Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Asker ve başörtüsü

Habertürk'teki "Basın Klübü" programı iki şeyi açığa çıkardı: 1-"Türban" sözcüğünün, zamanın YÖK Başkanı İhsan Doğramacı tarafından teklif edildiğini... 2-Dönemin askeri lideri Evren'in başörtüsüne külliyyen karşı olmadığını, Keçeciler'in eşinin baş bağlaması şeklinde bir başörtüsünü onayladığını...

Birinci gerçek, bugüne kadar yasak gerekçesi olarak sürdürülen "türban - siyasal simge" söylentilerinin ne kadar boş olduğunu ortaya koyuyor. İkincisi ise, bence daha önemli bir meseleyi: -Askerin kategorik olarak başörtüsüne karşı olduğu ve yasağın asker desteği ile sürdüğü yaklaşımını sorgulama imkanı veriyor. Bu ikinci konu üzerinde biraz durmak istiyorum:

Ben de zaman zaman "eşi başörtülü subayların ordudan ihraç edilmesi"inden, lojmanlara, hatta Ordu evlerine, askeri gazinolara bile başörtülü bayanların alınmamasından yola çıkarak, halkta, başörtüsü yasağının asker iradesiyle sürdürüldüğü gibi bir izlenim doğurduğunu, bunun da TSK - Halk ilişkilerini olumsuz etkilediğini yazdım.

Dedim ki: -TSK adına bu yapılmamalı. Başörtüsü bu ülkenin gerçeğidir. Anadolu'da anneler, genç kızlar başlarını bir şekilde örterler. Başörtüsü karşıtlığı ordu ile halkın ilişkilerine zarar verir. Oysa bir ordu için en olumsuz durum, halkı ile ilişkilerinde sorun yaşamasıdır. Şehit cenazelerinin üzerine kapanan kadınların, annelerin, kız kardeşlerin, halaların, teyzelerin, kuzenlerin, nişanlıların, eşlerin büyük çoğunluğu başörtülü. Onlar yaralanır.

TSK'nın başörtüsü yasağı konusundaki tavrı zaman içinde esnedi. Bağlama biçimi çene altından fiyong (tavşan kulağı) halinde olsun. İğneli başörtüsü kullanılmasın. Yaşı ellinin üzerinde olan bayanlara herhangi bir kısıtlama olmasın. gibi bir noktaya gelindi. Henüz subay eşleri ile ilgili bir iyileşme olduğuna dair haber yok. Ama, görülen kadarıyla "halkla ilişkiler" açısından olsa bile, yasak konusundaki tavır esniyor.

Ben, bunun gelişmesi gerektiğini vurgulamak isterim. Bu konunun, halk derinliğinde nasıl yara açtığı görüldükçe bu esnemenin gelişeceğine de inanmaktayım. Bence şu anda başörtüsü yasağının en katı savunucuları, kendilerini halka hesap verme gibi herhangi bir sorumluluk noktasında görmeyenler arasında bulunmaktadır.

Bu noktada en tehlikeli olan da, "İslam karşıtlığı"nın "Başörtüsü karşıtlığı" şeklinde sergilenme riskidir. Yargı bürokrasisi ve üniversite camiasındaki katı tavrı anlamak mümkündür. Kendinizi bir ideolojik çerçevede görüyor ve bulunduğunuz makam itibariyle hesap vermeyeceğinizden de emin bulunuyorsanız, halka rağmen bir duruş sergileyebilirsiniz.

Bence bu noktada en dramatik tavır CHP'nin tavrıdır. Hem halkın oyuna ihtiyacı vardır, hem de halkın inanç - kültür - hayat tarzı eğilimi ile savaş cephesinde rol üstlenmektedir. CHP, başörtüsü - halk ilişkisini bilmiyor olsa, -bu da son derece saçma olur ya- haydi, su götürür bir yanı olsun. Ama otobüsler üzerine yapıştırılmış dev seçim afişlerinde başörtülü - pardösülü, yani tam tesettürlü bayan fotoğrafları kullanmışsınız, sayın Baykal, "Bu defa başörtülülerden de oy istiyorum" gibi çıkışlar yapmış, sonra da başörtüsü yasağının baş sözcüsü olmuşsunuz.

Bu lahana turşusu ile bu perhizin birlikte gitmeyeceği çok açık. Şunu söylemek isterim: Asker, başörtüsü yasağının arkasından çok daha net bir şekilde çekildiği takdirde, yasakçılar, halkın inanç, kültür ve hayat tarzı ile sorunlu ve "halka rağmen"ci bir çizgi olarak, çırılçıplak ortada kalacaklardır. İşte o yapı sürdürülemez.

Bugün, 22.1.2008

Ahmet Taşgetiren

23.01.2008


 

Hukuka saygı, 'ordu karşıtlığı' değildir!

Genelkurmay Başkanlığı geçen cuma günü Dağlıca davasıyla ilgili olarak bir bildiri yayınladı.

Özetle dedi ki:

(1) "Önyargı ve kinle üretilmiş iddialar" önplana çıkarılarak "ordu karşıtlığı" yapılıyor.

(2) Türk Silahlı Kuvvetleri'ne "seviyesiz bir şekilde" saldırılıyor.

(3) "Yargı süreci devam ediyorken" yapılan yorum ve yazılan yazılarla "hukukun üstünlüğü" ihlal ediliyor.

Hiç birine katılmıyorum.

Bu konuda ben de yazdım.

Çünkü, Dağlıca davasının iddianamesiyle ilgili pek çok ciddi soru işareti var. Hukukun üstünlüğüne gölge düşüren, adalet duygusunu inciten bir durum söz konusu.

Onun için de her şeyden önce bir gazetecilik görevidir, böyle bir olayın üzerine gitmek ve karanlık olanı aydınlığa kavuşturmaya çalışmak.

Özellikle Taraf gazetesi bir süredir bunu yapıyor. Manşetten yayınladığı davaya ilişkin '10 soru', hukuka saygısı olan, adalet duygusu olan, vicdan sahibi herkesi rahatsız etmiştir.

Çünkü bu sorular, Dağlıca olayında üstü örtülmek istenen bir şeylerin varlığını ortaya koydu.

Bu '10 soru' manşette patladıktan sonradır ki, siyasal yelpazenin değişik kanatlarında yer alan gazeteci ve yazarlar, hukuk ve adalet açısından duydukları rahatsızlığı köşelerinde belirtmeye başladılar.

Nitekim medyada kabaran bu baskı dalgasıdır, sonunda Genelkurmay'ı açıklama yapmak zorunda bırakan...

Sözü uzatmak istemiyorum.

Birkaç noktaya değinip kısa kesmekte yarar var.

Birinci nokta:

Dağlıca davasının üzerine gitmek 'ordu karşıtlığı' değil, demokratik hukuk devletine, hukukun üstünlüğü ilkesine saygıdır.

İkinci nokta:

Dağlıca davasından kaynaklanan '10 soru', 'önyargı ve kinle üretilmiş iddialar' değildir. Tam tersine, içinde adalet duygusu taşıyan her yurttaşın vicdanını gerçekten rahatsız eden bir durumdur.

Üçüncü nokta:

Genelkurmay Başkanlığı'nın bildirisinde, yargı süreci devam ettiği için yapılan yorum ve yazılarla hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlal edildiğine diplomatik bir dille işaret edilmiş...

Genelkurmay eğer bu konuda gerçekten duyarlı ise o zaman akla çok şey takılıyor.

Şemdinli sırasında suçüstü yakalanan sanıklardan biri için, "Tanırım, iyi çocuktur" diyen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt'ın bu açıklaması, acaba hukukun üstünlüğü ile ne kadar bağdaşıyordu?

Kendi başına bir hukuk skandalı olan 367 konusu geçen nisan ayında Anayasa Mahkemesi'nin gündemine girdiği günün gecesinde, Genelkurmay Başkanlığı tarafından verilen asker muhtırası hukukun üstünlüğü ilkesine ve demokrasilerde olması gereken sivil-asker ilişkisine acaba ne kadar uygun düşüyordu?

Askeri ve sivil diye ikiye ayrılan çift başlı bir yargı düzeniyle demokrasilerdeki hukuk devleti ne kadar bağdaşabiliyordu?

Mehmet Altan'ın Star'daki başyazısında belirttiği gibi, acaba "Hangi çağdaş demokratik ülkede, bizdeki gibi askeri mahkeme, askeri yargıtay, askeri danıştay vardı?"

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt daha bu yakınlardaki bir açıklamasında, "PKK Mecliste!" dedi. Beş ayrı yasayı ihlal ettiği belirtilen bu açıklama acaba hukukun üstünlüğü ilkesi ile ne kadar uyumluydu?

Evet, hukukun üstünlüğü!

Demokrasinin, uygar yaşamın en temel ilkesi...

Ancak, hukukun üstünlüğü ilkesi demokratik bir devlet ve toplum düzeninde herkes için geçerlidir, istisnaları yoktur.

Bir başka deyişle:

Demokratik hukuk devletinde genelkurmay başkanları ya da asker 'hukukun üstünde' değildir, olamaz.

Milliyet, 22.1.2008

Hasan Cemal

23.01.2008


 

2008'de sekiz hedef

Türkiye kayıp 90'lı yıllardan, Demirel yıllarından sonra 2001 krizine kaçınılmaz olarak sürüklendi; kriz sonrası ise hem ekonomik (büyüme), hem siyasal olarak (demokrasi, AB) olumlu, verimli seneler oldu.

2003-2007 arası yüksek büyüme oranları ve siyasal yapılanmada AB'ye uyum çerçevesinde başarılı bir dönem ama yapısal dönüşüm hala tamamlanmış değil.

İçinde bulunduğumuz 2008 senesi, 22 Temmuz seçim sonuçları sonrası, her alanda bir atılım senesi olmak zorunda; geciken, ertelenen yapısal reformlar 2003-2007 arası başarının artılarını sıfırlayabilir.

Sürecin sağlıklı devamı için 2008 senesinde sekiz konunun öne çıkacağını düşünüyorum; bu sekiz konunun ikisi doğrudan ekonomik, altısı ise siyaset ağırlıklı.

İşte benim 2008 için kafamdaki sekiz çözüm ve hedef:

1- 2003-2007 arası ortalama büyüme oranı yüzde 7'den büyük; 2008'de de, küresel durgunluğa rağmen, en azından yüzde altı buçuk bir büyüme oranını yakalamamız lazım. Büyüme yavaşlar ya da durursa, bugün geride bıraktığımızı zannettiğimiz sorunlar teker teker sahneye geri dönerler, bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

2- Büyümenin sürmesi için cari açığın sağlıklı finansmanı, bunun için de doğrudan yabancı sermaye yatırımları şart; 2008'de hedef en azından 22 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye olmalı.

Bunlar ekonomik içerikli hedefler; gelelim altı siyasal çözüm ve hedefe.

3- Türban meselesi reşit üniversiteli kızlar için, saikleri ne olursa olsun, tepkisel, dini ya da siyasi, bir temel hak ve özgürlük meselesi olduğu için mutlaka en kısa sürede çözümlenmeli.

4- TCK 301 meselesi bir ifade özgürlüğü meselesi yani aynen türban konusunda olduğu gibi, bir temel hak ve özgürlük sorunu olarak algılanmalı ve aleni hakaret ve şiddete çağrı dışında tüm ifade özgürlükleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. maddesi ve içtihadı çevresinde çözüme kavuşturulmalıdır.

5- Hrant Dink cinayeti mutlaka ama mutlaka 2008 içinde başta Dink ailesi olmak üzere herkesin adalet ve vicdan hislerini tatmin edecek bir biçimde aydınlığa kavuşturulmalıdır; basına dahi yansıyan gelişmeler vicdan sahibi herkesi çıldırtmakta, devlete olan ama her geçen gün biraz daha azalan güveni yerle bbir etmektedir. Aydınlanamayacak bir Dink cinayeti devletin kavramsal ve ahlaki olarak sonu demektir.

6- Türkiye'nin 1982 yapımlı askeri Anayasa ile çağdaş dünyaya ayak uydurmasının olanaksızlığı akl-ı selim sahibi insanlar tarafından bilinmektedir; 2008 senesi mutlaka yeni, çağdaş, Kemalist/devletçi ilkelere değil liberal demokrasi ilkelerine dayalı bir Anayasanın yapılıp yürürlüğe girdiği sene olmalıdır.

7- Türkiye, adına ister Kürt meselesi ister güneydoğu meselesi diyelim, bu acı sorunu çözebilme konjonktürüne bir kez daha yaklaşmış bulunmaktadır. Siyasal iktidar bu olağanüstü şansı iyi kullanmalı ve böylece hem yöre halkı, hem tüm Türkiye hem de Ortadoğu'nun bütünü için yaşamsal olan bu çözümü bir an önce, uluslararası dengeleri gözeterek gerçekleştirmelidir. Sorunun kalıcı çözümü için yurttaşlık anlayışımızın mutlaka anayasal yurtaşlık doğrultusunda dönüşümü şarttır.

8- Tüm bu ekonomik ve siyasal dönüşümlerin hem gerçekleşebilmesi hem de sürdürülebilir, kalıcı olması için AB müzakere sürecinin sağlıklı ve tam üyeliğe yönelik olarak sürmesi gerekmektedir.

Türkiye 2008 içinde bu sekiz hedef çözümü gerçekleştirebilirse bundan emin olun herkes ama en başta Türkiye'nin geleceği, çocuklar kazançlı çıkacaktır.

Star, 22.1.2008

Eser Karakaş

23.01.2008


 

Çeteler

Hayatımızı, yaptığımız tercihler belirler. Önümüzde uzanan onlarca belki de yüzlerce yoldan hangisine sapacağımıza karar vermek ve bunu uygulamak, bizimle birlikte çevremizdeki her şeyi de etkileyip değiştirir.

Doğru bir tercih, çevremizi de bizimle birlikte ve bizim istediğimiz biçimde şekillendirir.

Yanlış bir tercih ise bütün çevremizi ve hayatımızı hiç de istemediğimiz bir mecraya doğru sürükleyebilir.

Onun için attığımız her adımın mutlaka bir sonucu ve bir tepkisi olacağını baştan bilmemiz gerekir.

O anda içinde bulunduğumuz duruma ya da şartlara göre, uzun vadeli sonuçlarını hiç düşünmeden yapacağımız bir tercih o anı kurtarabilir, bizi rahatlatabilir ama hayatımızın ondan sonraki gelişiminin denetimini de bizim elimizden alabilir.

Yanlış bir tercih yapmışsak, ondan sonra nasıl yaşayacağımızı büyük ihtimalle başkalarının kararları belirler.

Yanlış tercihlerin en korkunç sonucu, amacımızla kendi aramıza başkalarının iradelerini sokmaktır.

Bu, insanlar için geçerli olduğu gibi devletler ve hükümetler için de geçerlidir.

Yanlış tercihler yaptıklarında yanlış sonuçlar alırlar.

Kendi ülkelerinin yönetimini kaybederler.

Kaderlerini başkalarının kararları belirler.

Türkiye yaklaşık her ciddi konuda yanlış tercih yaptı.

Karşılaştığı her sorunu "o an" için çözmeye çalıştı.

Uzun vadeli düşünemedi.

Ve, her zaman olduğu gibi "o anı" düşünmek, geleceği tehlikeye attı.

Çünkü "kısa vadeli" çözümler çözüm değildir, aksine yeni ve daha büyük bir sorun yaratmak anlamına gelir.

Hatta bazen daha önceden varolmayan yeni sorunlar doğurur.

Özellikle son yirmi yılda Türkiye sorunlarını "hukuk dışına" çıkarak çözmeyi tercih etti.

Her seferinde de daha büyük bir sorunu oldu.

Devlet içinde çeteler kurdu, Susurluk felaketini yarattı.

Bu sorunu "çözmemeyi" tercih etti sonra.

Üstünü kapattı sadece.

Susurluk da toprağa gömülmüş uğursuz bir tohum gibi sürekli olarak yeni hukuksuzluklar yetiştirdi.

Şemdinli felaketine biz Susurluk üstünden geldik.

Şemdinli'yi de çözmemeyi tercih ettik.

Devlet görevlileri, hukukun kendilerine dokunamayacağına inandı.

Bu yanlış tercihlerin sonucunda ne oldu peki?

Dün bizim gazetede Mehmet Elkatmış'ın Neşe Düzel'e söylediği gibi Türkiye'nin her yanını çeteler sardı.

Elkatmış'a göre bugün Türkiye'de "binlerce" çete var.

Kürt sorununu "çözmek" için yapılan yanlış bir tercih, hem Kürt sorununun büyümesine hem de Türkiye'nin bir çeteler bataklığına dönmesine neden oldu.

Asıl sorun çözülemediği gibi çözülmesi çok zor yeni bir sorun daha yaratıldı.

Bu çetelerin hemen hemen hepsinin içinden bir devlet görevlisi çıkıyor.

Binlerce devlet görevlisinin çetelerle çalıştığı anlamına geliyor bu.

Binlerce "çeteci" devlet görevlisi ne demek, biliyor musunuz?

Devlet iflasa yaklaştı demek.

Hrant Dink suikastında bu iflası çok açık bir şekilde gördük biz.

Katillerin devlet görevlileriyle yakın ilişkiler kurduğu ortaya çıktı.

Katilin eline bayrak verip resimler çektirdiler.

İngiltere'de bir İskoç yazarını vuran katilin, elinde İngiliz bayrağı, yanında İngiliz polisiyle resim çektirdiğini düşünsenize...

Düşünemezsiniz bile.

İngiltere ile aramızda böyle bir fark olması çok mu onur verici?

Yapılan yanlış tercih, gelişmişlikle aramızdaki mesafeyi biraz daha açtı.

Şemdinli'yi görmeyen, Dink'i öldürtenleri yakalamayan. Dağlıca baskınının hesabını sormayan hükümet ise siyaset yapabilmek için daracık bir alana sıkıştı.

Kendi yanlış tercihleri, kendi iktidarını kaybetmesine yol açtı.

"Anlık" hesaplarla işi idare edeceğim derken çok istediği iktidarı iyice elinden kaçırdı.

Türkiye yönetilmesi zor bir ülke haline geldi.

Şimdi "birileri" Türkiye'yi ve hükümeti sıkıştırmak istediğinde eldeki çeteleri kullanarak bombalar patlatıyor, insanları vurduruyor.

Ülke de hükümet de çaresiz kalıyor.

Ancak başka devletler araya girerse sorun çözülebiliyor.

Türkiye, sorunlarını çözebilmek için iyiden iyiye başkalarına muhtaç duruma düşüyor.

Bu, yanlış tercihlerin sonucu.

Peki, ne olacak?

Yanlış tercihlerde ısrar edildiği sürece yanlış ve istenmeyen sonuçlar elde edilecek.

Doğru tercih ne?

Hukuka sahip çıkmak.

Bunu, bu iktidar yapabilir mi?

Bu kadar yanlış tercihten sonra zor gözüküyor.

Yanlış her adım, insanı amacından biraz daha uzaklaştırır, insanın hayatını biçimlendirme gücünü biraz daha azaltır.

Doğru tercihi yapmak ve ona kararlılıkla sahip çıkmak biraz daha zorlaşır.

Gene de her zaman bir ümit var.

Yeterli aklı ve cesareti gösterip, durumu toparlamak mümkün.

Ama şu soru tabii ki dehşet verici:

O kadar akıl ve cesaret olsaydı bu kadar çok yanlış tercih yapılır mıydı?

Taraf, 22.1.2008

Ahmet Altan

23.01.2008


 

Bu bir kriz değil, buhran

Ey yatırımcı! Bu kez düğmeye ABD Başkanı George Bush bastı. 145 milyar dolarlık ve orta ölçekli bir yatırım fonu büyüklüğündeki paketi açtı. 5 aydır gerçeği görmek istemeyen piyasa aktörleri altüst oldu. Paketle birlikte dağ fare doğurdu.

Boğa postuna bürünmüş "Ayı piyasası" olanca ağırlığı ile para piyasalarının göbeğine oturdu.

Artık gerçeğin adını doğru koyalım.

4 yıldır etkisini sürdüren "Boğa piyasası" çoktan bitti. Boğalar, dünya para trafiğine veda etti.

Yeni dönemin yıldızı Ayılar ise hoşgeldi!.. Artık dünya 'büyüme ve enflasyon' arasında gel-git yaşayacak.

Sakin olalım.

ABD'de başlayan sistem sıkıntısının dünyayı ve bizi nasıl etkileyeceğini doğru irdeleyelim. Öncelikle yaşanılan sıkıntının adını doğru koyalım.

Bu bir kriz değil, buhran!..

Malum, krizler ani gelir, içinde fırsat barındırır. 3 ile 5 ay arasında uçup gider. Buhranlar ise uzun sürer. Dünyanın tüm dengelerini altüst eder. Olay sadece borsalar, kurlar ve faiz açısından değil, reel sektör açısından önem taşıyor.

Dün, dünya para trafiğinde yaşanan düşüşün fırsatla ilgisi yoktu.

Abartmıyoruz.

2001 yılında başlayan ve 2003'ten bu yana şişen büyük balon nihayet sönmeye başladı.

Trilyon dolarların döndüğü para piyasalarında aynen "Kırmızı şapkalı kızın hikâyesi" yaşanıyor. Para trafiğinde alarm veren saadet zinciri kırılıyor. Para ve maliye politikasını birlikte götüremeyen ve ikiz açıklarla mücadele eden ABD'de sistem tıkandı.

Eğer, bu tablo böyle giderse, milyar dolarları yönetenler çocuklarına, "Bir buhran nasıl yönetildi? Veya yönetilmedi?" diye işin hikâyesini anlatacak. Bildiğiniz gibi bu balon önce hisse senedi piyasasına uçtu. Arkasından emtia piyasalarına yöneldi. Suprime, prime, mortgage derken çeşitlendikçe çeşitlendi. Türev piyasalarla sürdü gitti.

Niye mi?

Çünkü parasına para katmak isteyenler likidite bolluğunun yarattığı, 'sanal cennetten' çıkmak istemedi. Bir kuzudan bir post çıkarmak yerine bir kuzudan 10 post çıkartmayı yeğlediler. 2003-2007 yılları arasında süren boğa piyasasında aktifler değerlendi, servet transferi oldu. Menkul ve gayrimenkul fiyatları uçtu.

Kazanan kazandı.

Olay bu...

Sabah, 22.1.2008

Meliha Okur

23.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri