Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Gül, Bush ve çuval

ABD Başkanı Bush bugün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüştükten sonra Ortadoğu turuna çıkıyor. Bush, Mısır, Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, BAE, İsrail ve 40 yıldır İsrail işgali altındaki Filistin topraklarını dolaşacak. Bush Arap medyasına verdiği demeçlerde Filistin-İsrail barışı ile Arap ülkelerinin İran'a karşı birlikteliğini sağlamak için bölgeye geleceğini söylüyor. Anlayacağınız ABD cephesinde yeni bir şey yok ve olmayacak. Çünkü Filistin-İsrail barışı için Bush'un bölgeye gelmesine gerek yok. ABD gerçekten barışı amaçlıyorsa İsrail'e baskı yaparak 40 yıldır işgal altında tuttuğu Batı Şeria ve Gazze'den çekilmesini sağlar ve bu topraklarda BM kararları ve uluslararası anlaşmalar gereğince bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını sağlar. Ama 60 yıldır bunu yapmayan ABD bundan sonra da yapmaz ve yapmayacaktır. ABD'nin böyle bir niyeti olsaydı Afganistan, Irak ve Somali'yi işgal etmez, bölgemizin her tarafını karıştırmazdı. İsrail Başbakanı Olmert önceki gün yaptığı açıklamada 'Ne Başkan Bush ne de başkası bize baskı yapamaz' diyordu. İsrail, Annapolis Konferansı'ndan beri Filistin kentlerinde operasyonlarını sürdürüyor. O günden bu yana en az 100 Filistinli öldürüldü, 300'ü yaralandı, yüzlercesi tutuklandı. Ne Filistin - İsrail ne de İsrail - Arap barışı ABD'nin umrunda değil ve olmayacak. BM'deki gücünü kullanarak 1947'de İsrail devletini Filistin topraklarında kurduran ABD o gün bugün bu coğrafyada yaşanan tüm sorunların sorumlusudur. Şimdi ABD'nin durduk yerde trilyonlarca dolar kazandığı ve acılarından genetik olarak haz aldığı bu coğrafyaya barış ve istikrar getireceğine inanan varsa onların akıllarından şüphe etmek gerekir. Barış çok kolay ama ABD ve İsrail kendi bildikleri yolda ısrar ettikleri için çok zor ve hatta imkansız. Bunu bilen Başkan Bush işte bu nedenle Filistin (Lübnan ve Suriye'nin işgal altındaki topraklarından söz etmiyor) barışını bahane ederek gerçek hedefine varmak istiyor: ABD işbirlikçisi Arap liderlerini İran'a karşı kışkırtmak. Oysa Bush bunda da samimi değil. Her konuda olduğu gibi. Butto'nun ölümünden sonra Pakistan'daki nükleer bombaların güvence altına alınması amacıyla bu ülkeyi işgal etme ya da daha sıkı bir denetim altına alma planları yapan Bush, İran'ın ikinci Müslüman ülke olarak bu bombalara sahip olmasını önlemeyi hesaplıyor. Ama aynı Bush bir yandan İran destekli Şiiliği kendi işbirlikçisi Sünni Arap iktidarlarına karşı bir şantaj ve korkutma aracı olarak kullanıyor. Öbür yandan Sünni olan bu iktidarlara Şiiliği bir tehlike gibi göstererek onları İran'a karşı birleştirmeyi planlıyor. Oyun içinde oyun... İran'ı Irak'taki Sünni ve Şii radikal gruplara destek vermekle suçlayan Başkan Bush aynı zamanda Irak'ın geleceğini Arap ülkeleri ve Türkiye ile değil yalnızca Tahran ile görüşmeyi yeğliyor. Bir garipliktir gidiyor. Suudi Arabistan ve yandaşı Körfez ülkeleri Bush'u 'Irak'ı İran destekli Şiilere teslim etmekle' suçluyor. İşte bu nedenle hiç kimse Başkan Bush ve ABD'ye inanmıyor. Son yapılan kamuoyu yoklamalarında Amerikalıların bile % 62'si Başkan'ın Filistin, % 63'ü Afganistan ve % 61'i terörle mücadele politikalarına inanmıyor. Bizim coğrafyamızda ise insanların %100'ü ABD'ye güvenmiyor ve inanmıyor. Buna yakın oranlarda da insanlar ABD'den nefret ediyor ve dünyadaki tüm sorunların sormlusu olarak görüyor. Çünkü herkes bilir ki; eğer ABD birilerine yardım ediyorsa mutlaka onu çok kötü bir şekilde kullanmak içindir. Ve yine herkes bilir ki kullanılanlar er ya da geç bir kenara atılacaktır . İşte böyle bir ülkenin başkanı ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bugün buluşuyor. Sayın Cumhurbaşkanı'nın işi gerçekten zor. Kendi halkının bile güvenmediği ve inanmadığı bir Başkan ile önemli konuları konuşmak ve onun söyleyecekleri ile Türkiye'nin iç ve dış politikalarını planlamak pek kolay olmasa gerek. Bir istihbarat işbirliği ile her şeyin yolunda gelişeceğine inananlar pek yakında yanıldıklarını görecekler. 'Çuval unutuldu' diyenler de bunlara dahil. Çünkü o çuvallar hâlâ Amerikalıların sandığında saklı tutuluyor! Akşam, 8.1.2008

Hüsnü Mahallî

09.01.2008


 

TCK 301 ve mazoşist zihniyet

Dikkat ettiniz mi?

AB'ye giriş vetiresinin hızlandığı son yıllarda, göz göre göre yaptığımız hatâlarla hep kendi kalemize gol atıyoruz. Sanki kendisine yapılan eziyetten zevk alırcasına mazoşist zihniyetle hareket eden bürokratik mekanizma, yapılan reformları ve kat edilen mesafeyi bir anda sıfırlayabiliyor.

Bir taraftan, çok kısa sürede bir 'sessiz devrim' gerçekleştirip insan hakları ve demokrasi yolunda reformlar yapıyoruz; diğer taraftan yargı bürokrasisinin tezgâhına düşüp tutucu tavrın esaretinde yasakçı bir kısırdöngünün dışına çıkamıyoruz.

AB câmiasının Türkiye aleyhinde kullandığı kozların önemli bir kısmını kendi elimizle sunduğumuzu hiç düşündünüz mü? TCK'nın değiştirilmesi ve liberalleştirilmesi gibi dev bir misyonu yüklenip de, 'zina saçmalığı' yüzünden yıpratılmanın bir âlemi var mıydı? Ya, her fırsatta mahkeme önüne çıkarılan kâzip şöhretler sebebiyle eleştirilere uğramamıza ne demeli?...

***

2004'ten bu yana TCK 301 konusunda onlarca yazı yazmışım. Özellikle yeni TCK'nın hazırlanışı sırasında, çeşitli yazılarımla başımıza gelecekleri ve bugün mâruz kalacağımız durumu açıkça anlatmışım. Lâkin kimseye dinletememişim.

TCK'daki eski 159. ve yeni 301. madde, açıkça, düşünce ve düşünceyi ifade hürriyetini ortadan kaldıran, buna zemin hazırlayan hükümler taşımaktadır. Türklük ve devlet kurumları bu şekilde korunmaz.

Beni tanıyanlar ve yazılarımı okuyanlar, Türklüğe, Türk Milleti'ne ve Türk Devleti'ne karşı olmadığımı çok iyi bilirler. Ancak, Türkiye'de 301. (eski 159.) maddeye göre hakkında en çok dâvâ (100'den fazla) açılan kişi benim. Bu garabetin bir tek izahı vardır: 301. madde, aslında düşünce ve düşünceyi ifade hürriyetini ortadan kaldıran bir maddedir. Bu çeşit maddeler, 'soyut tehlike suçu' oluşturan, 'suçun açıklığı ve kesinliği ilkesi'ne ters düşen, 'amaç ve saik'in cezalandırıldığı hükümler ihtiva eden maddelerdir.

Bu maddelerin uygulamasına bakarsanız, kendi milletine iftira eden bir takım soysuzların, mahkemeler üzerinde baskı kurularak beraat ettirildiğini; benim gibi sahipsiz aydınların ise hapishaneyi boyladıklarını görürsünüz.

***

301. maddenin değiştirilmesi değil, tümüyle kaldırılması gerekir. 'Manevi şahsiyet' saçmalığıyla yeldeğirmenlerine savaş açan jakoben yargı zihniyeti artık demode olmuştur.

Radikal, 8.1.2008

Hasan Celal Güzel

09.01.2008


 

DP'de 'genç siviller' kazandı

Seçimler ve kongreler, siyasi partilerin yaşam alanlarıdır. Oralardaki canlılık o siyasi partinin var olup olmayacağını belirler. 22 Temmuz seçimleri DP'yi komaya soktu. 6 Ocak kongresi bu komadan çıkışın ilk işareti... Kim ne derse desin, DP'yi ayakta tutan, koma halindeyken bile yaşamak istediğini gözleriyle anlatan bir "sır" var. O sırrı, son 15 yıla damgasını vuran yöneticiler fark etseydi, belki de 61 yıllık tarihi olan bir parti bu noktalara gelmezdi. Batı'nın 140 yıllık partileri devam ederken, bizim 60 yıllık80 yıllık partilerimiz ölüm sınırında dolaşmazdı. Pazar günü Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu'na hapsedilen DP kongresi, işte bu sınırda süren kötü kaderi değiştirme kongresiydi. Ya yok olacaktı, ya da yeniden doğacaktı. Türkiye'nin dört bir yanından gelen delege ikinci yolu seçti. DP'yi akademisyenlere, bürokratlara, seçkinlerin tanıdığı birine değil, halkın içinden gelen DP okulunda yetişen genç bir siyasetçiye teslim etti. Bu köşenin daimi "genç siyasetçisi" Süleyman Soylu, DP'nin genel başkanı oldu. Kongre salonu, bu dibe vuruşa, umutsuzluğa ve medyanın ilgisizliğine rağmen ciddi anlamda heyecanlı ve coşkuluydu. Hatta şaşırtıcıydı. Çoğu insan "Bundan sonra bir şey olmaz" denilen DP kongresi için Türkiye'nin dört bir yanından gelinmesini anlamakta zorlanıyordu. Oysa hem sokaktaki vatandaş, hem de sivil siyasetçiler "merkezde" AK Parti karşısında ikinci bir alternatif partiye, sığınılabilecek bir "liman" a Türkiye'nin ihtiyacı olduğunda hem fikirdi. İşte DP'yi yaşatan gerçek buydu. Süleyman Soylu bu gerçeğe tercüman oldu. DP'nin 4.Olağanüstü Kongresi'nin tarihe not düşülmesi gereken iki önemli yanı var. Bir: Kongre, DP gibi "Yaşlı siyaset sınıfı" nın hakim olduğu bir partide yenileşme yaratmanın zor olsa bile yapılabileceğini gösterdi. İki: DP, klasik "devlet-millet" partisi ayrımında son 15 yılda "millet"ten yana irtifa kaybetti. Adeta bir "devlet partisi" rolü üstlendi. Bu da "merkezin asıl sahibi" pozisyonunu AK Parti'ye kaptırdı. 4. Olağanüstü Kongre buna da bir son nokta koydu. Ama bu sadece "yeni bir yol haritası çizileceği" anlamına gelir. O noktaya yeniden dönüp dönemeyeceği birçok etkene bağlı. Özellikle de AK Parti'nin bundan sonraki yürüyüşü ve "merkez sağda" bütünleşme olgusu bu süreci derinden etkileyecek. İkinci Süleyman Kongrenin ilgi çeken bir noktası da Eski Genel başkan Mehmet Ağar'ın veda etmesiydi. Ağar hem veda etti, hem de giderayak "27 Nisan sanal muhtıra" ile ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı. Ama geç kalmıştı.(...) Bedelini de 22 Temmuz seçimlerinde ağır ödemişti. Oysa daha o seçimlere gelmeden, bugün genel başkan seçilen genç siyasetçi Süleyman Soylu, parti dışında kalmasına rağmen çok net tavır koymuştu. Bu köşeyi izleyenler bilir, "23 Temmuz Şafak Hareketi" bu tavrın bir ürünüydü ve Süleyman Soylu imzasını taşıyordu. Belki de DP delegeleri bu gerçeği gördükleri için 60'lı yılların "su işleri müdürü" Süleyman Demirel kadar tanınmayan ama DP geleneğinin "şehirli" versiyonu olan "ikinci Süleyman"ı genel başkanlığa seçiyordu. DP'de yeni bir dönem başlıyor. Kongre süresi bir güne, mekanı Selim Sırrı Tarcan gibi küçük bir mekana sığdırılsa da, "tarihi" açıdan dönüm noktası olan bir kongre oldu. Soylu ve ekibi önemli bir noktayı aştı. Ama hâlâ karşısında merkez sağın bir "Kurtlar Sofrası" olduğu gerçeği duruyor. Perde arkasında siyaseti dizayn etmeye çalışan seçkinlerin hesapları duruyor. Bakalım, parti içi ilk sınavda tüm engelleri aşan "genç siyasetçiler" bundan sonra "seçkinlerin" yeni oyun planlarını bozarak toplumla mı kucaklaşacak, yoksa onlara biat mi edecek? Sabah, 8.1.2008

Mahmut Övür

09.01.2008


 

DP'nin geleceği

DP büyük kongresini yaptı ve yeni genel başkanını seçti. Kırat'ın yeni süvarisi Süleyman Soylu oldu.

DYP ve ANAP, DP çatısı altında birleşeceklerdi. Ancak bu başarılamadı. DYP, DP adını alarak seçimlere girdi. Büyük ölçüde oy kaybedince Mehmet Ağar, yerini bu kongreyle Süleyman Soylu'ya bırakmış oldu.

DYP, 2002 seçimlerinde çok az farkla baraj altında kalınca Tansu Çiller, olgun bir tavırla liderlikten çekildi. DYP kongresi de Çiller'i, olgun ve saygılı bir tutumla uğurlamıştı.

Yerine Mehmet Ağar geldi. 22 Temmuz seçimlerinde de parti yüzde 5.5 gibi düşük bir oy alınca Ağar da çekilmeye karar verdi. Ağar'ın bu kararı da yerindedir. DP kongresinde Mehmet Ağar da olgun ve duygulu bir konuşmayla veda etti ve aynı derecede saygılı, düzeyli bir hava içinde uğurlanmış oldu.

Çiller ve Ağar'ın, başarısızlığın sorumluluğunu üstlenerek çekilmeleri, partinin aynı olgunlukla saygın biçimde liderlerini uğurlamaları takdir edilecek bir tutumdur.

Genel başkanlık yarışına yeni ve genç isimlerin girmesi de olumludur. Genel Başkan seçilen Süleyman Soylu 39, özellikle ilk turda önemli oy alan Çağrı Erhan 36 yaşında. İki genç adayın da olgun bir demokratik yarış sergilemeleri partinin geleceği açısından umut veren işaretlerdir.

Milliyet, 8.1.2008

Fikret Bila

09.01.2008


 

AB Bakanlığı kurulmalı

Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi (EDAM) Başkanı Sinan Ülgen'in Neşe Düzel'e verdiği mülakatta (Taraf, 31 Aralık 2007) söyledikleri dikkate değerdi: AKP "Türkiye'yi nereye götürmek istediğine dair endişelerin bir ölçüde ortadan kalktığı noktaya kadar AB ile ilişkileri ilerletti..."

Son seçimde % 47 oy alınca, artık meşruiyet sorununun bittiğine karar verdi. Parti içinde "AB şüphecileri" arttı; Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin, Beşir Atalay, Abdülkadir Aksu, Bülent Arınç bunların başlıcaları...

Katılım müzakerelerine başlanması kararının alındığı 2005'ten bu yana Türkiye'de Kopenhag Kriterlerini yerine getirmeye yönelik reformların yavaşladığı, uygulamada dengesizlikler görüldüğü bir gerçek. Ne var ki bu durumun nedenlerini irdelerken şu hususların da dikkate alınması gerekir: Üyeliğe aday ülkelerin hiçbiri AB'den, Türkiye kadar sınırlı teşvik görmedi. Aday ülkelerin hiçbirine, müzakerelere başlandıktan sonra, birliğin önde gelen üyeleri tarafından "Gelin size 'ayrıcalıklı ortaklık' verelim" denmedi¸35 başlıktan 14'ü askıya alınmadı. BM ve AB'nin desteklediği kapsamlı çözüm planına hayır diyen Kıbrıslı Rumlar AB'ye üye yapılırken, evet diyen Kıbrıslı Türkler dışarıda bırakıldı. Bütün bunların, AB'nin Türkiye üzerindeki "yumuşak gücü"nü büyük ölçüde ortadan kaldırdığı, üyeliğe halk desteğini ciddi bir şekilde azaltırken AB muhaliflerinin ekmeğine yağ sürdüğü muhakkak. AB'den gelen olumsuz sinyallerin AKP iktidarını etkilediğine de kuşku yok. Ama Türkiye'de siyasetin yegane oyuncusu AKP değil. Reformların durma noktasına gelmesini, parlamento içindeki ve dışındaki "AB şüphecisi" muhalefetten, bu arada asker-sivil bürokrasiden gelen direnişi dikkate almadan açıklamak mümkün değil. Ama bütün bunlar, tabii ki, AKP iktidarına şu hususların hatırlatılmasına engel değil: Türkiye'nin AB üyeliği yolunda kazanılmış hakları, AB'nin Türkiye'ye karşı yükümlülükleri var. Türkiye'nin AB'de muhalifleri kadar güçlü yandaşları bulunuyor. Türkiye, hakkı olan üyeliği kazanmak için en büyük gayreti kendisi göstermeli, reformları sürdürerek yandaşlarının elini güçlendirmelidir. (Bunları belki en iyi ifade eden yine bir AKP'li, Ankara milletvekili Haluk Özdalga oldu Bkz: "Türkiye şimdi vites büyütmeli", Yeni Şafak, 16 Aralık 2007).

AB reformlarının asıl önemli olan yanı, Türkiye'yi çağdaş bir piyasa demokrasisi yapacak olması. Sonunda AB kendi ilkelerini çiğneyerek Türkiye'yi birlikten dışlayacak olsa dahi, reformlardan kazanacak olan Türkiye. Devletin içine yuvalanmış olan çetelerin, siyasi cinayetlerin temel hedefi AKP iktidarı. Eğer AKP iktidarı kendini sağlama almak istiyorsa, hukuk devletini güçlendirmek, çeteleri ve siyasi cinayetleri bütünüyle aydınlatmak zorunda. Yeni anayasa, Türkiye demokrasisini bürokratik vesayetten kurtarmakla kalmamalı, etnik ve dinsel kimlik ayrımı gözetmeksizin bütün yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini güven altına almalı. AKP iktidarı altında ifade özgürlüğü yolunda ilerleme sağlandığına kuşku yok. Ne var ki, başta TCK'nın 301. maddesi olmak üzere ifade özgürlüğü alanındaki tüm anti-demokratik düzenlemelerin yürürlükten kaldırılması gerekir. TCK 301 hakkında yapılacak en doğru şey, bu maddeyi iptal etmek.

Türkiye Başbakan Erdoğan'ın öngördüğü üzere Kyoto Protokolü'nü imzalamalı, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne taraf olmalı, böylelikle Avrupa değerlerine bağlı olduğunu göstermelidir. Bunları yapmayan bir ülkenin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmesi tasavvur edilemez. AB katılım süreci, ilgi alanı genişleyen Dışişleri Bakanlığı'nın pek çok işinden biri olamaz. AB'yle ilişkileri yürütmek üzere bir AB Bakanlığı kurulmalı, Başmüzakereci de AB Bakanı olmalıdır. Bütün olumsuz koşullara rağmen yurttaşların en az yarısı AB üyeliğini desteklemeye devam ediyor. İki seçmenden biri AKP'ye oy verdiyse, üçte ikisi de hükümete ve Meclis'e güven duyuyor. AKP hükümeti reformları sürdürmek için gerekli halk desteğine fazlasıyla sahip. Savsaklama için bahane yok.

Zaman, 8.1.2008

Şahin Alpay

09.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri