Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bir gün çıkıp ‘benim elim kanlı’ der mi?

Prof. Dr. Erdal Yavuz’un, 12 Mart dönemiyle ilgili açıklamaları (daha doğrusu, itirafları) Türk entelijansiyasında ufak çaplı bir şoka neden oldu.

Hadise şu:

Erdal Yavuz, 1969 yılında, Mülkiye’de talebe cemiyeti başkanıdır.

Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesinde çıkan olaylar nedeniyle (çünkü Öktem, Tanrı’yı insanların yarattığını söylemiş ve tepki toplamıştır), yargı mensupları ve öğretim üyeleri 7 Mayıs’ta yürüyüş kararı alırlar.

Yavuz, 4 Mayıs akşamı, bir arkadaşı aracılığıyla üç albaydan davet alır. Albaylar şunu söylerler Yavuz’a: ‘Bu yürüyüşte ateş açılacak, ölenler olacak ve bunun üzerine biz duruma el koyacağız. Eğer öğrenciler yürüyüşe katılacak olursa tepkinin ciddiyeti bozulacaktır. Siz öğrencilerin yürüyüşe katılmasını engelleyin.’

İşte, gündeme bomba gibi düşen açıklama bu. Demek ki, darbe hazırlığındaki cunta, öğrencilerin değil, yargıç ve profesörlerin telefatı üzerinden bir projeksiyon yapmış.

Erdal Yavuz, ‘Siyasi cinayetler, hep darbecilerin işidir’ diyor.

Bu açıklama, vaktiyle ‘darbe cuntaları’yla iş tutmuş bazı aydınların canını sıktı.

(...)

Hasan Cemal’in ‘Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım’ kitabında anlattıklarına ne buyurulur?

Hasan Cemal de mi uyduruyordu?

Şimdilerde, ‘İyi ki yazmış’ dediğimiz kitabında Cemal, ‘YÖN’ olgusunu masaya yatırıyor, 12 Mart darbesini tetikleyen olayların arkasındaki ‘yönlendirici odağı’ deşifre ediyordu. Bir ibret ve dehşet vesikası... Kitapta, kendilerini ‘devrimci’ ve ‘komünist’ diye pazarlayan aydınların mahut merkez adına çalıştıklarını ve esasta ‘darbeci kemalist’ olduklarını, Türkiye’de ‘Baas’ tipi bir rejim kurmak için orduyu darbeye kışkırttıklarını öğreniyoruz.

Başka değerli bilgiler de veriyordu Hasan Cemal:

Mesela, 1970’lerde Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı ‘Devrim’ dergisinde yayımlanan bildiriler: ‘Şu günlerde yeniden 1919 karanlığına gömüldüğümüzü söylemek fazla mübalağalı değildir. Yaygın bir kötümserlik ve umutsuzluk, yeni bir düzen özlemiyle birlikte bütün ülkeyi kaplamıştır. Türk ulusunun geleceği için Devrimci Ordu Gücü pırıl pırıl parlamaktadır.’

Avcıoğlu ve arkadaşları darbe beklerken, Kızılay’da bombalar patlıyordu.

Kim getiriyordu bombaları?

Kim olacak, 27 Mayıs’çı, Milli Birlik Komitesi üyesi İrfan Solmazer.

Daha çok terör, daha çok tedhiş olmalı, ordu ‘çaresiz kalıp’ yönetime el koymalı ve böylece ‘devrime giden yolun önü’ açılmalıydı.

Bunları Hasan Cemal’den öğrendik.

Eski generallerden Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği cuntanın orduyu darbeye kışkırtmak için ne tür faaliyetler yaptığını...

12 Mart döneminde kurşunlanan, işkence gören, düpedüz darağacını boylayan gençlerin hangi ‘ağabeylerce’ yönlendirildiğini...

Darbe başarıyla sonuçlandığında hangi değerli gazetecinin ‘Başbakan Yardımcılığı’na getirileceğini, bugün aramızda bulunmayan hangi ünlü gazetecinin gizli servis başkanı yapılacağını...

İyi ki Hasan Cemal yazmış...

İyi ki Erdal Yavuz konuşuyor...

Ben, ‘cunta’nın iki numaralı ismi olan gazeteci ağabeyimizin ne zaman konuşacağını merak ediyorum.

Bir gün çıkıp, ‘Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını ölüme sürükleyenlerden biri de benim... İşkencecilerimi affettim ama, benim de elim kanlıdır!’ der mi?

Hasretle bekliyoruz...

Star, 28.2.2008

Ahmet KEKEÇ

29.02.2008


 

28 Şubat’ta halkı korkuttular

Türkiye’nin “laiklik” tartışmaları ekseninde kamplaşmasının temelleri 28 Şubat’ta atıldı. Yanlış anlaşılmasın, “İrtica tehdidi” -muhalif görüşleri tasfiye edebilmek amacıyla- her zaman ortaya çıkarılan önemli bir silahtı. 31 Mart vakası ile Abdülhamit’in kuyusu kazılmış, İttihat ve Terakki’nin gerçek iktidarı o tarihten sonra başlamıştır.

Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, benzer suçlamalara muhatap olmuştur. Ama 28 Şubat, tamamen “irtica korkusuna” dayandırılan ve bu tehditten beslenen bir hareketti. Zaten küçük yaştan itibaren bu gibi endişelerle yoğrulmuş beyinleri iyice dehşete düşürmek için, 28 Şubat sürecinde, medyanın bazı olayları manşetine çekmesi, askerlerin brifingler düzenleyerek, “Tehdit sıralamasında, PKK’nın bile önüne geçen irticadan” söz etmesi yetti.

Korkuların oluşmasında, Erbakan’ın söylemi ve davranış biçiminin rol oynadığını da kabul etmek gerekir.

Bugün, Türkiye’de, bir kesimin, başörtülü kızların üniversiteye girmesini, “laik cumhuriyete karşı bir tavır” diye değerlendirip paniğe kapılmasının temelinde, 28 Şubat’ta oluşturulan bu zihin bulanıklığı yatıyor.

İnsanlar, o dönemde şartlandırıldı; ürkütüldü. Lütfen 28 Şubat öncesinin gazetelerine bakın: İrtica gündemde miydi? Taksim’e cami, Fatih’in Çarşamba semtinde sarıklı ve cüppeli insanlar, Aczmendi Şeyhi Müslüm Gündüz, Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Sincan’daki Kudüs Gecesi, Genelkurmay brifinglerinde gazetecilerin ellerine tutuşturulan yeşil sermaye listeleri, Kur’an kurslarında Atatürk karşıtı yemin ettirildiği yalanı, her gece televizyon ekranına yansıyan zikir görüntüleri... 28 Şubat öncesinde ve sonrasında, sadece birkaç fırça darbesiyle oluşturuldu bu gergin ortam. Bugün başörtülü genç kızlarımızın üniversiteye gitmelerini laik cumhuriyet adına engellemeye çalışanlar, işte o günlerden bize miras kaldı.

Kanun tepeleniyor

Darbeler halkı böler. 28 Şubat’ın “postmodern” etiketini taşıması vaziyeti kurtarmadı. 27 Mayıs’ta da böyle olmuştu. Çünkü bir “iç düşman” yaratılmış ve asker, milletin bir bölümüne karşı yapmıştı darbeyi. Arkasını da CHP’ye dayamıştı. Milletin bir bölümü “düşük ve kuyruk”, diğerleri, Demokrat Partilileri ve sempatizanlarını ihbar eden kişiler durumuna düşmüştü. Çok uzun sürdü 27 Mayıs’ın dalgası; DP’nin devamı olan, AP’nin iktidara gelmesi bile kifayet etmedi; baskı sürdü; cumhurbaşkanlarını askerler arasından seçtiler; “demokrasi yaşasın” diye Demokrat Partililerin siyaset yasağını kaldırmadılar ama, gene demokrasiyi yaşatamadılar. Aksine verilen tavizler “vesayet rejimine” güç kazandırdı.

Evet... 28 Şubat’ın dalgası bugünlere uzanıyor; sözde laiklik adına hak hukuk ayaklar altına alınıyor. Kanun diye, kanun diye, KANUN TEPELENİYOR.

Sabah, 28.2.2008

Nazlı ILICAK

29.02.2008


 

Başbakan Erdoğan’a ‘Özal uyarısı...’

Başbakan Erdoğan’a Özal uyarısı ne demek?.. Erdoğan, Turgut Özal’ı genel olarak takdir eder, 1980’lerde izlemiş olduğu çizgiyi kimi açılardan beğenir, hatta bazı konularda Erdoğan’ın Özal’ı örnek aldığı bile söylenebilir.

İşte bu nedenle, Erdoğan’a ‘Özal uyarısı’ yapılabilir.

ANAP lideri Özal, 1983 sonunda seçimleri kazandıktan hemen sonra özellikle ekonomide devrimci işler başarmış ve Başbakanlığının ilk döneminde ‘reformcu heyecanı’nı sürdürmüştü.

Ancak, Özal’ın 1987’de başlayan ikinci dönemi için aynı şey söylenemez. Demirel’le giriştiği siyasal rekabetin de etkisiyle Özal, Başbakanlığının ikinci döneminde reformculuk konusunda ipe un sermiş, ‘popülizm’e kaymış, sonra da Başkanlık sistemi hevesleriyle ANAP’ı bırakıp Çankaya’ya çıkmıştı.

Sözü uzatmak gerekmiyor.

Malum, bugün ANAP yok.

Yarın AKP de yok olabilir mi?..

Kimileri bu soruyu aşırı ya da erken bulabilir. Ancak, Türkiye gibi son derece dinamik, değişim hızı fazla yüksek bir ülkede herşey mümkün.

Tıpkı Özal’da olduğu gibi, Erdoğan’ın da birinci döneminde -hatta Özal’ı bazı alanlarda aşan- bir reformcu heyecanı vardı.

Avrupa Birliği konusunda, yani demokratikleşme alanında vardı bu heyecan.

Yine AB ile ilgili olarak Kıbrıs’ta vardı. IMF ile devam ettirilen, yapısal değişimleri ve mali disiplini öngören ekonomide vardı.

Bütün bu reformcu heyecan, tek parti hükümetinin getirdiği siyasi istikrar ve dış ekonomik koşulların iyi gidişiyle birleşince, Türkiye özellikle ekonomik alanda güzel sıçramalar yaptı.

Örneğin, bu ülkede aş ve iş sorununun çözülmesi -ya da cari açığın kapatılması için- yaşamsal nitelikteki doğrudan yabancı sermaye yatırımları Erdoğan’ın birinci döneminde rekor düzeye yükseldi.

Son 20 yılda toplam 70.6 milyar dolar olan bu dış yatırımların, 51.8 milyar doları son üç yılda, (05’de 10.029, 06’da 19.918, 07’de 21.873) geldi Türkiye’ye...(*)

Başbakan Erdoğan, ilk iktidar döneminin özellikle ekonomideki sonucunu seçim sandığında yüzde 47 ile topladı.

Şimdi ikinci döneme gelince...

İyi başladığı söylenemez.

Ekonomik program ve mali disiplin konusunda 2007’de uç veren popülizm örnekleriyle, Sosyal Güvenlik Reformu’nun geciktikçe gecikmesi ve sulandırılması gibi reform yolundan sapmalar yeni yılda da varlığını sürdürüyor.

AB’deki tavsama çok açık.

Kuzey Irak’taki kara operasyonu ve başörtüsü-türban konularıyla birlikte siyasal belirsizlik ya da istikrarsızlıkla ilgili kaygılar da gündemde yükseliyor.

Bu arada, birinci dönemde çok iyi olan dış ekonomik koşullar, Başbakan Erdoğan’ın ikinci döneminde uluslararası piyasalardaki kriz havasıyla ters bir raya oturmuş durumda...

Ayrıca, birinci dönemin özellikle ilk yıllarına damgasını vuran reformcu heyecan bugün Erdoğan’da görülmüyor. Erdoğan’a daha çok o klasik, muhafazakar, eski merkez sağ siyasetçilerinin havası egemen olmaya başladı. Söylemiyle tarzı onları, yani ‘eskileri’ andırıyor.

Hayra alamet değil bunlar.

Bu arada bazı çevrelerde, “Bir ekonomik kriz çıksa da Erdoğan’dan kurtulsak” havasının uç verdiği söylenebilir.

Erdoğan’a Özal uyarısı işte böyle bir yazı...

Tam oturmamış olabilir.

Ama bazı bakımlardan düşündürücü yanları yok değil.

Milliyet, 28.2.2008

Hasan CEMAL

29.02.2008


 

Özal’ı tuzağa düşürdüler, siz de düşmeyin

Üniversitelerde başörtüsü problemi 20 yıldır devam ediyor. Rahmetli Özal, ikinci başbakanlığı döneminde bu problemi çözmek için adım attı. 10 Aralık 1988’de 3511 sayılı kanun TBMM’de kabul edildi. Kanunun 2. maddesi şöyleydi: “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.”

Rahmetli Özal cesurdu. Pek çok tabuyu yıkmıştı. Gözü karaydı. Muhtemelen bu özgüven, onun, tuzağı görmesini engelledi. Demek karşısındakileri iyi tanımıyordu. Onların; içinde “dinî inanç sebebiyle” ifadesi bulunan bir kanunu bahane ederek, üniversitelere sürekli bir başörtüsü yasağı getirmek için en önemli kozu ele geçireceklerinin hesabını yapamamıştı. Nitekim öyle oldu. Cumhurbaşkanı Kenan Evren bir hafta sonra 4 Ocak 1989’da kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Evren, başvurusunda, “başı kapalı öğrencilere lâikliğe aykırı bir biçimde imtiyaz tanındığı”nı söyledi. Anayasa Mahkemesi, iptal başvurusunu iki ay içerisinde, 7 Mart 1989’da sonuçlandırdı ve 3511 sayılı yasanın 2. maddesini Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti.

Şimdi Özal’ın düştüğü tuzağa MHP çekilmek isteniyor. Tuzağın adı halen yürürlükte olan YÖK Kanunu’nun ek 17. maddesidir.

(...)

AK Parti ve MHP daha önce ek 17. maddeyle ilgili olarak üzerinde uzlaştıkları metni ele alır ve kanunlaştırırlarsa, işte o zaman Özal’ın düştüğü tuzağa düşeceklerdir. Zira o metinde başörtüsünün nasıl bağlanacağının tarifi var. Yani kanun metnine yine “dinî bir gerekçe” koyarak en önemli kozu kendi elleriyle teslim edeceklerdir. AK Parti tuzağı fark etti ve sürecin nasıl işleyeceğini görmek istiyor. MHP’nin ısrarı doğru değildir. CHP’nin ve yasakçı rektörlerin ek 17. maddenin değişmesi için MHP’nin gözünün içene bakmaları, aslında “neden tuzağa düşmüyorsun, elimizi kolumuzu bağlıyorsun” kızgınlığındandır... Ben hukukçu değilim. Ama gerçek hukukçuları da tanıyorum. Yargıtay Onursal Başkanı Sayın Sami Selçuk onlardan biri. Dediği şu: Yapılan anayasa değişiklikleri ile yükseköğrenim hakkının sınırları genişlemiştir. Yasa, başörtüsüyle ilgili değildir ama hakları perçinlemiştir. Zaten yazılı hukukta, devrimler arasında kadınların giysileri ile ilgili bir yasal düzenleme, yasak ve buyruk da yoktur.

Zaman, 28.2.2008

Hüseyin GÜLERCE

29.02.2008


 

AKP tabanı: Oyuna geliyorsunuz

MHP hızla farklı bir zemine doğru kayıyor. CHP’nin ve “Başörtüsüne özgürlük istemeyiz” diye gırtlakları yırtılırcasına bağıranların bulunduğu zemin o. Herhalde MHP sözcüleri de dikkat ediyorlardır; kendi argümanlarını en çok kullananlar CHP sözcüleri. Onlar da “YÖK Yasası 17. madde değişsin” diyorlar, tıpkı değişikliğe rağmen yasak uygulamasını sürdüren rektörler gibi...

Galiba bu noktada durup bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyor MHP’nin... Yola çıkılırken Ak Parti de MHP gibi düşünüyordu. Yasada da değişiklik yalnız MHP’nin formülü değildi yani, Ak Parti’nin hukukçuları da -tereddütle birlikte- YÖK Yasası’na el atılması gerektiğine inanıyorlardı. Bu görüşten vazgeçmeleri iki sebepledir: Güvendikleri kalemlerin ve yansız olduğunu bildikleri hukukçuların uyarısıyla yasada yeni bir düzenlemeye gerek olmadığını anlamaları... AK Parti tabanının “Oyuna geliyorsunuz” uyarısı... Aynı görüşlerin ve uyarıların MHP’yi etkilememesi gerçekten garip... Hadi, daha ilk günden dillendirdiğimiz “Yasak yok ki, yeni yasal düzenlemeye ihtiyaç olsun” tezini ciddiye almak ters geliyor, Yargıtay’ın en itibarlı başkanlarından Prof. Sami Selçuk’un ‘hukuk bilgesi’ otoritesiyle yazdığı mütalaalar da mı dikkatlerinden kaçıyor? Prof. Selçuk, “Bu kadar çabaya gerek yok, sanal bir yasak bu, YÖK Başkanının talimatı kalkması için yeterli” görüşünü kaç kez seslendirdi, kimbilir... Bu teze sahip çıkan MHP’ye yakın hukukçular da var.

O halde MHP kendisini yeniden CHP ile aynı zemine doğru iten yanlış tavırda neden ısrar ediyor? Bu tavrının her olaya ‘tuzak’ ve ‘oyun’ olarak yaklaşanları haklı çıkardığını ve MHP’ye farklı bir gözle bakılmasını getirdiğini nasıl fark etmiyor Devlet Bahçeli? Yoksa MHP içerisindeki ideolojik olarak MHP’den çok CHP’ye yakın bazı tiplerin mi baskısı söz konusu? Neyse ve hangi sebepse, MHP, şu andaki çalkantıdan olumsuz etkileniyor ve bu da ‘kaos’ görüntüsünden çıkar umanların ekmeğine yağ sürüyor... Titreyip kendine dönmek için bundan daha uygun zaman olamaz.

Yeni Şafak, 28.2.2008

Fehmi KORU

29.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri