlar, zerre misâl kâinatın yanında zerre kadar olan varlıkları kazanmak için mi çırpınıyorduk?" diye geçirdim kalbimden... Vah esefâ!.. İnsanlığın var edinme yarışında "Nasıl mal-mülk sahibi olurum? Ne kadar kazanırım?" endişelerinin, bu kazanma, maddî gelişme arzusu ile haram-helâl demeden didindiklerinin ne kadar da ehemmiyetsiz olduğunu ve bu yarışta karşısına kim çıkarsa (ana, baba, kardeş, akraba, dost, arkadaş vs.) ezip geçtiği enesiyle kâinata meydan okuyan zerrelerin halleri geldi gözümün önüne. Gözümüzde bu kadar ehemmiyet vererek büyüttüğümüz ve değer verdiğimiz, bir o kadar hayatımızı hebâ ettiğimiz bu dünya nimetlerinin, aslında zerre-miskal kadar olduklarını ancak gökyüzünden yeryüzünü görünce fark edebilmiştim.

Ve şimdiye kadar hiç bu derece "hiç ender hiç" hissetmemiştim kendimi. Fanide görmemiştim. Hele hele kendimi zerre addetmemiştim bu kadar. Ve kendini zerre kabul eden Bediüzzaman, bu yüzden bir batmayan güneş, ebedî bir yâr istiyordu. Ebedî bir sevgilide son bulmayacak mıydı sevdiğimiz her şey...

Elbette O Güneşle bütün mevcudât aydınlanacak ve bunu gören zerre, bütün mevcudâtı, 'BİR' olandan 'birden' isteyecekti. "Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim." Belki de Bir'e kavuşmak, Bir'de yokluktan varlığa çıkmak için.

Yolculuğumun geri dönüşü yeryüzünden oldu. Vücuduma giren dâvetsiz misafir, beni yeryüzü tefekküründen alıkoysa da şimdilik anladığım bana yeterdi. Ve bu dâvetsiz misafir, evimde beni yatağa mahkûm etse de, Haktan gelen emirle girmişti bir kere. Bir vazife aşkı ile vücudumda dirildi ki; yerini âfiyete ne zaman bırakır onu da gönderen bilir elbet, düşünmeye ne hâcet. Bu da bana sabır içinde şükrü öğretiyor. Kim bilir neleri öğretip terk edecek beni, bana sormadan.

Nur Baba

08.01.2008


BİR KISSA, BİN HİSSE

Ebu Atiyye (r.a.) anlatıyor:

Bir gün Peygamber Efendimize (asm) birisinin vefat ettiğini söylediler.

Hazret-i Ömer de (ra) oradaydı. Hazret-i Ömer (ra) dedi ki:

"Yâ Resûlallah! Bu adamın üzerine namaz kılma! Bu adam fâsıktır!"

Peygamber Efendimiz (asm), "Hiç kimse onu hayır bir işte görmemiş midir?" buyurdu.

Ashabdan birisi, "Yâ Resûlallah! İkimiz onunla bir gece beraberce Allah yolunda nöbet tuttuk!" dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) orada hazır bulunanlarla birlikte adamın namazını kıldı, adamın defin işlemlerini yürüttü. Kabre konulduktan sonra üzerine toprak attı ve şöyle buyurdu:

"Senin arkadaşların seni Cehennemlik sanırlar! Oysa ben şahitlik ederim ki, sen ehl-i Cennetsin!"

Ardından Hazret-i Ömer'e (r.a.) döndü ve "Yâ Ömer! Hiç kimseyi ameliyle değerlendirme. Özüyle ve niyetiyle değerlendir!" buyurdu.

(El-Heysemî, 5/288.)

Süleyman KÖSMENE

08.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri