Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Tek parti zihniyeti ile hesaplaşmalı

Bugünlerde tartışmalara konusu olan Vakıflar Kanunu’nda bilhassa azınlık vakıfları meselesine özgürlükçü bir çözüm bulunamaması, tek parti dönemindeki otoriter zihniyetin bir sonucudur. Bu zihniyet çok partili hayata geçerken başka bahislerde olduğu gibi azınlık vakıflarında da kısmi yumuşamalarla tadil edilmişse de, askeri darbeler ve 1974 Yargıtay kararıyla yeniden tahkim edilmiştir. Keza şimdi parlamentoda devam eden görüşmeler sırasında MHP’nin gizli görüşme önergesi, azınlık vakıflarının taleplerini karşılamayan bu değişiklik çalışmalarının dahi gördüğü reaksiyon konunun kesbettiği vahameti ortaya koyuyor. Bu bakımdan vakıflar bahsinde bu zihniyetin oluştuğu döneme bakmak elzemdir.

1923-1945 arasında CHP her ne kadar otoriter bir tek parti olsa da, içinde farklı kesim ve görüşler de bulunmakta ve zaman zaman sınırlı çerçevelerde kendilerini ifade edebilmektedir. Bu bakımdan Evkaf Umum Müdürlüğü’nün bütçe görüşmeleri, genellikle muhafazakâr taleplerin dile getirildiği sınırlı bir zemin olarak dikkat çekmektedir... 8.6.1931 tarihli görüşme ise bu bakımdan şaşırtıcıdır. Çünkü liberal eğilimli “müstakil” mebus Sırrı Bey (Kocaeli) yaptığı konuşmada hükümet şeklinin laik olduğunu, bu yüzden evkaf bütçesinin Meclis’te görüşülmesine yer olmadığını iddia etmiştir. Sırrı Bey, Medenî Kanun uygulandığına göre, medenî hukukun gerektirdiği hükümleri tamamen uygulamak gerektiğine işaret ederek, vakıfların özel hukuku ilgilendirdiğinden kamu hukukunu ilgilendiren bütçeler içinde yer almaması gerektiğini ifade etmiştir. Sırrı Bey şöyle diyor: “Evkaf İdaresi doğrudan doğruya devlet teşkilatından hariç tutularak bunu milletin kendi idaresine ve kendi düşüncesine bırakmak lâzımdır.” Sırrı Bey’in bu liberal bakış açısına karşı muhafazakâr ve daha sonra DP kurucularından olan Emin (Sazak) Bey (Eskişehir) laiklik demenin, insanî hislerden ve manevî zevklerden soyutlanmak demek olmadığını ve vakıfların da insanların bu yönüne hitap ettiğini söyleyecektir. Zamana uygun kapsamlı bir teşkilât kurulmasını isteyen Emin Bey hükümetin hassasiyetini de dile getirmektedir. “Bunu hükümet cemaate terkedecek değildir. Daha kuvvetli bir idare altında, daha müsmir kılacak bir şekilde yürütmesi lâzımdır.” Emin Bey bu yönde bir kanun çıkarılması gerektiğini düşünmektedir.

OTORİTER ZİHNİYETİN GÜCÜ

Bütçe Encümeni Reisi Hasan Fehmi Bey (Gümüşhane) de konuşmasında Sırrı Bey’e cevaben vakıfların yalnız din işlerine bakmadığını aynı zamanda bir sosyal yardımlaşma kurumu olduğunu söylemektedir.

Sırrı Bey, Hasan Fehmi Bey’in son söylediklerinden farklı düşünmediğini söyleyerek, kendi fikirlerinde ısrar etmekte ve zaten başka türlü düşünmenin Anayasa’dan sapmak anlamına geleceğini belirterek şöyle demektedir: “Çünkü Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nda, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî bir din ile mukayyet olmadığı mezkûrdur. O halde Türkiye Cumhuriyeti’nin şekli mahsusu itibarile kendi hududu dahilinde bulunan bütün edyanı muhtelifeye karşı müsavi bir nazar ile bakması lâzım gelir. Binaenaleyh bu gün nasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin umumî bütçesinde Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin evkafına mütedair bir faslı mahsus yoksa ve onların bu gibi muamelâtını tetkik için Meclis’e bir lâyiha sevkedilmeğe lüzum hasıl olmuyorsa, Müslümanların dahi dinile alâkadar olan hususatın burada tetkiki icap etmez. Bu noktai nazar derpiş edilmeyerek, üzerinde yine israr edildiği takdirde, bu işlerin karşısında Müslümanların diğer unsurlara karşı müsavatı inkâr edilmiş olur.”

Sırrı Bey’in ikna çabası bir sonuç vermemiş, Bütçe Encümen Reisi Hasan Fehmi Bey kendisinin vakıfların bir sosyal yardımlaşma kurumu olduğunu söylemesinin, dinî hizmetlerle ilgisi yoktur şeklinde anlaşılmaması gerektiği cevabını vermiştir. Görüldüğü gibi Sırrı Bey esasa ilişkin önemli bir eleştiriyi, aslında esasa ilişkin bir problem olmadığı şeklinde sunmaktadır. Ancak gerek Meclis’te yer alan muhafazakârları gerek merkezî iktidarın toplumdaki kontrol alanını azaltmak istemeyen merkezin temsilcilerini ikna edememektedir. Sırrı Bey’in siyasî seçkinler nezdinde genel kabul görmüş bir uygulama karşısında sıradışı bir liberal politika önermesi ilginçtir.

Sırrı Bey Evkaf Umum Müdürlüğü’nün 1932 yılı bütçesi dolayısıyla yaptığı konuşmada aynı konuya dönerek, vakıflar bütçesinin devlet bütçesi olarak ele alınmasının Anayasa’ya ve laikliğe aykırı olduğu iddiasını tekrar etmiştir. Sırrı Bey bu konuşmasında laiklik dışında bu tür bir muamelenin, hükümetin, memleketin aslî unsuru olan Müslümanları Rum, Ermeni ve Yahudilerden “daha noksan” olarak gördüğünü akla getireceğini, çünkü hükümetin yetkisini sadece Müslümanlar üzerinde uyguladığını ifade etmiştir. Sırrı Bey Müslümanların gayrimüslimler gibi kendi vakıflarını idare edebilmek için özel teşkilâtları olmasının, bütün dinlere eşit davranmak demek olan laikliğe uygun olacağını iddia etmektedir. Sırrı Bey’e Reşit Bey (Gaziantep) tarafından verilen cevap dikkat çekicidir: “Efendim, cami ile kiliseyi mukayese edemeyiz. Burada Müslüman bütçesi müzakere olur. Rumların, Ermenilerin bütçesi müzakere olunmaz. Çünkü burada Türk milletinin vekilleri vardır. Bendeniz Sırrı Bey’in bu Müslüman bütçesidir, yalnız bu müzakere olunmaz; Rumların, Ermenilerin bütçesi de müzakere olunması lâzımdır sözlerinden bir şey anlamadım. Bu, Teşkilatı Esasiye Kanunu’na mugayir değildir, muvafıktır. Madem ki Başvekâlet’e merbuttur. Burada müzakeresi lâzımdır.”

Reşit Bey’in konuşmasında Meclis’te Rum, Ermeni vakıflarının bütçesi görüşülmezken, Müslüman vakıflarının bütçesinin görüşülmesini “burada Türk milletinin vekilleri var” diye meşrulaştırması dikkat çekicidir. Burada Türk milleti denilirken, sadece Müslümanların kastedildiği görülüyor. Hükümete yakın olan bütçe encümen reisi Hasan Fehmi Bey (Gümüşhane) de konuşmaya müdahale ederek “mürteci teşkilâtı istemeyiz” demiştir. Hükümet merkezî iktidardan bağımsız ve kontrol dışı bir yapılanmanın “irticaî” bir odak oluşturacağını iddia etmektedir. Kaldı ki bu çekince olmasa bile hükümetin genel devletçi siyaset çizgisi Sırrı Bey’in bakış açısıyla çakışmamakta, tam aksine çatışmaktadır.

Sırrı Bey’in Vakıflar Bütçesi ile ilgili 12.5.1932 tarihinde yaptığı bu ikinci konuşmasından sonra, Meclis kürsüsü dışında da özel olarak uyarıldığı anlaşılıyor. 21.6.1932 tarihindeki bütçe genel görüşmelerinde yaptığı konuşmasında Pecep Peker’den de aldığı bu uyarıları şöyle anlatıyor: “Sonra Recep Beyefendi beni ikaz ettiler. O vakit hatamın büsbütün farkına vardım. Derhal kendilerine teşekkür ettim. Gözüküyor ki sizin hususî içtimalarınızda mahzurlu gördüğünüz fakat bence meçhul kalan mevzular üzerinde yaptığım hatalar bana ihtar edildiği zaman, haklı bulduğum hususlarda derhal kabahatimi itiraf ve teşekkürü vecibe addediyorum. Eğer bu ihtarlardan sonra da eski sekameti muhafaza edecek olursam o vakit benim sözlerim iştibahlı [şüpheli] görülebilir.”

TÜRK ORTODOKS KİLİSESİ

Sırrı Bey’in bu çok önemli sözleri müstakil mebusların kürsü dışında da özel olarak uyarıldıkları bilgisinin yanında CHP’nin grup toplantılarında Meclis’le ve kamuoyuyla paylaşmadığı özel görüşlerinin olduğunu da gösteriyor. Konunun vakıflarla ve azınlıklarla ilgili olan yönü ise CHP’nin bu konuda belli bir planının olduğunu düşündürüyor. 1926 yılında çıkarılacağı ilan edilen 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun, ancak 5.6.1935 tarihinde ve azınlıkların müstakil mebuslar olarak TBMM’de temsil edilmelerini izleyerek çıkarılmış olması dikkat çekicidir. Azınlıklardan müstakil mebus İstamat Zihni Özdamar’ın vakıflar bütçeleri dolayısıyla 2762 sayılı Vakıflar Kanunu lehindeki sözleri bu bakımdan anlamlıdır. Kanun, azınlık vakıflarını da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kontrolü altına alarak, bunun karşılığında da gelirlerinin yüzde 5’ini murakabe hakkı adıyla almaktadır. Bir başka önemli değişiklik de heyetler tarafından yönetilen vakıfların bir kişiye bırakılmasıdır. Böylece azınlık vakıfları, cemaatten kopartılarak işte bugün Ergenekon darbesine karıştığı iddia edilen Türk Ortodoks Kilisesi’nin birkaç mutemedine devredilmiştir. Azınlıklardan müstakil mebus İstamat Zihni Özdamar aksini iddia etse de, bu iki değişiklik azınlıkların şikâyetine konu olmuş ve kanun ancak 31.5.1949’da azınlıkların istekleri doğrultusunda değiştirilebilmiştir.

Görüldüğü gibi azınlık vakıflarına karşı yapılan haksızlıklar, CHP’nin tek parti döneminde iradi olarak hayata geçirilmiştir. Bu plan, devlet içinde bir ideolojiye, zihniyete ve pratiğe dönüşmüş durumdadır. Türkiye’nin her şeyden önce, bu tek parti döneminde oluşan otoriter devlet ideolojisi, zihniyeti ve pratiğiyle hesaplaşması gerekiyor. Bugünlerde mecliste görüşülen Vakıflar Kanununda yapılacak değişiklikler tek parti zihniyeti ile hesaplaşmayı başlatabilir. Bu süreçte, özgürlükler arasında bir hiyerarşi gözetmeden her konuda prensipler çerçevesinde özgürlük talep etmek yerinde ve liberal bir tavır olacaktır.

Yeni Şafak, 21.2.2008

Dr. Murat Yılmaz

22.02.2008


 

AB’de duraklama mı, gerileme mi?

Avrupa Birliği’yle ilişkilerimiz ne durumda?.. Başbakan’a sorarsanız, iyi durumda... Avrupa gazetelerine bakarsanız, bunun tam tersine ‘yeni gelişmeler’ var.

‘Eski gelişmeler’ malûm:

Bir bölümü, Avrupa Birliği ülkelerinden bazısındaki iktidar değişikliğinin sonucuydu. AB-Türkiye arasında üyelik müzakerelerinin başlamasında lokomotif rolünü oynayan iki büyük ülkeden önce Almanya’da Başbakan değişmişti, sonra da Fransa’da Cumhurbaşkanı...

Almanya’da Sosyal Demokrat Başbakan Schröder gitmiş, yerine Hıristiyan Demokrat Angela Merkel gelmişti.

Merkel, gerçi Sosyal Demokratlarla koalisyon hükümeti kurmuştu. Dolayısıyla, onların başlattığı ‘Türkiye’nin üyeliğini destekleme politikası’ndan vazgeçemezdi. Ama partisinin, daha seçim kampanyası sırasında angaje olduğu ‘Türkiye, AB’ye tam üye olamaz. İmtiyazlı üye olsun’ tezini de unutamazdı.

Fransa’da Cumhurbaşkanı Chirac’ın yerine geçen Sarkozy ise, selefiyle aynı partiden olmasına rağmen, Türkiye konusunda onunla taban tabana zıt görüşlerin sahibiydi. Türkiye’ye, AB üyeliği yerine, Kuzey Afrika ülkeleriyle birlikte oluşmasını istediği bir ‘Akdeniz Topluluğu’ üyeliğini layık görüyordu.

Yani, Türkiye için manzara, AB’nin o iki büyük ülkesi açısından hiç de parlak değildi.

Bardağın dolu yanı...

Ama, tabii, Türkiye’nin o manzara karşısında da moralini bozmaması için nedenler vardı:

1) Avrupa Birliği’nin 27 üyesinden -İngiltere ve İspanya gibi önemli devletler de dahil- 20 kadarı Türkiye’nin üyeliğine olumlu bakmaya devam ediyordu.

2) Almanya ve Fransa dahil, yönetimlerinin Türkiye’nin üyeliğine artık sıcak bakmadığı devletlerin de, ‘devletin devamlılığı’ ilkesinden birdenbire kopuvermeleri kolay değildi. Bunu ancak, zaman içinde adım adım yapabilirlerdi. Onlar o adımları atarken de, Türkiye ile onu destekleyen devletler, o adımları durdurabilecek veya yavaşlatabilecek siyasi girişimler oluşturabilirlerdi.

3) Ayrıca, ‘konjonktür’ diye bir şey vardı: Dünyadaki dengeler gibi, ülkelerdeki eğilimler de, zaman içinde çeşitli koşulların etkisiyle değişebiliyordu. Anketler de aynı şeyi gösteriyordu: Avrupa ülkelerinin bazılarının halkları içinde, Türkiye’nin üyeliğine olumsuz bakanlar bugün çoğunlukta olsalar bile, olumlu bakanlar da azımsanmayacak bir oran oluşturuyordu. Kaldı ki, o oran da, zamanla yeniden yükselebilirdi.

4) Bu ‘değişken’liği, Türkiye de olumlu bir şekilde etkileyebilirdi. Gerek hükümetin, gerek -iktidarı ve muhalefetiyle birlikte- Meclis’in izleyeceği politikalarla, gerekse sivil toplum örgütlerinin çalışmalarıyla, çeşitli ülkelerde, ülkemize yönelik önyargılardan en azından bir kısmının ortadan kalkması mümkündü.

***

Yani, ‘Bardağın yarısı boş, yarısı dolu’ denilir ya... Bardağın, Almanya ve Fransa’daki değişiklikten sonra boşalan yanını görürken, dolu yanı ile, biraz daha doldurulabilecek yanını da görmek gerekir.

‘Eski gelişme’lerin Türkiye’yle ilgili bölümüne gelince... Bu konudaki manzaranın özeti şudur:

Türkiye’nin bardağın dolu tarafını daha da doldurmaya yönelik çalışmaları, yapılabilecek olanın çok gerisinde kalmıştır.

AB ile ilgili en göze çarpan çalışmalar arasında, başta TÜSİAD’ınkiler olmak üzere, az sayıdaki sivil toplum örgütünün yaptığı temaslar ve etkinlikler var. Ama işin asıl sahibi olan hükümette kayda değer bir hareket görülmüyor.

İş başına ilk geldiği 2002 yılını izleyen yıllarda Avrupa Birliği konusuna gündeminin ilk sırasında yer veren hükümet, 2004-2005 yıllarından sonra, o konuyu birinci derecedeki ilgi alanının dışına çıkarmış gibidir.

Bundan sonrası...

Evet, ‘eski gelişmeler’ böyleydi. Eğer AB-Türkiye ilişkilerinin 2002’den 2005’e kadar süren dönemine ‘Yükselme Dönemi’ denilirse, 2005’ten bugünlere kadar süren döneme ‘duraklama dönemi’ diyebiliriz. Gerçi bazı ‘gerileme’ler de olmuştur ama, müzakere sürecinin içinde olmaya (o süreç çok yavaşlasa bile) devam ediyoruz. Yani ‘duraklama’mız devam ediyor.

Ama bundan sonrası ne olacak?

Bu ‘duraklama dönemi’nin arkasından ne gelecek?.. Yeni bir yükselme dönemi mi?.. Yoksa bir ‘gerileme dönemi’ mi?..

(Veya sürüp gidecek mi bu ‘duraklama’ bu haliyle?.. Ki, Hırvatistan’la müzakereler bizden daha fazla başlık açılarak ilerlediğine göre, o ‘duraklama’ da bir ‘gerileme’ sayılır.)

Radikal, 21.2.2008

Altan Öymen

22.02.2008


 

Cargill hukuku

Yakında ABD Başkan Yardımcısı Cheney gelecek; muhtemelen bizden (yani bizden değil: Hükümetten ve Genelkurmay’dan) Afganistan’ın ölüm bölgeleri için asker isteyecek. Taliban öldürsünler, Taliban tarafından öldürülsünler diye.

Bir de Bush gibi isteyecek: ABD (hormonlu) gıda devi Cargill’in Bursa’daki tarım arazileri üstünde at, mısır filan koşturmasının artık engellenmemesi.

Neyse ki iktidar ve Meclis komisyonu, büyük şirketlerin büyük adamı, işgallerin şahini misafir için hazırlık yaptı...

“Cargill lehine” çıkmış “verimli tarım arazilerini şey etme kanunu” nu bir yıl önce “yürürlüğü durdurma” ile dondurmuş Anayasa Mahkemesi ve Valilik vizesini durduran mahkeme kararlarına rağmen, “bir yıllık af kanunu tasarısı”nı kabul etti.

Bu bir imtiyaz kanunu.

Başka çok resmi kurumlardaki “imtiyazlar”ı hiç sorun etmeyen milliyetçi, ulusalcıların seveceği dille de söyleyeyim: Kapitülasyon kanunu.

Daha değişik bir ifadeyle talan kanunu.

Bir nevi sömürge kanunu. Bush ile Cheney kanunu.

Sizden “ölümüne” asker isterken size “hormonlu mısır” sunan dayatmacı, köleci, şantajcı küresel piyasanın kanunu!

Sabah, 21.2.2008

Umur Talu

22.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri