Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ticaniler CHP'liydi ve CHP için çalışmışlardı

Atilla Yayla’nın yargılandığı ‘5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a neden ihtiyaç duyulduğunu kanunun mucidi Celal Bayar, yıllar sonra şöyle açıklamıştı: “İktidarımızın ilk yıllarında, Kemal Pilavoğlu adında birinin yönettiği tarikat mensupları ellerine geçirdikleri çekiçlerle Atatürk heykellerine saldırıyor, huzursuzluk çıkartıyorlardı. Hükümet, bunlara karşı gerekli tedbirleri alıyordu. Fakat olayların birbirini kovalaması, toplumda sinirli bir hava estirdi. Pilavoğlu isimli tarikat şeyhi, 26 müridi ile yakalanıp adliyeye sevk edildi. Yine bu aylarda yeraltı faaliyeti yapan bir gizli Komünist Partisi de ele geçirildi ve 188 üyesi Adliyeye sevk edildi. Bütün bunlar gösteriyor ki; demokrasinin getirdiği hürriyet havası içinde aşırı akımlar ortalığa yayılmışlardı. Toplumu aşırı cereyanların zararlarından korumak lazımdı. Bunun için sağ ve sol akımlara karşı Ceza Kanunu’ndaki cezaları ağırlaştırmak, Atatürk heykellerine ve Atatürk’e karşı harekete geçeceklere karşı da Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartmak gerekiyordu (...) Atatürk’ün kurduğu ana muhalefet partisi ise bu kanun karşısında yer aldı. Demokrat Parti içinden bazı milletvekilleri de, şahsi düşüncelerine bağlı kalarak bu kanunun çıkmasını engelliyordu (...) Kanun müzakeresi aylarca sürdü. Bir gecede 17 Atatürk heykeline birden saldıranlar, o gün bugün ortada yoktur.” (Erkin Umsan, Yeni Asır, 10 Kasım 2003) TİCANİLER • Bayar’ın sözünü ettiği “gizli komünistleri’ çoğumuz ezbere biliyorduk ama ‘Kemal Pilavoğlu’nun tarikatı’ neydi acaba? Ticanilik diye anılan bu tarikat, 1946’da çok partili döneme geçişle birlikte güç kazanan dinsel hareketlerden biriydi. (...) Kemal Pilavoğlu adlı hukuk fakültesinden terk şahıs tarafından 1930’larda Ankara’nın Çubuk ilçesi ile Çankırı’nın Şabanözü ilçesinde örgütlenmişti. Ticanilik adını Şazeli-Halveti kökenli Ebu’l Abbas Ahmed et-Ticani (1737-1815) tarafından Cezayir’de kurulan ve Fas, Hicaz, Mısır, Trablusgarp ve Senegal’de yayılan Ticaniye tarikatından alıyordu. Ancak Pilavoğlu’nun tarikatının asıl tarikatla ilişkisi çok şüpheliydi. Çünkü Pilavoğlu, güya rüyasında Ahmed et-Ticani’ye intisap ettiğini görmüş, ardından Abdülkadir Medeni adlı birinden tarikat ruhsatı almıştı. HEYKEL PUTTUR • Pilavoğlu ve müridleri ilk kez 1943’de, kovuşturmaya uğramışlar ancak kısa bir süre sonra serbest bırakılmışlardı. Bir süre sonra ‘Heykel puttur’, ‘Laiklik dinsizliktir’, ‘Hilafeti kaldıran Atatürk mel’undur’, ‘Türkçe ezan küfürdür’ sloganları ile ortaya çıktılar ve ilk büyük eylemlerini 4 Şubat 1949’da TBMM’nin dinleyici bölümünde Arapça ezan okuyarak yaptılar. Ardından, Bayar’ın dediği gibi, çeşitli yerlerdeki Atatürk heykellerine saldırmaya başladılar. Tarikatın eylemleri 1951 yılı başlarından itibaren halkın da dikkatini çekmeye başladı. CHP, DP’yi sıkıştırmak için “Ticanileri tel’in mitingleri” yapmaya başladı. İkinci Menderes Hükümeti’nin kurulduğu dönemlerde yoğunlaşan protesto mitinglerine DP, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkararak yanıt verdi. (...) ‘SARI ÇİZMELİ’ YORUM • Bayar’ın dediği gibi CHP bu kanunun çıkartılmasına çok sıcak bakmamıştı. Bunun nedeni daha sonra anlaşılacaktı. Ancak bazı DP milletvekilleri de yasaya karşıydılar. (...) Muhalifler, tek bir kişi için kanun çıkarılmasının o sırada yürürlükte olan 1924 Anayasa’sının 69. maddesine aykırı olduğunu düşünüyorlardı. Bunun üzerine hükümet, Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye gelmiş olan Yahudi asıllı ünlü Hukuk Profesörü Ernst Hirsch’in görüşüne başvurdu. Hirsch şöyle dedi: “Anayasa başka şeylerin yanı sıra, bir şahsa imtiyazların tanınmasına imkân sağlayacak yasaların çıkarılmasını yasaklamaktadır. Buradaki ‘şahıs’ deyimi, ‘gerçek kişi’ yani ‘insan’ anlamına gelmektedir. Madde 27’ye göre insanın şahsiyeti, doğumunun tamamlanmasından itibaren hayatla başlar ve ölümle son bulur. Atatürk adında bir şahıs, artık hukuki anlamda mevcut değildir. Dolayısıyla ona yasa yoluyla bir imtiyaz sağlanması söz konusu olamaz. (...) Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusudur.” Bu açıklama milletvekillerini tatmin etmiş olmalıydı ki, kanun 25 Temmuz 1951’de kabul edildi. Pilavoğlu ve 74 müridi, 5 Mart 1952’de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 15 ay hapis cezasına mahkûm oldular. BOZCAADA BEYİ. 27 Mayıs darbesinden sonra Milli Birlik Komitesi tarafından Bozcaada’ya sürülen Kemal Pilavoğlu, iddialara göre Orta Anadolu’dan getirttiği 130 kadar müridiyle ada ekonomisine egemen olmuştu. Adanın pastanesi, kasabı, manavı, fırını hep onundu. “Şarap üretmek günahtır; üzümlerini şarapçılara verenler cehennemde cayır cayır yanar” diyerek Müslüman bağcıların yüreğine korku salan Pilavoğlu, Bozcaada’yı terk ettirdiği Rumların bağlarını teker teker satın alarak pekmezcilikten servet edindi. 1977’de, karısının ihbarı üzerine evinin üst katında üç oğlan çocuğuyla yakalanıp yargılandıktan birkaç ay sonra ölünce (...) Ticanilik sona erdi. Ama Ticaniler adı, halka irtica tehlikesini hatırlatmak gerektiğinde ‘öcü geliyor’ kabilinden kullanılmak üzere hep canlı tutuldu. CHP-TİCANİ İLİŞKİSİ • 26 Nisan 1950 tarihli Zafer gazetesinde çıkan bir habere göre Kemal Pilavoğlu ve müritlerinden bir grup İsmet İnönü’nün onayıyla partiye üye yapılmış, tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yapmışlar, köylüleri CHP’ye üye yazmışlardı. Ancak gazetenin DP yanlısı olması yüzünden bu iddia seçim atmosferinde gürültüye gitti. Konunun tekrar gündeme gelmesi 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra oldu. Zafer gazetesinin 30 Haziran 1951 tarihli nüshası “Atatürk heykellerine mel’unane tecavüzleri tel’in maksadile bugün büyük bir miting yapılıyor” başlığı ile çıkmıştı. Habere göre mitinge DP’li milletvekilleri de katılacaklardı. Gazetenin tam orta sayfasındaki kutu içerisinde ise ‘Ticaniler ve CHP’ başlığı altında “CHP seçimlerde Ticanilere nasıl yardım etmişti?” sorusuna cevap veriliyordu. CHP, elbette bu ilişkiyi reddetti ama 1952’deki yargılamada Pilavoğlu’nun avukatlığını yapan Yılmaz Akpınar’ın, CHP Balıkesir milletvekili Muzaffer Akpınar’ın oğlu olması dedikoduları destekler mahiyetteydi. Daha sonra, Yakup Kadri Karaosmanoğlu da CHP ve Genel Başkanı -Siyasi İncelemeler ile Politika’da 45 Yıl adlı eserlerinde, CHP-Pilavoğlu ilişkisine değinecekti. Taraf, 10.2.2008

Ayşe Hür

12.02.2008


 

Faturayı yine başörtülüler mi ödeyecek?

Meclis’te görüştüğüm AKP’lilerin hiçbirinin aklına Gül’ün akıntıyı tersine çevirebileceği ihtimali gelmedi. Üstelik hemen hepsi değişikliklerin yürürlüğe girdiği andan itibaren kaotik bir ortamın doğacağını kabul etmelerine rağmen. Üstelik AKP’lilerin bu ortama hiç de hazırlıklı olmadıkları, herhangi bir önlem vs. almadıkları da çok açık. “Ne olur?” diye sorduğunuzda hemen hepsi aynı cevabı veriyor:

“Bazı rektörler kızları kabul etmez, bazıları kabul eder. Olay mahkemeye intikal eder...”

“Ya sonra?” diye üstelediğinizdeyse “Ne sonrası? Sonrası yok. Böyle devam eder işte...” diyorlar.

Bu AKP’lilerin önce kaos, ardından belirsizlik ve sürekli bir gerginlik-çatışma dönemi bekledikleri anlamına geliyor. İşin tuhafı içlerinden bazıları sorununun böylelikle zaman içinde çözüleceğine inanıyorlar. Yani yasakçı rektörlerin sayısının azalmasını; örtülü kızların rektörlerin tutumlarına bakarak tercih yapmalarını (ki 28 Şubat sürecinde Marmara Üniversitesi’nin türbanı hoşgören nerdeyse tek okul olması nedeniyle örtülü kızlar buraya tam anlamıyla akın etmişlerdi. Ardından rektör değiştirildi ve yasak hayata geçirildi. Kızlar da bir süre direnip pes etmek zorunda kaldılar) bekleyecekler. Bu arada AKP’ye yakın medya ve bazı kuruluşlar da herhalde yasakçı rektörlere karşı yıpratma kampanyaları yürüteceklerdir.

(...)

Görüldüğü gibi AKP türban konusunda tam bir tıkanıklık yaşıyor ve türbanlı kızları bir tür deneme tahtası gibi kullanacağa benziyor. Eğer bu düzenlemeyle sorun çözülürse siyasi getirisini AKP MHP ile paylaşacak. Eğer başarısız olursa “elimizden geleni yaptık, maalesef olmuyor” diyecekler.

Kısacası faturayı yine örtülü kızlar ödeyecek.

Vatan, 11.2.2008

Ruşen Çakır

12.02.2008


 

Şişli’de bir ceset

Dün pazardı. İstanbul’da kasvetli bir hava vardı. Soğuk ve karanlık. Yazı yazmak için gazeteye geldim. Akan günün haberlerine baktım. Yarı yıl tatili bitiyordu. Almanya’da ölen vatandaşlarımızın iç parçalayan cenazesi...

Başbakan’ın Köln’deki konuşması...Yahoo’nun Microsoft önerisini reddetmesi...

Bunlar dünün belli başlı olaylarıydı...

***

Ya bugün...

Bu pazartesi..

Benim için...

Türk Ceza Kanunu’ndaki 301. madde kalkmadıkça...

Ve tetiği çektiren ‘esas katil’ bulunmadıkça...

Agos Gazetesi’nin önünde..

Kaldırımın üzerinde..

Eprimiş pabucuyla..

Yüzüstü yatan bir dehşet karesi...

Bir Türkiye cesedi olarak kalmaya devam edecek olan Hrant Dink’in davası var...

***

Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin davanın üçüncü duruşması ...

Biliyorsunuz, davada sekizi tutuklu 19 kişi yargılanıyor.

Azmettiriciler Erhan Tuncel ve Yasin Hayal hakkında müebbet, katil zanlısı O.S. hakkında ise 42 yıl hapis cezası isteniyor.

Bugün ne olacak ?

Duruşmada sanıkların çapraz sorgusu yapılacak. Yeni başlayan bir uygulama çerçevesinde Dink duruşması, salona yerleştirilen iki kamerayla kaydedilecek. Ses kaydı yapılabilecek.

Örgütlü suçlara bakan Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’nde duruşmaların uzamasının önüne geçebilmek ve gizli tanıklar ile yaşı küçük mağdurların daha rahat dinlenebilmesi için başlatılan çalışma kapsamında, mahkeme salonlarına sesli ve görüntülü kayıt sisteminin döşenmesine karar verildi.

***

Çapraz sorgu...

Bu ‘asıl katili’ ortaya çıkarabilecek mi?

Son zamanların..

En umut verici...

En önemli gelişmelerinden biri olan ama maalesef şimdilik türban gölgesinde kalan ‘Ergenekon Terör Örgütü’ ile ‘esas katil’ arasında bir irtibat var mı?

Cinayete giden bir önceki yargı sürecindekiler ‘Ergenekon’ sanığı oldu...

Tetiğin çekilmesinde de parmakları var mı?

***

Cinayete zemin hazırlayan 301. madde ise hala yürürlükte...

Katil çeteleri kurmak ‘Türklüğü aşağılamıyor’ da ‘düşünce’ söylemek aşağılıyor...

‘Düşünceyi ifade’ etmeyi önleyen bir iklimden daha fazla ükmeyi aşağılayan bir yaklaşım olabilir mi ?

Dışişleri Bakanı Ali Babacan aylar önce ne demişti?

‘301 adeta 404 yapıştırıcı gibi üzerimize yapıştı. 501 Levi’s pantolonlar gibi marka oldu.’

Sonra da devam etmişti :

‘301’inci maddenin değiştirilmesi halinde bile daha değiştirilmesi gereken çok madde var. 10-15 kanun maddesini daha değiştirmeliyiz. Geniş çaplı hedeflerimiz var. Anayasada değişiklikler yapmamızın nedeni de bu. Mevcut anayasayla önümüze engeller çıkıyor. Yeni anayasayla reformlar sürecinde çok büyük bir adım atmak istiyoruz.’

Hani nerede?

***

301. maddenin masada durduğu Türkiye-AB ilişkilerinin kritik olan toplantılarının bir çoğunu izledim..

Hükümetin verdiği sözleri de...

O görüşmelerde Abdullah Gül Dışişleri Bakanı idi, şimdi cumhurbaşkanı..

Ak Parti’nin AB sürecine yönelik tutumunu en iyi anlatan örnek 301. maddenin serüveni...

Zina konusundaki krizi aşan Ak Parti’nin ya da hükümetin 301. maddede kaybolması mümkün mü ?

Ama siyaseten bu bir tercih meselesi de değil, öncelik meselesi de...

Gönül, olağanüstü bir başarıyla ‘Ergenekon Terör Çetesi’ni ortaya çıkaran iradenin, 301. madde ayıbını da artık ortadan kaldırmasını arzulamakta..

***

Bugün pazartesi...

Hrant Cinayeti’nin üçüncü duruşması...

Asıl ‘tetiği çektiren’ bulunmadıkça...

301. sorunu da giderilmedikçe..

Hrant Dink’in kanlar içindeki cansız bedeni Şişli’nin ortasında yatmaya devam edecek...

Bu da beni türban kadar ilgilendirmekte...

Star, 11.2.2008

Mehmet Altan

12.02.2008


 

Fehriye Çatlı

Özdemir Sabancı cinayetinin bir numaralı sanığı Fehriye Erdal’ın ve diğer iki tetikçinin başına gelenler, sizleri bilemem, ama benim çok tuhafıma gidiyor.

Benim konuya ilişkin en ufak bir özel bilgim ve araştırmam söz konusu değil; bu küçük köşe yazısında sizlere aktaracağım her bilgi internet sitelerinde mevcut bilgiler.

Ancak, söz konusu internet siteleri bilgilerini arka arkaya koyduğunuzda karşınıza gerçekten çok tuhaf bir durum çıkıyor, şaşmamak elde değil.

9 Ocak 1996 günü Özdemir Sabancı, Sabancı Holding’in merkezinde, 25’inci katta, çok özel bir yerde sekrereteriyle birlikte öldürülüyor.

Cinayeti işleyenlerin, sürekli halkın arasında dolaşan, çok özel bir biçimde korunmayan bir kişiyi neden bu kadar risk alarak çalışma odasında vurdukları herkesin aklına takılan ilk soru olmuş idi.

Cinayetin failleri olarak üç isim öne çıktı: Fehriye Erdal, İsmail Akkol ve Mustafa Duyar.

Fehriye Erdal’ın Sabancı Holding’in merkezine çok özel bir güvenlik soruşturmasından geçerek özel hizmete alındığı ve dosyasında çok çok üst düzey bir polisin referansı olduğu basında yer aldı ama nedense bu konunun üzerine pek gidilmedi; söz konusu polis de zaten Susurluk kazasında yaşamını yitirdi.

Bu ilginç referans meselesi de ‘bir alevilik bağlantısına’ indirgendi ve üstü kapatıldı.

9 Ocak 1996 günü Türkiye’nin en önemli iş adamlarından biri ofisinde vuruldu ve failler ellerini kollarını sallayarak ülke dışına çıktılar; üzerinde çok hassasiyet gösterdiğimiz sınırlar meselesi de bu somut olay sonrası nedense hiç sorgulanmadı.

Faillerden Mustafa Duyar daha sonra Suriye’de ele geçirildi ve Türkiye’de bir hapishaneye kondu ama bu çok ama çok önemli şahıs Karagümrük çetesinin elemanlarının at oynattığı bir ortama konulabildi, cinayete ilişkin gerekli çözümlemelere ulaşılamadan zaten Karagümrük çetesinden bir kişi Sabancı cinayetinin failini hapishanede yani devletin kontrol ve gözetiminin esas olduğu bir mekanda öldürdü.

Saçmalıklar, tuhaflıklar dizisi burada da bitmedi ve Mustafa Duyar’ı yani Sabancı cinayetinin bir numaralı kişisini hapishanede öldüren kişi hapishaneden kaçırıldı.

Bu gelişmeler, süreçler sizce normal karşılanabilecek süreçler mi, takdirlerinize sunulur.

Fehriye Erdal Belçika’da DHKP-C üyesi olarak tutuklandı ama bu tutuklanma sonrası tiyatro devam etti.

Fehriye Erdal’ın Belçika’dan Türkiye’ye iadesinin gerçekleşebilmesi için Adalet Bakanlığından istenen dosya bir türlü tekemmül ettirilmedi yani tamamlanmadı, olgunlaştırılmadı; iade işleminin daha sancısız olabilmesi için hukukçular talebin cinayet nedeniyle adi suçluluk temelinden yapılmasını ısrarla istediler zira siyasi suç temelli bir dosyanın iade kararının çok daha zor olduğunu herkes biliyordu ama nedense uzun süre biz iade işleminin siyasi suç üzerinden yapılmasında ısrarcı olduk ve sonuç olarak iade gerçekleşmedi.

Uluslararası ceza hukukunu iyi bilenler, 3 Ağustos 2002 tarihinde idam cezasının kalkmasından sonra Fehriye Erdal için adi suçluluk temelinde düzenlenecek düzgün bir dosyanın hemen sonuç alabileceğini hep söylediler ama nedense bu iş bir türlü olmadı.

Biz dosyayı gerekli biçimde oluşturmadığımız için gerçekleşmeyen iade sürecinde de sanki birileri, düğmeye basılmış gibi Belçika makamlarını suçladılar ve dikkatleri başka yerlere çektiler.

Cinayetin başka bir sanığı İsmail Akkol’un da Atina’da yaşadığı iddia ediliyor ama bu konuda da sonuç alabilecek bir iade girişimine şimdilik şahit olamadık.

Tüm bunlar size normal geliyor mu?

Star, 11.2.2008

Eser Karakaş

12.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri