Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Prof. Dr. Ahmet İnsel: AKP kalıcı çözüm fırsatını kaçırdı

*Türbanla ilgili son düzenlemeye nasıl bakıyorsunuz?

İnsel: Öncelikle, üniversitelerde genç kızların türbanla girme hakkını teslim etmemiz gerekir. Bu sorunun, “konjonktür elveriyor” denilerek bu şekilde bir baskın yapar gibi çözülmeye çalışılması, bir kere bu hakkın kazanımını büyük ölçüde tehlikeye atıyor. Bu girişim, sorunu çözmeme ihtimalini, çözme ihtimali kadar güçlü bir şekilde gündeme getiriyor. Eğer bu sorunu samimi bir şekilde çözmek istiyorsak, bu engelin artık bir daha kesinlikle gündeme gelmemesini sağlayacak bir şekilde yapmamız şart. AKP, genel bir özgürleşme bağlamında toplu bir anayasa değişikliği paketi içine bunu katarak türbanı olağanlaştırabilir; onu tek bir çevreye özgü bir sorun olmaktan çıkarabilirdi. Böylece sorun çok daha radikal ve kalıcı bir şekilde çözülebilirdi. Şu da söylenebilir: “Bir hak ihlali varsa tek başına kaldırılabilir. Diğerleriyle koşullandırmak gerekmez.” Doğru ama o zaman şunu söylemek lazım: AKP, türbandan önce bir dizi hak ve özgürlük ihlalini, örneğin 301. maddeyi gündeme getirmişti. Bunlar anayasa değişikliği olmadığı için MHP’ye de ihtiyacı yoktu. Bugün türban için “konjonktür müsait” deniyorsa, konjonktür çok daha müsait olmasına rağmen diğer düzenlemelerinin neden yapılmadığının hesabını sorma hakkımız doğuyor. 301 için müsait olmayan konjonktürün türban için müsait görülmesi, bu konjonktür olayına oportünistçe yaklaşıldığını düşünmemize yol açıyor. Öte yandan, üniversitelerde anti-demokratik yapı değişmediği için bu türbanlı kızların bazı üniversitelerde taciz edileceklerini düşünüyorum. Veya bir dizi laikçi, otoriter rektörün şan olsun diye, şövalyelik yapmak için, anayasa değişikliğine rağmen bunları engellemelerinden, sorunun idare mahkemelerine taşınmasından ve sonuçta Danıştay veya bir başka yüksek mahkeme tarafından yasakların kalıcılaştırılmasından da endişeliyim. Dolayısıyla bunu denge ve karşı-dengeler gözetilmiş çok daha genel bir düzenleme içine koymayarak çok büyük bir fırsat kaçırıldığına inanıyorum. Eğer AKP deseydi ki “biz sivil bir anayasa yapma güç ve enerjimizi kaybettik” o zaman bunu başka türlü değerlendirirdik.

*İşin içine MHP’nin dahil olması pozisyonunuzu etkiledi mi?

İnsel: Hayır. Zira MHP daha önce bazı uyum yasalarını desteklemişti. Sırf MHP destekledi diye bunlara kötü şeyler diyemeyiz. Burada beni rahatsız eden, MHP ile yapılan türban pazarlığının bir karşılığının olması. Bu da 301’in ertelenmesidir.

*Bu konuda bir bilgiye sahip misiniz?

İnsel: En azından MHP’liler böyle söylüyor. İlerde AKP-MHP ittifakı bozulabilir ama “türbana karşı 301’i erteleme” veya “Vakıflar Yasası’nı daha da sıkılaştırma” gibi pazarlıkların simgesel anlamı çok büyük. Böyle olunca türban düzenlemesi, basit bir hak ihlalini giderme olmaktan çıkıp siyasi bir manevraya dönüşüyor. Bir hakkın, başka hakların ertelenmesi için pazarlık konusu edilmesi insanı üzüyor.

*Türban tartışması bir arada görünen bir grup aydın arasında bir yarılma yarattı. Bu bir kaza mı, yoksa zaten varolan bir ayrışmayı mı tetikledi?

İnsel: 22 Temmuz seçimleri öncesi “Ne olursa olsun AKP’yi desteklemek gerekir” diyenlerle bağımsız sol adaylara önem verenler arasında bir ayrışma vardı. AKP’nin 2.5 yıldır bekleyen 9. reform paketini gündeme getirmemesi; Ekim ayında açacağını söylediği anayasa değişikliğini sadece iki konuda, cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi ve türbanda hatırlaması, bir kesimde AKP’nin artık reform yapma kapasitesinin sınırlarına geldiği inancının güçlenmesine neden oldu. Diğer kesimse, bunun doğru olmadığını, zaten AKP’nin alternatifinin de bulunmadığını; reform yolunda sıkıştırılması gereken yegane gücün AKP olduğunu savunuyor.

*AKP neden tıkandı?

İnsel: Birkaç kaynağı var. Birincisi, reformlar büyük ölçüde AB üyeliğinin mümkün olduğu yolundaki bir inancın beslediği bir toplumsal dinamikle mümkün olmuştu. AKP’yi de aşan bu dinamik, iç ve dış faktörler sonucu kırıldı. Bunun durması sonucunda AKP’nin sadece kendisinden kaynaklanan reform dinamikleri geride kaldı ki doğal olarak muhafazakâr, ataerkil geleneklere sahip, otoriter bir düşünce dünyasından beslenmiş, MHP ya da CHP kadar olmasa da milliyetçi içgüdüleri olan bir kadronun reform potansiyeli sınırlı olacaktı.

Vatan, 9.2.2008

Konuşan: Ruşen Çakır

10.02.2008


 

Ya değişiklik yetmiyorsa

Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesini belirleyen 10. maddesindeki değişikliği konuyla çok da ilgili görmüyorum; yapılan değişiklik olsa olsa bu eşitliği biraz daha pekiştiriyor.

Daha önce de yazmıştım, Anayasa Mahkemesi’nin türbana yasak getiren kararında 10. maddeye ilişkin bulunan aykırılık bu değişiklikle giderilebilecek gibi değil, bence herhangi bir değişiklikle bile giderilemez nitelikte zaten. Çünkü mahkemenin gerekçesi hukuki anlamda çok daha soyut ve dolaylı bir noktadan hareket ediyor. Mahkeme, mealen ‘Aynı sınıfta başörtülü ve örtüsüz öğrencilerin bulunması, dini bir simge takan baş-örtülüler lehine eşitliği sarsar’ diyordu.

Değişiklik hizmet alımı açısından eşitliği öngörüyor, yani türbanla tapu dairesine gidilebiliyorsa okula da gidilebilir denmek isteniyor. Ama Anayasa Mahkemesi, türbanı eşitlik prensibine aykırı görürken bundan değil, türbanlı ve türbansız öğrenciler arasındaki eşitsizlikten söz ediyordu.

Anayasa’nın 42. maddesinde yapılmakta olan değişiklik bu bakımdan konumuzun merkeziyle ilgili. Meclis’te ilk tur görüşmelerde kabul edilen değişiklik, ‘eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi’ başlıklı bu maddeye yeni bir fıkra ekliyor.

Eklenen fıkra şu:

“Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir.”

Tek başına bu iki cümleye soyut bir hukuki açıdan baktığınızda, konunun laiklikle bağlantısını kurmak imkânsız gibi bir şey. Bu iki cümlede ne dini bir referans var ne de bunun mevcut laiklik ilkesine değdiği bir yer.

Bu bakımdan, bir haftayı aşkın süredir epey bir hızlanmış ve kırıcı hale dönüşmüş biçimde devam eden laiklik-özgürlük tartışmalarının da anlamsız boş konuşmalar olduğunu söyleyebilir insan.

Sahiden öyle mi?

Eğer öyleyse iktidar partisi sözcülerinden tutun da oturumu yöneten Meclis başkanvekiline, muhalefet milletvekillerinden teklife destek veren MHP’li ve DTP’li vekillere kadar herkes neden laiklikten, başörtüsü özgürlüğünden, başörtüsü nedeniyle eğitim hakkı engellenen genç kızlardan söz ediyor?

İşte zurnanın zırt dediği, bütün kafaların karıştığı yer tam da burası. Çünkü hukukla siyaset bu noktada yer değiştiriyor. Siyasetçi çıkıyor, ‘Biz bunu türbana özgürlük için getirdik’ diyor, yarın öbür gün değişiklik Anayasa Mahkemesi denetimine gidecek olursa aynı siyasetçi çıkacak, ‘Ne ilgisi var türbanla, biz öğrenim özgürlüğünün sınırlarını belirledik ve özgürlüğü sınırlamada kanunilik ilkesi getirdik’ diyecek.

O zaman konuya hukuku da katmak açısından şöyle bakmak lazım: Anayasa’da yapılan değişiklik tek başına türbana özgürlük getirir mi, getirmez mi?

Açıkçası, tek başına bu değişiklik türbanın serbest kalmasını sağlamazsa kimse şaşırmasın.

Bunu mevcut uygulamadan hareketle söylüyorum. Çünkü mevcut uygulamada da, yasanın ‘kanunların yasaklamadığı’ demesine rağmen yasak devam ediyor ve devam eden yasak da Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla bir anlamda hukuki meşruiyet kazanıyor. Kanundaki kalıbı anayasaya taşımakla uygulamanın değişmesini beklemek bana fazla iyimserlik olurmuş gibi geliyor.

O zaman bütün Türkiye bu konuyla boşuna mı yatıp kalkıyor, büyük kavgalar oluyor?

Çıkartılacak bir yasa, YASAK olanın ne veya neler olduğunu açıkça tarif edene ve bu tarifin türbanı kapsamadığı önce Anayasa Mahkemesi, ardından Danıştay tarafından tescil edilene kadar da kanımca mevcut uygulama devam eder.

Anayasa’nın yeni hali Anayasa Mahkemesi’nden onay alsa dahi, emredici hüküm ‘kanunda yazılı olmayan...’ şeklinde formüle edildiğinden, uygulama yasasının serbest olanı değil yasak olanı tarif etmesi gerekiyor. Mevcut eğilim mümkünse hiçbir şeyi yasaklamamak şeklinde olduğuna göre ve zaten halen yürürlükteki yasa da böyle dediğine göre, o zaman Danıştay ve AİHM kararlarının ortadan kalkmasını gerektirecek bir değişiklik yapılmamış demektir.

Rektörler zaman içinde uygulamayı, yani yasağı yumuşatabilir, hatta tamamen kaldırabilir. Ama bu durumda da, başı açık bir öğrencinin ‘Ben manevi baskı altındayım’ diyerek İdare Mahkemesi’ne başvurması, türbana izin veren rektörleri ve diğer üniversite yöneticilerini zor durumda bırakabilir.

Kısacası, parlamento kendi prestijini ortaya koyarak bir iş yapıyor ama bu işten bir sonuç alınması son derece şüpheli.

Radikal, 9.2.2008

İsmet Berkan

10.02.2008


 

Anayasa formülüne gerek yoktu

Soru: AKP üniversite kapısında türban meselesini anayasa ve yasa değişikliği olmadan, uygulama pratiğinde çözemez miydi?

Yanıt: Bu yılın temmuz ayında 22 rektörün görev süresi doluyor. İsimlerini sayalım: Prof. Dr. Mustafa Akaydın, Prof. Dr. Nusret Aras, Prof. Dr. Yaşar Sütbeyaz, Prof. Dr. Ayşe Soysal, Prof. Dr. Mehmet Bakır, Prof. Dr. Alper Akınoğlu, Prof. Dr. Fikri Canoruç, Prof. Dr. Emin Alıcı, Prof. Dr. Ülkü Bayındır, Prof. Dr. Cengiz Utaş, Prof. Dr. Mehmet Hamdi Muz, Prof. Dr. Kadri Yamaç, Prof. Dr. Erhan Ekinci, Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Prof. Dr. H. Faruk Karadoğan, Prof. Dr. İbrahim Özen, Prof. Dr. İ.Vildan Alptekin, Prof. Dr. R. Ferit Bernay, Prof. Dr. Ural Akbulut, Prof. Dr. Enver Duran, Prof. Dr. M. Abbas Yurtkuran ve Prof. Dr. E. Durul Ören.

Bu rektörlerden 10’u sekiz yıldır görevde yani yeniden seçilmeleri mümkün değil.

2009 yılında 2, 2010 yılında da 18 üniversitede rektör seçimi yapılacak.

YÖK Genel Kurulu’nda dengeler zaten değişiyor, Çankaya’nın eğilimi de belli.

Asgari dört ay (temmuza kadar) en çok iki yıl beklenseydi...40 kadar rektörün değişeceği yeni üniversite ortamında türban meselesi çok daha kolay, sessiz sedasız hal yoluna girmez miydi?

İktidar partisi neden sabır gösteremedi, acelesi neydi?

Hürriyet, 9.2.2008

Enis Berberoğlu

10.02.2008


 

İstanbul’da, Rumlardan kalma evlere, kimler nasıl el koydu?

Hani yakın tarihimizin yüz karası 6-7 Eylül olayları vardır. Bir gecede 14 bin İstanbullu Rum vatandaşımızın ölmekten korkup, Yunanistan’a kaçtığı utanç günlerimiz... Biraz da kendimizle yüzleşelim. Yalan mı? Ben o günlerde çocuktum, Yeşilköy İlkokulu’nda sınıfımızı yarısı boşalmıştı. Komşularımız bir gece vakti yok olmuştu. İşte onların İstanbul’da bıraktığı çok değerli ve güzel evler, iş hanları vardı. Örneğin Karaköy’den Şişhane’ye doğru çıkan Bankalar Caddesi’ndeki muhteşem hanlar.

Karaköy Meydanı’ndaki taş binalar. Hatta yakın zamana kadar PTT olan bina. Sonra çıkıp Taksim’e... Sıraselviler’e doğru uzaman apartmanlar, Özetle tüm Taksim, Beyoğlu, Tepebaşı, Şişhane. Hatta Maçka, Nişantaşı... Aynalı asansörleri hâlâ çalışan o ‘palas’ların sahipleri kaçıp gitmişti. Peki alınıp-satılması için hangi avukatlara vekaletname vermişlerdi?

Nerede verildi o vekaletnameler? Atina’da mı, yoksa İstanbul’da mı? Doğup büyüdüğü İstanbul’daki evinden zorla ayrılmayı içine sindiremeyip ölen yaşlı Rum’lardan vekaletname nasıl alındı? Cenazesi mezardan çıkarılıp, papaz efendinin huzurunda yeminli notere mi götürüldü? Yoksa sahte evraklar, imzalar, mahkemeden alınan verasetler ile mi? Ölmüş adamların evleri, İstanbul’da kimlere satıldı, bu işleri hangi avukatlar yaptı? O Taksim gezilerindeki muhteşem evlerin ilk Türk sahipleri kimler? Çok basit bir örnek. Maksim Gazinosu’nun binası önceden kimindi? Fahrettin Aslan o binayı kimden, kaç liraya aldı?

Her gece başka bir eğlence yerinde görünen küçük oğlu Mehmet Aslan, babasının Maksim’i kimden satın aldığını biliyor mu? Maksim’in sağındaki solundaki binalar, Talimhane’deki büyük binaların 60 yıl önceki sahiplerini hep merak ederim. Türkler değil. Çünkü o zamanlar en zengin Türkler bile tarlada pamuk topluyordu veya bakkal işletiyordu. Saray mensupları da Boğaz’daki yalılar ve köşklerde yaşamayı seviyordu. (...)

Ölmüş Rumların servetlerine el koyarak Cumhuriyet zengini olan zenginleri siz çok iyi tanıyorsunuz. Her Allah’ın günü gazetelerde, bize yol gösteriyorlar. Fabrikası, mühendisi, işçisi, doğru dürüst ziraati ve hayvancılığı olmayan, yani sanayi devrimini gerçekleştiremeyen toplumlarda zenginler işte böyle doğar. Burjuva sınıfı eski hırsızlardan oluşur.

Bugün. 9.2.2008

Aykut Işıklar

10.02.2008


 

Gelinen nokta...

Gelinen nokta -başlıkta da belirtmeye çalıştığım gibi- “nokta nokta”dır diyebiliriz. Yani daha açıkçası, henüz hiçbir şey olmamış, başörtüsü yasağının kalkması yönünde henüz olumlu hiçbir gelişme gerçekleşmemiştir.

“Bunu nasıl söylersin, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklikleri ne yapacağız” diye sormuyorsunuzdur umarım.

Sormayın, çünkü söz konusu değişiklikler Anayasa açısından hiçbir şeyi değiştirmemiştir.

Bunu söylerken sanmayın ki, dün pek çok gazetenin (Hürriyet’ten Radikal’e) baş sayfasını süsleyen “Bu ülkede hakimler var!” anafikrinin işaret ve hiç değilse ima etmeye çalıştığı problemi kastediyorum. Biliyorsunuz bu problem, Anayasa Mahkemesi’nin 10 ve 42. maddede yapılan değişiklikleri şekilden mi yoksa esastan mı ele alması gerektiği üzerine kafa yoruyordu.

Söylediğim gibi, benim açımdan bu “problem” bir problem teşkil etmiyor. Anayasa Mahkemesi, muhakkak ki, söz konusu değişiklikleri “şekil şartları” açısından inceleyemeye alacaktır. Aksini düşünmek -bana- mantıksız geliyor, çünkü söz konusu maddelerde yapılan değişiklikler maddelerin bugünkü haline ek olarak en ufak bir yenilik getirmiyor. Dolayısıyla bu durum Anayasa Mahkemesi’ni niçin meşgul ya da rahatsız etsin?

Demek ki, Anayasa’da yapılan değişiklikler Mahkeme’den problemsiz biçimde geçecek, ama bu değişikliklerin başörtüsü yasağının kalkması yönünde en ufak bir katkısı olmayacaktır.

Çünkü:

Bugünkü hali “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” olan 10. maddeye, 401 kabul oyuyla “ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında” ilavesini yapmak maddenin ruhuna hiçbir katkı yapmamaktadır. Aksini düşünmek (hayal etmek) mümkün müdür? Pek tabii ki, büyük gürültüyle maddeye eklenen “kamu hizmetlerinden yararlanılması” ifadesi de önceki cümlede bahsedilen “bütün işlemler”in bir parçasıdır. Dolayasıyla bu değişiklikte “yeni” bir yanın olduğunu iddia etmek imkansızdır.

Benzer şekilde, bugünkü hali “Kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” (1. fıkra) ve “Öğretim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir” (2. fıkra) olan 42. maddede yapılan “değişiklikler”den umutlanmak da boşunadır. 1. fıkrayı “Kimse, kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” şekline sokmanın neresi yenilik! 2. fıkrayı “Öğretim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları kanunla tespit edilir ve düzenlenir” şekline sokmanın neresi “umut”? Fıkraya “ve kullanılmasının sınırları”nın eklenmesi neyi değiştirir? 42. maddenin kabul edilen 7. fıkrasının “kanun”da ısrarı ise (“kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeble kimse yükseköğretim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir”) sanki 1000 yıl öncesinin İngilteresi’nde mutlak monarşinin önüne duvar örmek isteyen meşrutiyetçilerden esinlenerek kaleme alınmış! Anayasasında “hukuk devleti” olduğu söylenen bir ülkede, “kanunda açıkça yazılı olmayan” mahrumiyetlerden söz etmenin ne âlemi var?

Demek ki, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklik derde deva olacak nitelikte değil. Söz konusu “değişiklikler”, mevcut maddeleri biraz daha “açmış” o kadar. Bu “değişiklikler” tek başına hiçbir işe yaramaz. Peki, bu “değişiklikler”in yanı sıra (“çene altı” şartından dolayı!) giderek mizah konusu olan “ek 17. madde”ye ilişkin “uzlaşılan metin”i de Meclis’ten geçirmek bir işe yarar mı?

Yaramaz, çünkü söz konusu “uzlaşılan metin”, içinde “başının örtülü olması” ifadesini barındırdığından, yasalaştığı takdirde Anayasa Mahkemesi tarafından büyük ihtimalle (“muhakkak” dememek için böyle söylüyorum) –88’deki düzenlemenin haklı iptali örnek alınarak– iptal edilecektir.

Aslına bakacak olursanız, yasağın kaldırılması açısından bu ek 17. maddenin bugünkü hali (“Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir:”), ben kendilerini “mânasız” bulsam da, tek başına yeterlidir.

Zaten dikkat ederseniz (Cemil Çiçek’in genel kuruldaki konuşmasını hatırlayın), “uzlaşılan metin”e yönelik tereddütler de artmıştır. Ek 17. maddenin bugünkü haliyle bırakılması mümkündür..

Yeni Şafak, 9.2.2008

Kürşat Bumin

10.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri